Friday, January 27, 2006

BİR ÇOCUK BAKICISINDAN NE BEKLERSİNİZ?

Yakında kitabı çıkacak bir yazar-çocuk bakıcısı- benden "aileler bir bakıcıdan ne bekler?" konusunda kendisine biraz fikir yazmamı istedi. Ben de yazdıklarımı paylaşmak istiyorum:
Aileler bir bakıcıdan ne bekler bilmiyorum ama benim ilk olarak beklediğim şey, sevecen olmasıdır. Bakıcının güleryüzlü olması, çocukla kurduğu iletişim ve ona verdiği pozitif enerji çocuğun bütün yaşantısını etkileyeceği için, benim için bu konu en önemli bölümü oluşturuyor. Ayrıca bakıcının sadece çocuğa değil genel anlamda hayata bakış açısının pozitif olması çok önemli. Problem yaratan değil çözüm yaratan olması da ayrıca önemli bir nokta. Herhangi bir sorun ya da karmaşa karşısında olayları daha da karmaşıklaştıracağına uygun çözüm bulması ve uzlaşmacı yaklaşımının olması son derece önemlidir. Her olayın olumsuz yanını görmesi sürekli sorun odaklı olması çocuğun da sürekli negatif olmasına yol açacaktır.

Bakıcının mutlaka anne olması benim için önemlidir. Kendi çocuğu olduğu için çocuk dilinden daha iyi anlayacaktır. Çocuklarıyla kurduğu iletişim ve onları yetiştirme tarzına bakarak kendi çocuğumun da nasıl bakıldığına dair fikir yürütebilirim. Çocukla çocuk olabilmesi, kendini çocuğun yerine koyup onun neler yapabileceğini düşünmesi son derece önemli.

Bakıcının sadece çocuğun fiziksel bakımıyla değil manevi bakımı ve beyinsel gelişimiyle de ilgilenmesi önemlidir. Çocukla eğitici oyunlar oynaması, oyuncaklarıyla beraber oturup oynaması, onunla su oyunları oynaması çok önemli. Onu televizyonun karşısına oturtup programları izlemesi ya da sadece çizgi filmle onu avutması çocuğun beyinsel gelişim açısından oldukça tehlikeli bence. Resim yaparak, kitap okuyarak, lego yaparak büyüyen çocukla TV izleyerek büyüyen çocuk oldukça farklı olacaktır.

Bakıcının biraz ilkyardım bilmesi de benim için önemli bir konu. Boğazına bir şey kaçtığında nasıl çıkaracağını, genzine su kaçtığında ne yapacağını, ya da aniden ateşlendiğinde hangi ilacı vereceğini bilmesi ilk müdahale açısından son derece önemli. Deprem anında evin neresine saklanacağını söylemek de biz ailelerin görevi bence. Uygular ya da uygulamaz o panik anında bilemeyiz ama bunu ailelerin anlatması çok önemli.

Bakıcının kullandığı dil yani Türkçe de önemli bir konu. Son okuduğum yazıda, yabancı bakıcıların büyüttüğü çocukların ilkokula başladıklarında ciddi bir dil ve anlama zorluğu çektikleri yazıyordu. Bu konu benim için önemli. Ben bakıcının doğru bir Türkçe kullanmasını en azından anlaşılabilir konuşmasını tercih ediyorum.

Temizlik ve hijyen beklemeyen bir aile yoktur herhalde. Eve geldiğinde elini yıkaması, evin içerisinde giydiği kıyafetle sokak kıyafetinin ayrı olması, alt değiştirmelerden sonra ellerini yıkaması, yiyecekleri yıkaması benim için son derece önemli. Zaten çocuğun gelişiminden bunu çok rahat gözlemleyebilirsiniz.

Bakıcının da bir özel hayatı olduğunu unutmamak gerekiyor. Onun da ailesi, sorunları, üzüntüleri olması son derece doğal. Zaman zaman bunu size de yansıtabiliyorlar. Bu konularda onlara destek olmak, sorunlarını dinlemek ve elimizden geleni yapmak sadece çocuklarımıza baktıkları için değil aslında bir insanlık görevi olduğu için önemli. Bununla beraber bakıcının tepkilerini, üzüntülerini size yansıttığı gibi çocuğa yansıtmaması gerekiyor. Benimle her şeyini paylaşmasını doğal karşılıyorum ama çocuğuma üzüntüsünü yansıtması, onun yanında ağlaması ya da sinirini ondan çıkarmasına izin veremem. Bunun olması ya da benim bunu fark etmem hayatta izin veremeyeceğim bir konu. Bu konuda onlarla konuşmak gerekir. Bunu devam ettiriyorsa da işine son vermek için bir neden olabilir bu.

Kendim çok saat odaklı olmadığım için ondan da aynı şeyi beklerim.Yani şu saatte geldim şu saatte gitmem lazım. 5 dak. Erken geldim 5 dak. Erken çıkarım gibi sürekli pazarlıklar beni rahatsız eder. Burada biraz anlayışlı olmayı ve uyumlu olmayı beklerim. Kendim çok fazla bunlara takılmadığım için onun da daha esnek olmasını beklerim.” İşim saat 18:00 de biter” deyip yarım saat geç kalan anneyi beklemeyip sokaklara düşerse bu beni son derece etkiler.

Son olarak da biraz hareketli ve aktif olması önemli. Çok sessiz, pasif, çocuğa laf dinletemeyen bakıcının çok da başarılı olabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Neşeli, canlı, gür sesli olması çocuğu da canlı, cıvıl cıvıl yapacaktır.
Evet bu fotoğraf da benim kızımın bakıcısı.










Thursday, January 26, 2006

KAR VE BEN

Özgürümmmmmmmmmmmmm. Bugün dışarı çıktım nihayet. İşe gitmem gerekirken ayaklarım bana sinemaya git dedi. Dışarısı o kadar güzeldi ki, sokakta yaşayanlar olmasa hep böyle olsun diyordum ki; aklıma evde mahsur kaldığım anlar gelince ve karın erirken sokakları çevirdiği çamur göllerini görünce hemen bu fikrimden vazgeçtim. Bugün merkezi bir semtte olduğu için ve de ulaşımı çok kolay olduğu için evimi bir kez daha çok sevdim. Dışarı çıktığımda arabamı almadan istediğim heryere gidebildim. Tüm araçlar emrime amadeydi doğrusu. Annemle buluşup doğru alışveriş merkezine gittik. O "Organize İşler" filmine ben de "Kar ve Kaplan"a girdim. Hayat Güzeldir’in Oscar ödüllü yönetmeni ve oyuncusu Roberto Benigni’nin son filmi ‘Kar ve Kaplan’ beni biraz hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Aşk filmi desem değil, Irak savaşını anlatıyor ama savaş filmi de değil. Komik gibi görünüp saçma sapan espriler.... Yani çok beğenmedim doğrusu. Kar ve Kaplan yerine evime geldiğimde bahçede gördüğüm Kar ve Kardanadam beni daha mutlu etti doğrusu.

Wednesday, January 25, 2006

MİNCİ GELAÇVEYİ

Kar fena bastırdı, bembeyaz bir örtü kapladı heryeri. Eve mahsur kaldık. Sokağa çıkamıyor kimse, yollarda kalırım korkusuyla. Duru ve ben de evden dışarıyı izliyoruz iki gündür ana kız başbaşa. Tabi bu arada annesi sürekli yemek yapıyor Duru'nun. Uzun zamandır fırsat bulup pişiremediklerim, yeni öğrenip de denemeye fırsat bulamadıklarım ilk sırayı alıyor. Bu arada Duru ya benim herşeyime karışıp mutfağı yerle bir ediyor ya da su dolu minik oyun küvetinde oyuncaklarını yıkıyor. Yani her dakika bir hareket var evimizde. Akşam hava nedeniyle işinden erken çıkıp gelen Erkan ise halinden çok memnun gözüküyor. Benim yaptığım yemekler ve Duru'nun daha uykusu gelmemiş haliyle evin keyfini sürüyor resmen. Bugün kafama Karadeniz yemekleri yapmayı koymuştum. Sabahtan planlarımı yapıp, pazı dolmasını sarmış, eğitimlerimden birinde çok değerli bir erkek katılımcımın anlattığı Karadeniz yemeği "minci gelaçveyi" ni akşama bırakmıştım. Çok değişk bir adı var değil mi? Doğu Karadeniz yöremizin bir yemeği imiş. Çok pratik ve hazırlaması kolay olduğu için ve de çok sevdiğim mıhlamaya biraz benzettiğim için yapmayı kafama koymuştum, katılımcım anlatırken. Karadenizli değilim ama damak zevklerini çok beğenirim. Fotoğraflar istediğim gibi çıkmasa da tadı çok güzeldi. Önce buyurun malzemeler:

•Minci (Lor peyniri) (70gr)
•Tereyağ ( 1 kaşık)
•Sarımsak (1 diş)
•Su (1 bardak)
•Tuz
•Mısır ekmeği
Önce tavada tereyağını sarımsakla beraber eritiyorsunuz, üzerine peyniri ekleyip daha kavurmadan 1 bardak suyu katıyorsunuz (ben kaynar su koydum), kaynamaya başlayınca ufalanmış mısır
ekmeğini katıp bir süre karıştırarak pişiriyorsunuz.
Hepsi bu. Sıcak sıcak ekmeğinizi batırıp yiyorsunuz. Benimki biraz koyu olmuştu sanırım ekmeği fazla geldi. Ama Karadenizli olmayan biri ve ilk deneme için hiç de fena değildi. Bu arada Duru mu ne yaptı; oyuncaklarını yıkıyor bahanesiyle bütün banyoyu ve üstünü sırılsıklam yaparak benden kocaman bir PUFFFFFFFFFFFFF aldı.

Tuesday, January 24, 2006

ÇİÇHO SEVGİ BATTANİYESİ

İlginç bir başlık değil mi? Yeni blog arkadaşım Erva'nın başlattığı bir proje bu. Okur okumaz çok etkilendim ve paylaşmak istedim. Paylaşmakla da kalmayıp faaliyete geçtim. Sevgi battaniyesi projesi; elinizde kalmış yünlerle değişik renk, model 20*20 ebatlarında örülmüş parçaların Erva'nın annesi tarafından birleştirilip, astarlanarak battaniye haline getirilmesi ve Çocuk Esirgeme Kurumlarındaki çocuklara doğum günü hediyesi olarak verilmesi. Siz örüyorsunuz, paket yapıp Erva'ya gönderiyorsunuz ya da bana gönderebilirsiniz ben benimkilerle gönderebilirim. Onlar da birleştirip bu harika Sevgi Battaniyelerini oluşturuyorlar. Bugün kardan dolayı eve kapanınca ben renk renk çeşit çeşit ördüm bile. Örerken de sevgimi kattım, ruhumu kattım. Hem kafam dağıldı, hem elimde kalmış yünler değerlendi, hem de kimsesiz çocuklar için bir katkıda bulunmuş oldum. Daha ayrıntılı bilgi isterseniz Erva yı ziyaret edin derim.

Sunday, January 22, 2006

PAZAR HEDİYESİ

Klasik bir pazardı yine. Malesef Duru yine 06:00 da kalktı ve gün boyu yaramazlıktan ne yapacağını şaşırdı. Kışları çok da keyifli olmuyor bu kadar erken kalkmak. Bahar ya da yaz olsa alır onu da yürüyüşe çıkarım ama -1 derecede yürümek pek akıl karı gibi gelmiyor. Madem erken kalktık eh saat 11'de de arkadaşlara kahvaltıya davetliyiz, şimdi ekmek yapsam taze taze yeriz dedim. Ve hemen mutfağa koşup en sevdiğim mutfak aletlerimden biri olan Ekmek Makinemle yeşil zeytinli ekmek yaptım. Arkadaşlara gidiyoruz diye de ekmeği biraz orijinal paket yaptım ve harika bir hediye oldu. Hem günün anlam ve önemine uygun hem sağlıklı hem de değişik. Tavsiye ederim. Ben çavdarlı yaptım siz 7 tahıllı deneyin derim.

Wednesday, January 18, 2006

BİR KÜÇÜK PENCERE, BİR AYDINLIK


Size de hiç olur mu bilmem. Canım bazen çok sıkılır, sebebi yoktur aslında. Herşey yolunda gider, sağlıklıyımdır, çevrem, ailem mutludur ama bir hüzün kaplar içimi. Yataktan kalmak istemez canım. Çok severek yaptıklarımı yapmak zulüm gelir. Hava hep karanlıktır o zaman benim için, gözümde iki damla yaş hep akmaya hazır ve nazır bekler. Camlar kapalıdır, perdeler örtülü kalbimde. Tek istediğim boş boş oturmak olur o anlarda, bir noktaya bakmak ama boş boş. İnsanlardan kaçmak isterim, kabuğuma çekilmek ve sadece yalnız kalmak. Ne sıkıntılı anlardır o anlar aslında, bilirsiniz geçeceğini. Bunun hep yaşandığını ve bitteceğini. Ama bitmeyecek gibi gelir sanki kiç çıkamayacakmışsınız gibi o karanlık odadan. Hayat hep pijamalarla dolanmak hep uyumak olsa derim o anlarda. Arabamdan nefret ederim beni alıp gezdiriyor diye. Duvara sarılan sarmaşık gibi birşeyler sarar beni. Küçücük pencereyi açıp kocaman gökyüzüne çıkmak uçmak isterim ama sarmaşıklar izin vermez bazen. Ama bilirim ki hep gökyüzü masmavi ve hep orada. BİR KÜÇÜK PENCERE, BİR AYDINLIK BANA.

Friday, January 13, 2006

BARCELONA V (11 Ocak)


İşte artık dönüş vakti. Rambla, Gaudi, Girona, Dali, Picasso derken bir Barselona maceramız böylece bitti. Dolu dolu geçti, dünyayı bir adım daha tanımış olduk. İspanyollar gerçekten gerek fiziksel olarak gerekse yaşayış tarzlarıyla bizlere çok benziyorlardı.
Erkan ve ben 6 yıl aradan sonra tekrar balayı yaptık gibi geldi bu arada. Elele caddelerde yürürken, gürültüden, stresten, kaygılardan uzak, diz dize beş gün geçirdik. Şu anda havaalanında uçağımızın kalmasını bekliyoruz ve şimdi çok daha heyecanlıyım. Çünkü birkaç saat sonra bebeğime kavuşacağım.
Son olarak Barcelona'ya giderseniz benden size 10 küçük ipucu:

* Mutlaka gitmeden önce yanınıza bir küçük Barcelona el kitabı alın ve okuyun.

* Sadece denize girmek amaçlı gidecekseniz çocuk götürün, aksi takdirde gezi amaçlı gidecekseniz çocukla çok fazla yer gezemezsiniz gezerseniz de o çok yorulur. (Giderken yaşadığım kaygıların çok yersiz olduğunu oradayken anladım ve hiç pişman olmadım kızımı götürmediğime.)

* Girona şehrini mutlaka görün hatta görmeden dönmeyin.

* Barselona'da İtalyan restoranlarında pizza yiyin en az İtalyanlar kadar başarılılar.

* Mercat de la Boqueria ya uğrayın ve çeşit çeşit meyvelerden tadın.

* 5 gün kalacaksanız metro için 10 kullanımlık bilet alın.

* Mutlaka maça gidin. (Bu önerim daha çok beylere, ben de Erkan'dan duydum)

* Esas ara sokaklarda gezin, buraların mistik havasını koklayın.

* Dali müzesine mutlaka gidin.

* Passeig De Gracia daki şık mağazalar girin.

BARCELONA IV (10 Ocak)

Bugün Barcelona'da son gezi günümüz, yarın saat 13:30 da ülkeme, kızıma kavuşmak üzere uçağa bineceğiz. Bugünü çok iyi değerlendirmeliydik. Yürümekten ayaklarımızda hal kalmadı, bugün görmek istediğimiz yerler Barcelona dışında iki farklı şehir olduğu için araba kiralamaya karar verdik. Gerçi önceleri bu konuda aramızda çok anlaşamasak da, sonunda uzlaştık ve çok cici minicik bir panda kiralayıp yola çıktık. Bakmayın yola çıktık ama otobana çıkmamız o kadar da kolay olmadı. Şehir içinde ha o sokak, ha bu cadde derken birbirimizi yiyip "ben demiştim", "sen bilmiyorsun", siz öyle dediniz" gibi sürekli saldırı ve savunmalardan sonra tabi ki yine Berrin ve benim sayemde otobana çıktık. İlk durağımız Barcelona'ya 1 saat 20 dakika uzaklıkta olan Girona şehriydi. Girona, Katalan Musevi cemaatinin 600 yıldan fazla yaşadığı bir yer. Yol o kadar güzeldi ki, İspanya'nın ekolojik yapısının da görülmeye değer olduğuna karar verdik. Girona'ya girer girmez çok aç olduğumuzdan ilk olarak birer sandviç yedik. Daha sonra ise bu harika şehri gezmeye başladık. Bu güzel şehrin en hoş manzarasını Riu Onyar adını verdikleri kıyı ve kıyı boyunca dizilmiş pastel renkteki binalar oluşturuyordu. Floransa'daki köprüler ya da Venedik'teki Murano Adası'na çok benziyordu burası. Bana bu Barcelona seyahti boyunca en çok nerelerden etkilendin diyecek olursanız herhalde hiç düşünmeden Girona ve Girona'nın beni geçmişe, Ortaçağa götüren o dar sokakları derim. Bir şehir bu kadar mı güzel olabilir, bu kadar mı tarih kokabilir, bu kadar mı geçmişine, mimarisine sahip çıkabilir, bizim Amasra ya da Nevşehir de aslında bu kadar hatta buradan daha güzel ama malesef koruyamamışız şimdi daha iyi anlıyorum. Bany Arabs adını verdikleri Arap Hamamı da görülmeye değer. Hemen katedralin yanında bulunan ve Dali'nin de sık sık ziyaret ettiği kafede kahvelerimizi yudumlayıp bu şehrin bizde yarattığı hoş duygularla, Figueres'e doğru yola çıktık. Figueres, sürrealist ressam Salvador Dali'nin doğduğu yer. 1974'de şehrin tiyatrosunu Teatre-Museu Dali'ye dönüştürmüş ve benim bu yaşıma kadar gezdiğim en güzel müze. Dali bence dünyanın en aykırı sanatçısı. Müzeyi anlatmama imkan yok, çünkü nereden başlayacağıma karar veremiyorum. Ama İspanya'ya gidip de Dali Müzesine uğramadan gelmeyin derim.
Akşam Rambla caddesinde yemeğimizi yiyip, herhalde bu bölgenin en eski kafesi olan Cafe Opera'da kahvelerimizi içtikten sonra Rambla'ya ve Barcelona'ya veda edip otelimize döndük.

BARCELONA III (9 Ocak)




Bu seyahate çıkmaya karar verdikten sonra, beylerle anlaşıp bir günümüzü onlardan ayrı geçirmeye karar vermiştik. Malum onlar yokken rahat rahat alışveriş yapalım diye. İşte o büyük gün bugündü. Sabah erkenden onlardan ayrıldık, onların programını bilmiyorduk ama bizim tam günümüz Barcelona'da çok güzel indirim zamanı olduğu için alışverişle geçecekti. En azından gezip görmek istiyorduk mağazaları. İlk durağımız otelimize 5 dakika yürüyüş mesafesinde olan Diagonal Mar oldu. Gerçekten çok büyük bir alışveriş merkeziydi burası ve aklınıza gelen gelmeyen tüm mağazalar vardı burada. Yarım günümüzü burada geçirdikten sonra Picasso müzesine giderken gördüğümüz, bizim Nişantaşı'ndaki küçük ama özel şeyler satan butikleri gezmeye gittik. Malesef İspanyollar çok rahat insanlar. Gündüz 1 ile 4 arası mağazalar kapalı. Siesta adını verdikleri dinlenme zamanları. Bu arada Erkan ve Tayfun'un sıkıntıdan ne yapacaklarını şaşırıp koca gün sadece liman bölgesi ve Akvaryum denilen çeşitli deniz canlılarının bulunduğu merkezi gezdiklerini onlarla öğlen yemek için buluştuğumuzda anladık. Bizim iki kafadar gerçekten yürümekten çok çabuk sıkıldılar, alışverişten nefret ettiler, birkaç tarihi yer gördükten sonra sıkıldılar; benim ve Berrin'in zorlamasıyla allahtan maça gittiler. Öğlen dördümüz çok güzel bir İtalyan restoranında pizza yedik. tabi biz bayanlar bugünü alışverişe ayırdığımız için onlardan rahatça ayrıldık ve gezimize devam ettik. Barcelona'ya kışın gelirseniz ocak ayının ilk haftasını seçmenizi öneririm. Çünkü müthiş bir indirim var. Gerçi mağazalarda uzun uzun kasa kuyruğu oluyor ama inanın beklediğinize değiyor. Bizimkilerle tekrar beş çayı için buluştuk ve akşam yemeğine hazırlanmak için otelimize döndük. İlk gün İspanyol, ikinci gün deniz mahsülleri derken üçüncü akşamımızda Meksika yemeği yemeye karar verdik ve Cantina Mariachi adlı mekanı seçtik. Yediğim tavuklu fajitas gerçekten çok lezizdi. Kızımı çok özlemenin dışında çok keyif aldığım bir gezi oluyor. Barcelona gerçekten yaşanılacak bir şehir. Geniş caddeleri, tarih kokan binalarıyla modern şehrin birleştiği meydanları, değişik yemekleri ve en önemlisi bir deniz şehri olmasıyla herhalde İstanbul aşığı olan ben ancak yaşasam yaşasam bu şehirde yaşayabilirim dedim. İstanbul gibi biraz kuralsız olması da beni çekti galiba. Kırmızıda karşıya geçmeye çalışan insanlar, trafikte dip dipe giden arabalar, gecelere kadar açık alışveriş merkezleri, canlı bir hayat. Eh daha ne olsun?

Thursday, January 12, 2006

BARCELONA II (8 Ocak)




Bugün Barselona'da ikinci günümüz. Sabah kahvaltıdan sonra programımız gün boyu tarihi yerleri ve müzeleri gezmekti. İlk durağımız da Barselona'nın gerçek kalbi Barri Gotic (Gotik Mahalle) di. Otelimizden çıkıp yine sarı renkli L4 hattına binip Jaume 1 durağında indik. Yol boyunca yürürken ilk durağımız Barselona Katedraliydi. Dışarıdan muhteşem görünen bu kiliseye girdiğimizde pazar ayini olduğunu gördük ve malesef kiliseyi gezemedik. Koro sıraları, revaklar ve kriptayı çok görmek istediğim halde uzaktan görmekle yetindim. Ama kilisede mum yakıp dilek dilemeyi ihmal etmedim. Katedralden dışarı çıktığımızda bizi bir süpriz bekliyordu. Dışarıda katalanlar geleneksel dansları sardana yı yapıyorlardı ve bir orkestra da onlara müzikleriyle eşlik ediyordu. Her pazar bu meydanda bu dans yapılırmış. Katedralin hemen yanındaki dar sokaktan geçince karşımıza ilk çıkan yapı Palau de la Generalitat yani 1403 den beri Katalonya Hükümetinin merkeziydi. Gerçekten rönesans tarzı ön cephesi ve girişinin hemen üzerinde Katalonyanın koruyucu azizi olan Sant Jordi'yi betimleyen Aziz George ile Ejderha heykeli vardı. Tayfun ve Erkan'ın yürümekten sızlanma seslerini duymazdan gelip hızlı adımlarla Picasso Müzesine geldik. Gerçekten daha müzeye girişte etkilendim. Taş bina ve görülmeye değer avlusuyla beni o çağlara 1880'li yıllara götürdü bu mekan. Okuduğum kadarıyla müze 1963'de Picasso'nun yakın dostu olan Jaime Sabartes'in bağışladığı eserlerle kurulmuş, onun 1968'deki ölümünün ardından Picasso da birçok erken dönem eserini müzeye bağışlamış. Biz de müzenin hediyelik eşya dükkanından bir Picasso tablosu satın aldık. Artık ayaklarımız zonklamaya başlamıştı. Bir yandan müze, katedral gezerken biz iki bayan iki arada bir derede alışveriş yapmayı da ihmal etmiyorduk. Buraya gelip de Picasso tarzı kazaklardan almamak olmaz deyip kırmızı bir bluz aldım kendime. Tabi biz alışveriş yaparken Erkan ve Tayfun da uflaya puflaya bir kahveye oturup kahvelerini içtiler sürekli. Ama yarın için anlaşmıştık, herkes hür olacaktı ve tek başına gezip istediğini yapacaktı.
Passeig de Gracia yani alışverişin mekanından yukarı doğru yürüdüğümüzde işte Barcelona'nın idolü haline gelmiş Casa Mila karşılıyordu bizi. Casa Mila (La Pedrera) Gaudi'nin tüm mimari cesaretini ortaya koyduğu en ünlü eseri, dalgalı ön cephesi, bacalar ve havalandırma delikleriyle dikkat çeken çatısıyla soyut heykelleri andırıyordu. La Pedrera (Taş Ocağı) diye de bilinen Casa Mila gerçekten bir mimarlık harikası. Buraya adını veren Mila Ailesi,
birinci kattaki dairelerden birinde yaşamış ama ne yaşamak...Burayı turistlerin ziyaretine açmışlar. Gerçekten zerafet, görgü, incelik hepsi bu ailede toplanmış bence. Odaların şıklığı, perde ve örtülerin inceliği, el işleri gerçekten çok görgülü bir aile olduklarını hissettirdi bana. Baca ve havalandırmaların olduğu çatı ise tüm Barcelona'yı tepeden gören ve çok değişik bir mimariye sahipti. Bu gezimiz bittiğinde daha saat 14:00 dü ve akşama hayli vakit vardı. Casa Mila'nın önündeki otobüs durağından 24 no'lu otobüsle ver elini Parc Güell. Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası içinde gösterilen bu park yine Antoni Gaudi'nin en renkli eserlerinden bence. Parkın içinde bulunan 152 metrelik oturma bankı ise dünyanın en uzun bankıymış. Renkli mozaiklerle süslü bu bankta fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tabi. Otobüsümüze binip tekrar Passeig De Gracia' ya döndüğümüzde Tayfun doğru otele giderken, Erkan, Berrin ve ben biraz alışveriş yapmaya karar verdik ve ilk olarak meşhur İspanyol markası Massimo Dutti'den Erkan'a Türkiye'den bu fiyata asla alamayacağımız kıyafetler aldık. Daha sonra Erkan da bizden ayrılıp otele döndü ve yine iki bayan kuşlar gibi özgür kaldık. Onlar gidince biz ilk olarak El Cortes Ingles adı verilen devasa alışveriş merkezine girdik. Paristeki La Fayette ya da bizim YKM mağazasının daha büyüğü olan bu mekan belki güzeldi ama o kadar kalabalıktı ki ve o kadar çok çeşit vardı ki, açıkçası çok sıkıldım burada. Kendimizi dışarı attık Berrin'le. Barselona'da bir cadde üzerinde en az üç Zara, en az dört Mango var. Ama gerçekten İstanbul'un ne kadar Avrupa şehri olduğunu bir kez daha anladım. Canım İstanbul'da en güzel en şık dünya markaları olduğu gibi, hepsinden çok daha lüks ve modern aynı zamanda. Bu arada öğlen yemeğimizi meşhur Tapas barlardan birinde yedik. Çeşit çeşit mezelerden oluşan bu yemek türü İspanyollar için çok önemli. Atıştırmak için geldikleri bu mekanlarda mezeye doyuyorlar. Bu arada bugün akşam yemeğini liman bölgesinde Barceloneta adı verilen küçük balıkçı köyünde yedik. Yol boyunca dizilmiş şık restoranlardan Marques de Cacoes den içeri girdiğimizde sanki bir Yunan restoranına geldik duygusu yaşadım. Burada hepimiz binbir çeşit deniz mahsülleri yedik. Ahtapottan tutun da hamsiye kadar yediğimiz herşey mükemmeldi. Yemek sonunda mekanın sahibinin yaptığı süpriz ise gerçekten çok hoştu. Berrin ve bana şampanya, Erkan ve Tayfun'a da brandy ikram edildi. Böylece geceyi hoş bir şekilde kapattık. Otele döndüğümüzde yorgunluktan ölsek de, güzel geçmiş bir günün üzerimizde bıraktığı hoş duygularla uykuya dalmıştık bile.

BARCELONA I (7 Ocak)

6 ocağı 7 ocağa bağlayan gece 02:30 da Barcelona'ya beraber gideceğimiz arkadaşlarımız Tayfun ve Berrin'i de alarak havaalanına doğru yola çıktık. Duru'yu öpüp koklamaya doyamadım ilk defa kızımdan bu kadar yani 5 gün ayrı kalacaktım. Canım öyle güzel uyuyordu ki. Acaba ne yapacaktı biz yokken, çok arayacak mıydı, onu yanımda götürmediğime pişman olacak mıydım? Bir sürü sorularla havaalanına geldik. Bizi tur rehberi alanda karşıladı ve pasaportlarımızı teslim etti. Artık check-in işlemleri, free shop gezintisi bize kalıyordu. Şu ana kadar herşey yolunda gitti. Bayram tatilinin başlaması nedeniyle havaalanı çok kalabalıktı. Viyana'ya, Prag'a, Paris'e, Dubai' ye gidenler başı çekiyordu. Saatin çok erken olmasına rağmen tatilciler cıvıl cıvıldı. Atlas Havayollarına ait uçağımız yarım saat rötarla kalktı ve ben inişe kadar mışıl mışıl uyudum. İndiğimizde malesef yağmurlu ve kapalı bir hava bekliyordu bizi. Umarım 5 gün boyunca hava böyle olmaz. Alandan çıkıp, otobüslerimize yerleştik ve işte Barcelona'daydık. Barcelona - Katolonya artık hangisi bilmiyordum ama bu şehir gerçekten anlattıkları kadar güzeldi. Modern bir şehir olmakla beraber aynı zamanda tarih kokuyordu. Barcelona, Katolonya özerk bölgesinin başkentiymiş. Şehir turunda ilk durağımız meşhur Montjuic Tepesi. Buraya çıkarken kendimi Çamlıca Tepesine çıkıyor hissettim. Montjuic, şehre tamamen hakim bir manzaraya sahip. Tepeye çıkarken 1992 olimpiyatlarının yapıldığı statda durup fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik tabi. İşte şimdi de Barcelona'nın sembolü haline gelmiş meşhur Sagrada Familia kilisesindeyiz. Avrupa'nın en sıradışı kilisesi burası. Doğadan esinlenen simgelerle dolu olan bu yapı Gaudi'nin en büyük eseri bence de. 1883 de yapımına başlanan kilise hala bitmemiş. 2030 yılına kadar da biteceğini düşünmüyorlar. Kilisenin yapımı bağışlarla halen devam ediyor anlayacağınız. İsa'nın doğumu, Kripta ve Büyük Çile Cephesi denilen cephelerin hikayeleri gerçekten de çok ilginç. Yolumuz üzerinde bulunan ve Gaudi'nin tüm mimari cesaretini ortaya koyduğu en ünlü eseri Casa Mila diğer adıyla "La Pedrara" yı ise bugün sadece dışarıdan görmekle yetindik. Çünkü buraya özel zamanımızı ayırıp binanın içini ve terasını gezmek istiyoruz ayrıca. Dalgalı ön cephesi ve bacalarıyla dikkat çeken çatısı gerçekten de çok ilginçti. Otobüs turumuz burada bitmişti artık kendi başımız kalacağımız ve gezeceğimiz saatler başlamıştı. Otelimiz Selva De Mar bölgesinde 4 yıldızlı Hotel Husa Barcelona Mar idi. Odaları gayet güzel, bir parka bakan ve Barcelona'nın modern semtlerinden birindeydi. Biraz dinlendikten sonra kendimizi dışarı attık ve şansımıza hava çok güzelleşmişti. L4 metrosuyla tur rehberimizin daha önceden söylediği gibi Passeig De Gracia ya gittik. Burası Barcelonanın kalbi olan, Katalonya meydanı ve Rambla caddesinin birleştiği yerde, modern mağazalrın ve binaların olduğu bir cadde. Eixample bölgesi denilen bu yer bizim Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesini çok andırıyordu. Ve işte meşhur Rambla Caddesi. İspanyanın en ünlü caddesi. Görkemli binaları, mağazaları, kafeleri, seyyar satıcıları, pandomim sanatçıları, çiçekçileriyle şehrin en hareketli caddesi. Les Rambles olarak da bilinen bulvarın adı Arapça kurumuş nehir yatağı anlamındaki rambla sözcüğünden geliyor. La Rambla tam bana göre bir cadde. Bağdat Caddesinde yürüyüş aşığı olan ben, Rambla'da saatlerimi geçirebilirdim. Rambla da yürürken hemen sağda gördüğümüz Mercat dela Boqueria bizim sabit pazarların daha gelişmişi ve daha renklisiydi. Çeşit çeşit şekerlemeler, Malatya kayısısı ve İzmir incirinin bile bulunduğu, bu yaşıma kadar görmediğim değişik meyve ve deniz mahsullerinin sergilendiği bu pazar da insan kendini kaybediyordu. Ramblanın sonunda bizi Kristoph Colomb'un batıyı gösteren heykeli karşılıyordu ve işte akşamı ettik. Erkan ve Tayfun bilet alıp Barcelona maçına gittiler. Biz de Berrin'le Maremagnum adı verilen ve ünlü markaların bulunduğu alışveriş merkezinde bulduk kendimizi. OlimpicPort adı verilen, Liman bölgesinde bulunan çok şık bir alışveriş merkeziydi burası. Tapas adı verilen ve mezelerin sunulduğu meşhur Barcelona restorantlarından birinde yöresel yemekleri olan Paella yedik. Pirincin deniz ürünleri ve av etleriyle pişirildiği ve içinde yoğun bir safran olan geleneksel olan bu yemek bir tür pilav aslında. Ve Rambla üzerindeki Starbucks'da Coffee Latte'lerimizi içerek günü tamamladık. Yarın güzel ve bol gezmeli bir günün hayalini kurarak gece 23:30 da otelimize döndük Berrinle. Erkan ve Tayfun henüz maçtan dönmemişlerdi.

Tuesday, January 03, 2006

ANNE OLMAK


Sevgili Burcu bu kez yine beni sobelemiş ve yaşamlarımızda çocuklar doğduktan sonra yani canım kızım Duru olduktan sonra değişen şeyleri yazmamızı istemiş. Şimdi 18 ay öncesine dönüyor ve yaşamımızda değişenleri söylüyorum:
* Her hafta sonu geldiğinde acaba bugün ne yapsak diye uzun uzun düşünürdük. Sinema, yemek, arkadaşlar üçgeninde dolanıp dururduk. Oysa şimdi gidişata göre, Duru'nun o günkü ruhsal durumuna göre spontane gelişiyor programlarımız.
* Sabahları yataktan kalkana kadar yuvarlanıp dururduk, bir tembellik çökerdi üzerimize. Oysa şimdi "Anneeeee" sesini duyunca dimdik fırlıyoruz, miskinlik, tembellik hak getire.
* Evimiz her zaman derli toplu, tertemizdi. Herşey yerli yerinde durur, sehpalarımızın üstü incik boncuklarla süslü olurdu. Şimdi salonun ortasında kocaman bir bisiklet, dımdızlak ve hatta çizik dolu bir sehpa ve camlarda sürekli asılı balonlarla dolu olan deli dolu bir evimiz var.
* Herşeyin hazırı alınır, yoğurt, ekmek,reçel taze mi değil mi bakılmazdı. Şimdi yoğurt makinemiz, ekmek makinemiz ve her daim reçel olmaya hazır ve nazır bekleyen mevsim meyveleriyle dolu bir evimiz var.
* Kredi kartı ekstresinde pastadan en büyük pay, giyim ve kişisel gelişim bölümüne düşerdi. Şimdi ise mamalar, sütler sayesinde gıda aldı pastanın büyük dilimini.
* Gezdiğimiz yerler kitapevleri, teknoloji mağazaları iken oyuncakçılardan çıkmaz olduk.
* Anne ve babam sadece özel günlerimizde ya da biz davet ettiğimizde evimize gelirken şimdi onları hergün görür olduk ve daha sıkı bağlarımız oluştu.

Veeee hayatın çocukla anlam kazandığını, gerçek aile olmanın onunla tamamlandığını, hayatta olmanın ve sağlıklı olmanın ne kadar önemli olduğunu, gerçek sevginin ve karşılıksız sevginin ne olduğunu, o olmadan önce aslında ne kadar renksiz olduğumuzu görmemizi sağladı kızımız bize.
Evimizin neşesi, gözbebeğimiz o. Bizim herşeyimiz.