Friday, May 04, 2012
Saturday, April 21, 2012
Maggi ile 23 Nisan Etkinliği
Wednesday, April 11, 2012
Banu'nun şifreleri
Hiç şifrelerinizi düşündünüz mü? Ne kadar fazla akılda tutulması gereken şifrelerimiz var şu hayatta. Her geçen gün de, bir yenisi ekleniyor. Bazıları rakam, bazıları harf, bazıları karışık, bazıları büyük harf küçük harf hassasiyetli. Ben bazılarını yıllar geçse de unutmuyor ama bazılarını her defasında unutup sistemi kilitliyorum. Sonra da güvenlik sorularım neydi diye aranıp duruyorum.Keşke her şey için tek bir şifre olsa, hayat ne kadar kolaylaşır o zaman. İşte benim aklımda tutmam gereken şifrelerim...Var mı sizin ekleyecekleriniz?
*Internet bankacılığı şifresi
*Telefon bankacılığı şifresi
*Kredi kartları şifresi
*Bankamatik şifresi
*Spor salonu giriş şifresi
*Soyunma dolabı şifresi
*Facebook şifresi
*Twitter şifresi
*Pinterest şifresi
*Linkedin şifresi
*E-mail şifresi
*Wireless şifresi
*Internet şifresi
*Kızımın okulunun veli internet şifresi
*Mil hesabı şifresi
*Telefon şifresi
*Ipad şifresi
*Blog şifresi
*E-dergi yazı giriş şifresi
*Ev alarm şifresi
*e-okul şifresi
*e-devlet şifresi
*Bavul şifresi
*Alışveriş siteleri şifresi
*Sanal market şifresi
*Msn şifresi
Monday, April 02, 2012
Engelleri hep beraber aşalım
Türkiye Sakatlar Konfederasyonu, bir eşya piyangosu düzenliyor. Bilyoner.com ise bu piyangonun bilet satışını gerçekleştiriyor. 20 Nisan tarihinde sonuçlanacak olan çekiliş için siz de bir bilet alabilir ve engelleri onlarla birlikte aşabilirsiniz, çünkü bilet bedeli 5 TL olarak belirlenen piyangonun tüm geliri Türkiye Sakatlar Konfederasyonu’na aktarılacak.
20 Nisan tarihinde gerçekleşecek olan çekilişte; 2 adet 2011 model otomobil, 10 adet diz üstü bilgisayar, 10 adet 42 inç LCD TV, 10 adet buzdolabı, 10 adet çamaşır makinası, 10 adet bulaşık makinası, 10 adet derin dondurucu ve 10 adet cep telefonu sahiplerini bulacak. Diğer ikramiyeler ise şunlar: 100 adet 32 inç LCD TV, 100 adet elektrik süpürgesi, 100 adet mutfak robotu, 100 adet semaver 100 adet katı meyve sıkacağı.
Engelleri aşmak için, siz de elinizi uzatın ve hep birlikte, onların hayatında fark yaratalım!
İşte Aranan İkili: Projektör ve Kamera
Eskiden bilimkurgu filmlerinde rastladığımız teknolojilerden biri daha hayatımıza giriş yaptı. Şimdi isterseniz kışın ortasında önceki yaz tatilinizi evinizin duvarına yansıtarak sevdiklerinizle izleyebilir hatta bunu bir alışveriş merkezinin dinlenme alanında bile yapabilirsiniz. Sony Projektörlü Handycam seçimi size bırakıyor.
Sunday, March 25, 2012
Arjantin Patagonya'sı, dünyanın bir ucu...
Bir kere çok iddialı bir bölgede Patagonya, dünyanın en güney noktasında. Bunun için bile görmeye değmez mi? Güney Amerika kıtasında Şili ve Arjantin’in güney bölgesine verilen isim Patagonya. Ben bu yazımda Arjantin kısmında kalan Patagonya’yı yani Arjantin Patagonya’sını gezdireceğim size. Ülkeye ismini veren Avrupalı kaşif Macellan, bölgeye ilk ayak bastığında uzun boylu, uzun ayaklı ve deriden sivri uçlu ayakkabıları giyen yerlileri görünce İspanyolca ayak anlamına gelen 'pata' kelimesinden esinlenerek Patagoni adını vermiş. Eh tabi bu şehir efsaneleri bitmez, kimine göre de bir yerlinin ismiymiş Patagonya. Beni isminin nereden geldiğinden çok penguenleri, mavi buzulları, şelaleleri, balinaları, deniz arslanları, ıssız toprakları ilgilendiriyordu daha çok. Hayal etmek bir işi yapmanın yarısıdır derler ve ben ilk yarıyı tamamladım. Şimdi sıra ikinci yarıya gelmişti, yolculuk için biletleri almak ve yola koyulmak…Arjantin Patagonya’sına gitmek için Arjantin’in başkenti
Buenos Aires’e uçuyorsunuz. Oraya da Paris aktarma ile gidiyorsunuz. Paris’te beklemek zorundaysanız ve Schengen vizeniz de varsa belki kısa bir Paris turu yapabilirsiniz. Buenos Aires’den bir uçakla Trelew’e ya da Ushuaia’ya uçabilirsiniz ama ben tur programı olarak Trelew’dan başlamayı seçtiğim için önce buraya uçuyorum. İşte Patagonya turumuz başlıyor, hazır mısınız hipnotize olmaya?
1. ve 2. Gün: Trelew, Puerto Madryn, Punta Tombo, Valdes Yarımadası, Puerto Piramides
Trelew, İngilizlerin baskı ve sömürüsünden dünyanın diğer ucuna kaçan Galliler tarafından 18. yüzyılda kurulan bir kent. Tre ilçe demek, Lewis de kuran kişinin adı. Patagonya’nın Arjantin’ deki kısmı Trelew beş bölgeden oluşuyor. Rio Negro, Neuquen, Chubut, Santa Cruz ve Tierra del Fuego. Bizim Trelew’de ilk durağımız Gaimanisimli köy. Burada Gal geleneklerini yaşıyor, şansınız yaver giderse bir yerlinin evinde İngiliz çaylarını tadıyor ve marmelatlı taze keklerin keyfine varıyoruz. Trelew’den yola çıkıp bir milyon civarında Macellan pengueni görmek için yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yapıp Punta Tombo’ya varıyoruz. Burada tam bir penguen cennetinin içine düşüyoruz. Filmlerde gördüğünüz siyah beyaz kravatlı kral penguenlerle dost oluyorsunuz. Bu kadar kuş türünü bir arada gördüğünüze inanamayacaksınız. Göğüsleri sarı lekeli bu penguenler kışın Brezilya sahillerinde yaşıyorlar, ilkbahara doğru Patagonya’ya göç ediyorlar. 16 penguen çeşidinden biri olan Macellan penguenlerinin boyları 45 cm civarında ve
yaklaşık ömürleri 20 yıl.
Penguenlerin mekanında öğle yemeğimizi yedikten sonra Puerto Madryn’den yaklaşık bir saat mesafede bulunan Valdes Yarımadası’na doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca gördüğünüz doğa, vahşi hayat, uçsuz bucaksız topraklar karşısında büyülenmemek mümkün değil.
Valdes Yarımadası Güney Amerika’nın en ilginç yerlerinden biri, dolayısıyla buraya daha fazla vakit ayıracağız. Atlantik kıyısında yer alan ve Unesco Dünya Doğal Mirasları’ndan biri olan Valdes Yarımadası’nda ilk olarak bugüne kadar görmediğiniz hayvan çeşitleri ile başlayacağız gezimize. Deniz arslanları, deniz filleri artık filmlerde değil yanı başınızda. Fil foklarını, balinaları, Patagonya tavşanlarını, devegillerden olan ve sürü halinde gezen guanakoları görünce gözlerine inanamayacaksınız.
Valdes Yarımadası’nın kuzeyindeki ufak adayı -Kuşlar Adası - özellikle görmemiz gerekiyor. Sainte Exupery’nin Küçük Prens adlı kitabı sizin için de hayatınızda unutamadıklarınızdansa, işte
bu öykünün başındaki ufak dağa esin kaynağı olmuş ada, burası. Valdes; bir yanında San Jose Körfezi, diğer yanında Nuevo(Yeni) Körfezi ile zengin bir denizaltı vahşi yaşamına da ev sahipliği yapıyor. Biz deniz altını bırakıp deniz üstünde neler varmış diyeceğimiz bir tura çıkıyoruz. Puerto Madryn’den 100 km uzaklıktaki Puerto Piramides’den teknelerle açılıp yeni doğmuş yavrularına yüzmeyi öğreten 30 ton ağırlığında, 16 metre boyunda dev balinaları görmeye gidiyoruz. Yarımadanın ucundaki Caleta Vadisi’nde ise deniz fillerini görüyoruz. Bunlar
dev boyuttaki foklar.
İki gece konaklamamız ve akşam yemeklerimiz Puerto Madyrn’de Hotel Villa Piren’de.
3. ve 4. Gün Ushuaia
Trelew’den sabah çıkıyoruz ve Ushuaia’ya iki saatte uçuyoruz. Buzul kaplı 1500 metrelik zirveleriyle Fuegan Ant Dağları'na sırtını dayamış Ushuaia, dünyanın sonu diye bilinen bir bölge.
Burada ilk durağımız ‘Dünyanın Sonu Deniz Feneri’. Nasıl Paris’in Eyfel’ inde fotoğraf çektirilirse burada da adet aynı. Eğer sabahtan fotoğraf çektiremezseniz hiç üzülmeyin akşamı bekleyin, bu kez yanına kadar gideceğiz fenerin… Dünyanın sonu yazan tabelalarla dolu limanda bir sürü hediyelik eşya dükkanı var ve hepsinde aynı slogan: ‘Ushuaia, dünyanın sonu, her şeyin başlangıcı’…San Martin Caddesi’nde bir yürüyüşten sonra, şehirden 15 dakika uzaklıktaki Tierra
Del Fuego Milli Parkına gidiyoruz. 16.yüzyılda buraya gelip Kızılderili ateşlerini gören Macellan veriyor ismini, buraya. Bu yüzden Ateş Toprakları da deniyor. Yıl boyu karlar altında olan bu topraklar, nisan ayında bölgeyi kaplayan binlerce lenga ağacının kızaran yaprakları ile adeta ateşe boyanıyor, yani bizi bekliyor nisan boyunca.
Dünyanın sonu adlı trenle parkı gezerken, tilkiden ördeğe, guanokadan kunduza etrafta huzurla
ve özgürce gezen hayvanları izliyoruz. Park içindeki Roca Gölü mavi yeşil tonlarıyla sizi yine hayallere götürüyor. Parktan ayrılıp artık iyice acıkmış karnımızı doyurmak için romantik bir atmosfer, uluslar arası bir mutfak ve hoş bir manzara sunan Ushuaia Kaupe’de yemek
yiyoruz. İsteyen kuzu, isteyen deniz ürünleri ama ne yerseniz yiyin göreceksiniz hepsi birbirinden lezzetli. Yemek sonrası yine şehrin para kaynağı olan sloganı dünyanın sonu ile ilgili ‘DÜNYANIN SONU MÜZESİ’ni geziyoruz. Burada eski ünlü hapishane bizi geçmişe, kültürlerinin
farklılıklarına götürüyor. Hapishaneden çıkıp biraz daha güzelliklere odaklanmak için günün son turunu gerçekleştiriyoruz. Deniz otobüsü ile Beagle Kanalı’nda gezi. Deniz arslanlarını, karabatakları ve sabah fotoğraf çektirdiğimiz, Jules Verne’in sözünü ettiği dünyanın sonundaki deniz fenerini bir kez daha görüyoruz.
Cerro Martial’ın tepesine çıkan teleferikle Beagle Kanalı ve Navarin Adası'nın muhteşem manzaralarına son kez bakıp otelimize dönüyoruz. Akşam yemeği otelimiz Ushuaia Hotel Las Hayas’da.
5. ve 6.Gün: El Calafate, Glaciares Milli Park
Sabah Ushuaia’dan çıkıp uçağımıza yetişiyoruz ve bir saat süren yolculuktan sonra El Calafate’a ulaşıyoruz. Adını bir böğürtlen çeşidinden alan şehir 15 bin nüfuslu, buna rağmen çok sayıda beş
yıldızlı otele rastlamak mümkün. Buzullarıyla ünlü bu şehir adeta bir turizm cenneti çünkü.
Birbirinden şık dükkanları, kafeleri, restoranları ile ünlü El Calafate’da şehir turu yaptıktan sonra şehirden 80 kilometre uzaklıkta bulunan ve Unesco Dünya Kültürel Mirası listesindeki Los
Glaciares Milli Parkı’na doğru yol alıyoruz. Park içindeki Perito Moreno Buzulu’nun ihtişamı karşısında nefesiniz kesilebilir dikkat edin. Moreno Buzulu adını kendini hiç görmemiş olan Patagonya kaşiflerinden Francisco Moreno’dan almış. Yaklaşık 30 kilometre uzunluğunda
5 kilometre eninde, Güney And Dağları buz havzasının bir kolu olan buzul, şu ana kadar küresel ısınmadan fazla etkilenmemiş. Gölden yüksekliği 60 metre civarında olan buzulda gemiyle turumuz başlıyor hemen. Öğlen yemeğinin ardından bir buçuk saat sürecek olan turumuzda dileyenler, buzuldan alınma buzla servis yapılan viskiden tadabilirler. İsteyenler Upsala Buzulu’nda da tekne gezisi yapabilir üzerinde yürüyebilirler bu arada. Biz Moreno Buzulu üzerinde binlerce şekle girmiş buz kütleleri üzerinde sessizce yürümeye devam ediyoruz.
Ama dev kütleler halinde masmavi suya düşen buzulların çıkardığı sesler sessizliği bozuyor ve size buzulların heybetini bir kez daha gösteriyor.
7. ve 8. Gün
Sabah kalkıp artık dönüş yoluna koyulma vakti. Önce El Calafate’dan Ushuaia’ya geri dönüyoruz ve oradan da Buenos Aires’ e geldiğimizde yeteri kadar yorgun olduğumuzdan hem bir gece dinlenmek hem de Buenos Aires’de bir gün geçirmek için vaktimiz var. İlk olarak 16 şeridi ve 140 metrelik genişliğiyle dünyanın en geniş bulvarı sıfatını taşıyan 9 Temmuzu ve bizim Sultanahmet’teki Dikilitaş’ın modern zamanlar versiyonu sayılabilecek dev bir obeliski görüyoruz. Obelisk, Buenos Aires’in 400. kuruluş yıldönümü anısına dikilmiş.
Plaza De Mayo ve Casa Rosada bir sonraki durağımız. Plaza de Mayo, 25 Mayıs 1810 devriminden sonra cumhuriyet rejimiyle yönetilmeye başlanan Arjantin’de, tarihin başladığı yer. Meydanda, “Pembe Ev” olarak da bilinen Hükümet Binası, katedral, sömürge döneminde ıspanyol valisine ait olan Cabildo binası ve Kongre binası bulunuyor. Ortada yer alan anıtta ise, “gracias madres” yani “annelere teşekkür” yazıyor; cunta döneminde kaybolan çocukları için her perşembe burada toplanıp ağıt yakan annelere ithafen...Cafe Tortini’de öğle yemeğinden sonra, en hareketli caddelerden Florida Caddesi’nde alışveriş yapmak, şehri koklamak için uygun zaman. Güzel sanatlar milli müzesi ve Recolelata’dan sonra Puerto Madero’da akşam yemeğimizi yiyoruz. İsteyenler için son gecemiz tango ile bitiyor ya da otele gidip ertesi gün sürecek uzun yolculuk için dinlenebilirsiniz.
9. Gün
Ertesi gün havaalanına gidiyoruz ve Paris aktarmalı uçağımızla ülkemize dönüyoruz.
Patagonya’nın doğası, havası, buzulları eşliğinde geçen rüya gibi bir 9 günden sonra ülkemize hayata ve gerçeklere dönüyoruz. Bir başka hayalde buluşmak üzere…
Sevgiyle kalın,
Banu Özkan TOZLUYURT
Bu yazı Gazella Travel Designer tarafından düzenlenen 3 Kıta 1 Blogger yarışması için yazılmıştır.
Saturday, March 24, 2012
7.Bloggeranne-baba buluşması
Daha önce Diyarbakır Canaydın Köyü'nde okul kütüphanesi kurulmasına destek olmuş biri olarak hem çok kolay hem çok zor bir iş bu. Kolay, çünkü hepimizin en azından evinde çocuklarının okumadığı fazladan bir sürü kitap, kullanmadığı makas, boya kalemleri vardır. Kolay çünkü ihtiyaç duyulan malzemeler atla deve değil, oldukça uygun fiyatlara temin edilebilecek şeyler. Zor, çünkü üşeniyor insanlar, toparlayıp kargoya vermek zor geliyor. Zor, çevrelerini haberdar etmek akıllarına gelmiyor. Ben zamanında bu işe kalktığımda arabamın bagajı bir süre kitap, oyuncak, boyama kitabı, roman dolu olarak gezmiştim. Her buluştuğum arkadaşım bana birşeyler getiriyor ben de arabamın arkasında biriktiriyordum. Hepsi toplanınca da bir kargo şirketine verdim ve malzemeler yerini buldu. He yerini bulması o kadar kolay olmadı, bahsettiğim köy cep telefonunun çekmediği, kargo şirketlerinin uğramadığı, okulda tek bir telefonun olduğu bir köydü ve ancak en yakın yerleşim yerine giden eşyaları, okul müdürü gelip alabiliyordu kasabaya indiğinde. Yine de gitti, yine de amacına ulaştı çabamız.
adresine gönderebilirsiniz. Aras Kargo’ya bu okula yardım gönderdiğinizi söylediğinizde %25 , MNG Kargodan %40 indirimli gönderebiliyorsunuz. İndirimden faydalanabilmeniz için kargoyu göndermeden önce 0212 366 5555 numaralı telefonu arayıp Filiz Hanım’ı istemeniz gerekiyor, o sizi yönlendirecek.
İşte ihtiyaç listesi
Rafya
Pullar
SimDüğmeler
Boncuklar (her boy)
Boş yada bozuk CD.ler
Oynar gözler
Gazoz kapakları
Kumaş parçaları (farklı doku özelliği olan özellikle)
Artık Yünler
Pamuk
Pasta kağıtları
Şişe mantarları
Renkli Sünger
Pet bardak
Pet tabakPipet
Tahta mandal
Kürdan
Alüminyum folyo
Kibritler ve kutularo
Mum
Tuvalet kağıdı
Havlu peçete
Islak mendil
Pinpon topu
Fon kartonu
Elişi kağıdı
Pritt yapıştırıcı(marka önemli değil yapıştırıcının tarzı bakımından)
Uhu
Parmak boyası
Keçeli kalem
Oyun Hamuru
3-6 yaş arası hikaye kitapları
Okul bünyesinde okunabilirliği olan her türlü kitabı göndererek, okul bünyesinde kurulacak kütüphaneye destek olabilirsiniz.
Yardımlarınızı bekliyoruz.
Friday, March 23, 2012
Kitap okuma rituelleri
Ben sobelenmişken önce kendimle, kitapla ilgili bir anımı paylaşayım. 2 yıl önce Hayat Çocukla Güzel adlı kitabım çıktığında (yaaa benim de bir kitabım var) büyük kitapçılara gidip hep kitabımı sorardım, kalmayan yerlerde sipariş verir istetirdim. Olan kitapçılarda da, raflarda hep kitabımı öne çıkarırdım. Birkaç kez gittiğim kitapçıda çok dikkatli olan satış personeli bir gün yine ben kitabımı bulup rafın önüne çıkarınca beni sobelemişti...
* İşim gereği çok kitap okumak zorundayım, çünkü ben bir yönetim danışmanıyım. Şirketlere yönetim, kişisel gelişim konularında eğitim veriyorum, bireysel koçluk yapıyorum. Dolayısıyla yeni çıkan tüm kitapları takip etmek zorundayım. Tüm çıkan yayınları okuyamasam bile, mutlaka özetlerini okumaya çalışıyorum.
* Hayattaki en en önemli rolüm gereği okumak zorundayım, çünkü ben bir anneyim. Her ne kadar iç seslerime göre çocuğumu büyütsem de, bu konudaki kitapları da takip ediyorum. Öyle ya, bazı konularda Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok.
* Hobilerim gereği okumak zorundayım, çünkü ben bir hobi delisiyim. Yemek, seyahat, dekorasyon, bahçe düzenlemesi, örgü vazgeçemediklerim.Bunlarla ilgili çıkan yerli yabancı ne kadar kitap varsa her hafta sonu toplayıp eve getiriyorum. Arkadaşlarımıza ve eve gelen herkese göre çok büyük olan kütüphanemize artık sığamaz olduk.
* Ve rahatlamak, kafamı dağıtmak, bir süreliğine rutin hayattan çıkmak için okuyorum. Anı, macera, aşk, ikili ilişkiler, şiir vs. ne bulursam okuyorum.
* Yatmadan önce mutlaka okurum. Bir sayfa bile olsa okumalıyım, yatağa yatıp direkt uyuyamam. Başucumda bir kitap yoktur, mutlaka bir kaç kitap vardır ve yorgunluk durumuma göre değişir kitapların seviyesi.
* Bir kafede oturup asla kitap okuyamam. Çok fazla çevresini inceleyen, kim ne yapıyor gözlemleyen bir yapım var. Çevreye bakmaktan kitaba konsantre olamıyorum malesef.
* Kuaförde çok güzel kitap okurum ama. Ayda bir kez saç boyama rituelim var ve saçımın boyanması uzun sürüyor. Beklerken sevgili kuaförüm Ayhan ada çayı, habiskus karışımı bir içecek hazırlar bana, kitabım elimde değmeyin keyfime.
* Seyahate giderken yanıma mutlaka en az iki kitap alırım. Birinden sıkılırsam diğerini okurum diye. Ya da gittiğim yerden çok sıkılırsam en az iki kitap bitiririm diye.
* Kitap okuma lambalarına karşı bir düşkünlüğüm var. Çeşit çeşit lambalar alıyorum ama bugüne kadar en kullanışlısı gözlük şeklinde olan, benden söylemesi. Tabi sizin uyuduğunuzu sanan kızınız ya da kocanız, gece odaya girince bir çığlık yükseliyor. Yüzünde iki ışık olan insandan kim korkmaz gecenin kör karanlığında?
* Okuduğumda beni en çok etkileyen kitap ilk okul yıllarında sahip olduğum 'Çocuk Kalbi'dir. Edmondo De Amicis'in bu romanını hala dün gibi hatırlıyorum.
* Yazın güneşlenirken kitap okumaya bayılıyorum. Size bir sır vereyim mi, beni bıraksalar 12 saat yatarım güneş altında, üstelik çilliyim...Kitap okurken nasıl vakit geçiyor hiç anlamıyorum o yumuşacık süngerli şezlonglarda.
* Kitap okumayı çok seviyorum, çünkü ailecek yaptığımız ortak bir aktivite. Biz de herkes akşam yatağa yatınca kitabını alır eline. 8 yaşındaki kızım da çok seviyor okumayı. Zaten küçükken hep dua ederdi, bir an önce okumayı öğrensem de kendi kitabımı kendim okusam diye.
* Kitap okumanın yakışmadığı insan yoktur galiba ama bana kitap çok yakışıyor:))) Şimdi ben de kitabın çok yakıştığı arkadaşlarım Esra, Selgin ve kuzenim Bahar'ı sobeliyorum.
Friday, March 16, 2012
İmza: Kızın
Sabah gelen bir mail de işte yine beni coşturdu ve siz okurlarımla paylaşmak istedim. Harika iki insan Esra ve Selgin bir proje hazırlamışlar. Babanıza söylemek istediğiniz, söyleyemediğiniz herşeyi yazacağınız bir mektup...Bir şiir, beraber bir anınız ya da bunu yazmalıyım dediğiniz ne varsa. Tüm kadınları bu projeye davet ediyorlar. 1 sayfa uzunluğunda yazılacak mektuplar toplanacak ve kolektif bir kitap haline gelecek. Geliri mi ne olacak, o da Darüşşafaka'ya kalacak. Yani hem siz babanıza harika bir hediye vereceksiniz, hem sizin anılarınızla, o duyguyu hiç yaşamamış KIZ çocuklarının yararına bir yardımda bulunacaksınız.
Babanız hayatta olsun ya da olmasın hiç fark etmez yeter ki siz yazın. Şimdi arkadaşlarım Esra ve Selgin ile beraber ben de bu projeyi hayata geçirmek için baş koydum ve 100 kadın 100 mektup için kolları sıvadım, kaleme kuvvet dedim. Siz de yazabiliyorsanız ya da yazacak kişiler tanıyorsanız, 1 A4 Times New Roman formatında 12 puntoluk mektubunuzu, son bir kez de sen bak derseniz bana banuduru@gmail.com adresine, ben hazır bir şekilde yapar yollarım diyorsanız, imzakizin@gmail.com adresine 15 Nisana kadar yollayın, yollayın ki babalar gününe yetiştirelim.
Kitabı Yitik Ülke yayınevi basacak. Hani "Seksenlerde Çocuk Olmak" adlı kitap vardı ya işte onu basan yayınevi. Kitaba sığmayan, yetişmeyen mektuplar imza:kizin’a ait web sitesinde yayınlanacak. Haydi acele edin, yazın, yazacak kişilere yayın ve hep beraber bu projenin başarısını kutlayalım. Sonrasında gelecek olan, İmza: Karın, İmza: Kocan için enerji depolayalım.
Tuesday, March 13, 2012
Sorumlu ebeveyn olup, sorunsuz çocuklar yetiştirmeye var mısınız?
Hepimiz, aslında geleceğin çalışanlarını, doktorunu, avukatını, başbakanını yetiştiriyoruz. Bunun için ufak çapta ailemizde başlayacak olan iyileşme, yayılacak büyüyecek ve ileride çocuklarımız bizim bugün yakındığımız konuları konuşmayacak, bilmeyecek. İşte benim hayat felsefem de bilgilerimi paylaşmak, ilgi alanımdaki konuları etki alanıma geçirerek çevreme farkındalık kazandırmak. Bunun için de önce sorumlu birey olmak ,sorumlu anne olmak, sorumlu vatandaş olmak...İşte STET de bu mantıklı yola çıkmış ve SORUMLU EVEVEYNLER SORUNSUZ ÇOCUKLAR felsefesini benimsemiş. Sorunsuz çocuğu da yetiştirecek kim? Anneler. İşte bu yüzden kadın ayağı çok önemli diyor STET ve ilk panelini de bunun için düzenliyor. Panelden bahsetmeden önce biraz kuruluş hikayesini duymak ister misiniz?
Aslında herşey Van depremi sonrası yapılan yardımların doğru yere ulaşıp ulaşmadığının sorgusuyla başlamış ve deprem sırasında yapılan yardımlara ve yardım çağrılarına daha iyi hizmet verebilmek amacıyla dernekleşmeye karar verilmiş ve Aralık 2011 tarihinde resmi kurulmuş. Ah benim o zaman niye haberim olmadı yanarım ona yanarım. Ben de güzeller güzeli depremzede Beyda’yı burada özel bir okula yazdırmak, ailesine destek için ne çabalamış, ne kadar yardım toplamıştım, belki STET ile çok daha hızlı ve çabuk sonuç alabilirdim.
STET, her ne kadar hamilelikten tutun da, annelerin, kadınların, çocukların yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışsa da, psikolojik ve şiddet gören, eğitim hakkı elinden alınmış, afetzede, ailesi olmayanlara yardım etse de bunu ezbere yapmıyor,kişiyi yalnız bırakmıyor. Gerek hukuki hakları, gerek iş bulma kısmı ile bizzat ilgileniyor ve bu konularda da uzmanlardan destek alıyor. Bunun için de STET in konusunda uzman, ya da çorbada tuzu bulunacak eğitimli, bilgili ve gerçekten empati kurabilen kişilere de ihtiyacı var.
Bütün bu anlattıklarıma bir ilk teşkil etmesi açısından da geçtiğimiz Pazar günü Şişli Belediyesi konferans salonunda bir panel düzenlediler: TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK PANELİ.
Siz biliyor muydunuz
• Dünyada her 3 kadından 1’i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor
• Her 5 kadından 1’i hayatının bir döneminde tecavüz ya da tecavüz girişimi kurbanı oluyor.
• Okuma – yazma bilmeyen ve eğitim hakkından mahrum 1 milyardan fazla yetişkinin 2/3 ü kadın
• Dünyadaki arazilerin sadece %1’i kadınlara ait.
Ve şunu biliyor musunuz ülkemizde kadın işgücüne katılım oranı %23 ile %29 arası. Erkek oranı ise %70 ile %72 arası. Ve yine ülkemizde 15-65 yaş arası nüfusun sadece ve sadece %10 u üniversite mezunu...
Yani diyeceğim o ki, artık kadınlar evlerinden çıkmalı, çocuk büyütmenin yanında işgücüne katılımları artmalı ve güvenleri tam olmalı. Amacım burada feminizm propagandası yapmak filan değil, sadece bugünün bilim adamını da bugünün sanatçısını da bugünün yan kesicisini de bir ANNE bir KADIN yetiştiriyor. Anne önce kendine güvenir, hakkını bilir, tehditler karşısında arkasını dayayacak bir kurum bulursa ancak, yoluna devam edebilir.
STET, işte ilk paneliyle bu konuda farkındalık yarattı. Bundan sonra da yaratmaya devam edecek ve en azından ben sorumluluk adına elimi taşın altına soktuğum için bu gece ve her gece rahat uyuyacağım. Şu an merkezleri ve tek şubeleri İstanbul'da ama çok yakında ÇOĞALACAĞIMIZA yürekten inanıyorum.
Bu panel için dernek başkanı Nehir Turan’a ve beni davet edip bu organizasyonla tanıştırdığı için sevgili arkadaşım Ayşe TOLGA’ya çok teşekkür ederim...
www.stetdernek.org
stetdern@stetdernek.org
Hatboyu cad.56/B
Bakırköy/İstanbul
0212.660.03.20
Saturday, March 10, 2012
YAŞAMAYI SEÇMEK
Yeşim Mutlu'nun önderliğinde Starbucks’da kahveler eşliğinde başlayan söyleşinin orada bulunan tüm bloggerlara çok büyük farkındalıklar sağladığını düşünüyorum. Bir kere Dida Kaymaz’ın inanılmaz akıcı konuşması, kanseri savaşılması değil, gönderilmesi gereken bir şey olarak görmesi ve İtalya’ daki Umberto Veronesi Vakfı’nın Türkiye temsilcisi olması ona olan inancınızı,bilgisine olan güveninizi inanılmaz sağlamlaştırıyor ve kanserle yaşamasını hayatın bir parçası olarak dile getirmesi bugüne kadar olan tüm düşünsel modellerinizi yıkıyor. Hakikaten hep ‘kanserle savaştım’ , ‘ben kazandım, kanser kaybetti’ gibi sözler duyarım yani bir kazanan bir kaybeden vardır her savaşta olduğu gibi. Dida, bunun bir savaş olmadığını, sadece her vücutta bulunan hücrenin gönderilmesi gerektiği şeklinde bir düşünce ile hayatın çok daha kolaylaştığını anlattı. Ayrıca psiko onkolog ve onkolog diyetisyeninden aldığı desteğin öneminden bahsetti. Normal bir psikologun bu konuda, hastanın yaşadıklarını anlaması konusunda zorluk yaşayacağını ya da normal bir diyetisyenin kanserli bir kişi için hazırlayacağı diyet programının yetersiz kalabileceğinden bahsetti. Öyle ki kanser tedavisi gören bir kişinin bağışıklık sisteminin bir bebeğinki gibi olduğunu, beslenmenin bu konuda çok önemli olduğunun özellikle altını çizdi.
Dida’nın ışıl ışıl parlayan yüzü, sıcacık ses tonundan sonra yumuşacık tavrı ile Dr. Şerife Şimşek devam etti konuşmaya. O konuşurken kalkıp öpesim geldi onu bir ara. Niye mi; bir tıp doktorunun bu kadar sade bir dille konuşması, bu kadar güleryüzlü olması ve bu kadar empatik olmasına alışkın değildim ben. Sonunda bir de kalkıp cep telefonunu verdi bana, inanabiliyor musunuz? Yani aklına takılan herşeyi sor dedi. Yok canım doktor değil melek olmalı bu kadın. Erken teşhis ve düzenli kontrol ile meme kanserinin öldürme riskinin çok düşük olduğunu, fast food alışkanlığının mutlaka terk edilmesi gerektiğini, her yıl ultrason yaptırmakla beraber 40 yaşından sonra mutlaka iki senede bir mamografi yapılması gerektiğini tüm dinleyicilere bir kez daha hatırlattı.
Ne ilginçtir ki, katılımcıların arasında bir kanser hikayesi olmayan neredeyse yoktu. Ya annesi, ya babası, ya eşi, ya çok yakın bir arkadaşı....herkesin soracak bir sorusu ya da benim gibi duymak istediği yanıtı bir de uzmandan dinlemeye ihtiyacı vardı. Herkesin yüreğine dokunan bir konuydu bu ay anlayacağınız...Gerek Dida Kaymaz gerek Dr. Şerife Şimşek samimi tavırlarıyla herkesin her sorusunu yanıtladılar. Bir de Dr.Şimşek’in annelere güzel bir haberi vardı: yapılan araştırmalara göre 32 yaşından önce hamile kalmış ve 9 aylık hamileliğini yaşamış, bebeğini emziren annelerin meme kanserine yakalanma riski çok daha düşükmüş. Söyleşi devam ederken Pastacı Rapunsel’in hazırladığı harika kurabiye ve cupcakler ile Pastacıkremasının nefis pastası günü daha da renklendirdi. Yönetmen
Şenay Ertorun’un görüntülediği söyleşi,Yeşim Mutlu ile Kansersiz Yaşam Derneği’nin destekleriyle 50 kadına 50 mamografi hediye edilmesiyle sona erdi. Dedim ya bu güzel gün bloggerların çabaları, enerjileri ile güzelleşti. Bir sonraki ay Hakkarı’de bir okula kütüphane kurulacak, bir sonraki ay...bir sonraki ay...Böyle böyle yayılacak güzellikler, iyilikler ve ben bunları size yazmaya devam edeceğim. Fotoğraflar için Ayça Oğuş,Burcu Çalışkan ve Vuslat Sena’ya TEŞEKKÜRLER
Thursday, March 08, 2012
YA NASİP YA KISMET
Saturday, March 03, 2012
Hayallerime ulaşmak için bana destek olur musunuz??
Monday, February 20, 2012
Kansersiz Yaşam Derneği
Friday, February 17, 2012
Blogger anne, blogger baba 5. buluşma ve Van için örüyoruz
Wednesday, February 15, 2012
Petunia Pickle Buttom, Lala's Pequenos ve Onda Sole Mother&Baby
Wednesday, February 08, 2012
HAVVA ANA
Doğma büyüme Bodrumlu Havva Ana. İki kardeşi var ve annesi birgün diyor ki “benim hepinizi okutacak gücüm yok; gel sen okuma ben sana çeyiz yapıvereyim, onlara yapmam”..Havva Ana çeyizi kabul etmiyor, beni lise bitene kadar okut başka birşey istemem diyor ve 1972 yılında açılan Bodrum Lisesi’nin ilk mezunlarından oluyor. O zaman köyden kasabaya giden sadece bir dolmuş var, aynı dolmuş bir de akşam dönüyor o kadar. Yani Bodrum’un boş, ıssız zamanları. Çok güzeldi o zamanlar görecektin sen buraları diyor.
Havva Ana’nın o zamanlar çeyizde gözü olmadığı gibi şimdi de gösterişte, eşyada, lükste hiç hevesi yok. Tek derdi oğluna iyi bir eğitim aldırmak ve gelecek bırakmak. Bu işe, bu harika kahvaltı sofralarına da zaten bunun için başlamış, oğlunu okutabilmek tek derdi. Ondan süt, tereyağ, yoğurt almaya gelen İstanbullu yazlıkçılar, her geldiklerinde Havva Ana’nın ikram ettiği çöreği böreği yerken bir yandan da ona hep bu işi meslek haline getirmesini, çok iş yapacağını söylüyorlar. O sıralar oğlu İlyas lisede ve eğitimi için paraya ihtiyaç var. Bir Amerikalı ile tanışıyor Havva Ana köyde ve kendi deyimiyle “Amerikalı da doğalcı ben de”. Birbirlerini çok seviyorlar çok şey paylaşıyorlar çünkü ikisi de doğal ürünler yetiştiriyor, toprak seviyor. Dostlukları ilerliyor, Amerikalı arkadaş Havva Ana’nın yaptığı yemekleri internete koyuyor ve hakkında yazı yazıyor. 1 hafta sonra arayıp TV’den geleceklerini orada program yapacaklarını söylüyor. Tam sebze meyve zamanı, herşey doğal ve Havva Ana herşeyden herkesten daha doğal. İşte o andan itibaren Havva Ana için güzel günler başlıyor. Fatih Terim ve Acun Ilıcalı’nın ziyareti ile ünü daha da yayılıyor. Bu arada ünlenirken o hiç boş durmuyor ya da rehavete kapılmıyor, hep kendini geliştiriyor, mekanını güzelleştiriyor, yenilikler yaratıyor. İŞİNİ GÜZEL YAPACAKSIN diyor başka birşey demiyor.
Yaptıklarını satıyor Havva Ana, özellikle de mandalina ve bergamut reçelini gelenlerin çok sevdiğini şişe şişe alıp götürdüklerini söylüyor. Özellikle belirtmeden de geçmiyor, eğer kahvaltı için yedek varsa veririm yoksa asla satmam, benim için önce gelenlerin mutluğu, doyması önemli diyor. Bahçeler bitmeden sezonu da açmıyor, önce çiçek, renk önemli onun için.
Geçen yıl İtalya Torino’ya gitmiş ve orada bizi temsil etmiş. Türk bayrağını taşıdım diyor gururla. Türkiye’nin yemeklerini, doğal ürünlerini, kültürünü orada anlatmış ve bir sürü de insan tanımış. Havva Ana bu kadar ilgiye, rağbete rağmen asla büyümeyi, daha fazla masa eklemeyi düşünmüyor. İstanbullu sanatçılar bana kızıyor yer yok, burnu büyüdü filan diyorlar ama büyürsem her telefonsuz geleni alırsam hizmet kalitem düşer, yine onlar zarar görür diye de ekliyor.
E başarı bu kadar büyük olunca meyve veren ağaç taşlanır misali Havva Ana’yı da eleştiren çok. Komşuları, onlarla görüşmediği, gidip gelmediği için pek şikayetçilermiş. Valla isteyerek değil ama vaktim yok diyor. Maya at peynir yap, yaza sebze meyve hazırla, etrafı yıka pakla, süt sağ derken gün geçiyor,onlarla laf yapacak zamanım kalmıyor diyor. O kadar içten o kadar nur yüzlü bir insan ki, bilerek isteyerek insanlardan kaçması zaten mümkün değil.
Benim asıl ilgi alanım anneliğe gelince Havva Ana kendini çoooookkkkk fedakar bir anne olarak görüyor. Oğlu için yapamayacağı şey yok ve her annenin de fedakar olması gerektiğini, çocuğu için her tür zorluğa katlanması gerektiğini ama yeni nesil annelerin biraz rahatlarına düşkün olduğunu da ekliyor. “Peki ya sen?” deyince, o; çoktan kaderine razı:” ileride kadın tutar baktırırlar bize de, e ne yapsınlar işleri güçleri olacak tabi” diyecek kadar da hoşgörülü ve gururlu.
İşte Bodrum’dan Havva Ana izlenimlerim böyle. Ben kabak çiçeği dolmasını, elleriyle yaptığı ekmeğini ve daha çok şeyini tadamadım ama insanlığına, doğallığına, tereyağına, reçellerine bayıldım. Yolunuz düşerse mutlaka Havva Ana’da kahvaltı yapın derim. Öyle deniz manzarası, şık koltukları, tam takım çay bardakları yok, bunları beklerseniz hiç gitmeyin. Gitmişken köpeği Yıldız’a da benden de selam söyleyin. Ama asla telefon açmadan gitmeyin üzülürseniz sonra karışmayız. Şımarıklığa, ukalalığa hiç gelemiyor ha benden söylemesi. Sanatçı sanatçılığını, gazeteci gazeteciliğini, insan insanlığını bildikten sonra kapımız herkese açık diyor ve son sözü de ekliyor: “İŞİNİ GÜZEL YAPACAN,BEN BAŞKA ŞEY BİLMEM”.
Havva Ana (cep): 0532.684.79.66
Ev: 0252.386.33.06
Thursday, February 02, 2012
Yaz tatili kış tatili
Biz iki yıldır kızımla sömestre tatilinin ilk haftası kayak tatili yapıyoruz. O da ben de iki senedir kayıyoruz ve kendimizi geliştirmek adına bu kısa tatili kaçırmıyoruz. Her yıl gittiğimiz yaz ve deniz tatilinden çok farklı ama bu tatil. Bazen çileden çıkacak kadar yorulduğum kış tatili ile yaz tatilinin farklarını benden duymak ister misiniz,
*Yazın valiziniz bir bilemediniz iki olur ve genelde ikisi de küçük boydur. Çünkü kıyafetler incedir. Mayo, bikini, güneş gözlüğü fazla yer tutmaz. Elbise, şort, pareo gibi giysiler tiril tiril olur ve hiç yer tutmaz. Kış tatilinde en büyük boy valizlerden üç tane gerekir. Kayak kıyafetleri, içlikler, atkı, bere, kask, eldiven, kar maskesi, kar gözlükleri...Tabi iki kişiyseniz hepsinden en az iki çift...kaybolma riski çok yüksek bu arada. Bunlar sadece kayak için..Ayrıca giyilecekler de ikiye ayrılır..Sıcak olan kış otellerinde içeride giymek için ince kıyafetler, dışarı çıkıp yürümek istediğinizde giyeceğiniz kazaklar, pantalonlar..E mutlaka akşam havuza girmek isteyen çocuğunuz için mayo, bone, gözlük, havlu...
*Sahile inerken yanınıza bir çanta alır içine yedek mayo, gözlük, kitap, su, havlu, güneş kremi alırsınız ve her daim yanınızda olur bunlar. Çocuğunuz için de ayrıca bir çanta hazırlar kova, kürek, barbie bebekler, kitap alırsınız. Kayağa çıkarken öyle mi? Önce odada montunuz, bereniz, atkınız hariç giyinirsiniz ve çocuğunuzu giydirirsiniz. Montlarınızı giyerseniz kurdeşen dökeceğinizden emin olun, çünkü burası bir kış oteli ve her daim hamam gibidir. Kayak odasına inip diğer tüm kıyafetlerinizi tam takım giyer, aykkabılarınızı çıkarır, önce kendi kayak botlarınızı giyer zorla parmaklarınız uyuşana kadar kilitler sonra çocuğunuzun kayak ayakkabılarını giydirir ve ter içinde kalırsınız. Çocuğunuzun kaskını giydirir bir köşeye oturtur kayak takımlarınızı alırsınız. 4 kayak, 2 baton (çocuğunuz size acır bari batonlarımı taşıyayım der) ile terden yapış yapış olarak ayağınızda kilonuzun yarısı kadar botlarla zar zor kapıyı açar ayaza çıkarsınız. Bu arada kayaklar, batonlar düşmediyse şanslısınız.
*Denize girmek için sıra beklemezsiniz, canınız istediği anda buz gibi sulara atlarsınız. Ama kayak için sıranızı beklemek zorundasınız: telesiyej sırası.
*Denize girerken kart okutmanız gerekmez, kayak yaparken ski-pass denilen kartınız yoksa koca bir hiçsiniz.
*Tuvalet ihtiyacınız olduğunda yaz tatilinde hemen en yakın wc kabinine gidersiniz, hatta tuvaleti gelen çocuğunuzsa....Ama kayak sırasında tuvaletiniz geldiyse vay halinize. O kayakları çıkarmak, emanete vermek, o devasa botlarla en yakın tuvalete çıkmak – ki her zaman üst katlardadır bu tuvaletler- salopetlerinizi indirmek, soğukta oturmak...
*Denize girdikten sonra duş alıp odanıza rahat rahat çıkarsınız, kayak bitince bu kadar kolay değil. Önce çocuğunuzun sonra kendinizin kayakları epey bir sıra bekledikten sonra emanete verilir. Kasaya kapattığınız botlarınız alınır, kayak botları yerine konur. Terlemiş olan ve anında soyunan çocuğunuzun kaskı, eldivenleri, montu bir elinizde, sizin kıyafetleriniz diğer elinizde yorgunluktan ölmüş bir şekilde odaya çıkarsınız. Amaaaa tüm bu zorluklara rağmen;
Bembeyaz karların arasından kuğular gibi süzülerek inmek, özgürlüğün alasını yaşayıp uçuyor hissine kapılmak, yeni yağan kara ilk adımı atmak, sessiz sedasız ilerleyen bir koltukta hafif bir müzik eşliğinde bembeyaz ağaçların kah üstünden kah yanından geçmek, zirvede bu koltuktan inip dev bir şöminenin önünde sahlep içmek , sabah uyanıp da camı açtığınızda uçsuz bucaksız bir pamuk tarlası görmek, lapa lapa yağan kar altında yürüyüş yapmak ve hiç üşümemek...
KIŞ TATİLİ HERŞEYE DEĞER...