Friday, September 18, 2009

Şimdi küpeli olduk

Tam bir ay önce yazmıştım küpe maceramızı, nasıl da vazgeçtiğini Duru'nun kulağını deldirmekten. Dün yani 17 Eylül bizim için bir tarih oldu ve kulağımız nihayet delindi. Ne yardan ne serden diye bir laf vardır ya, ne canına kıyabiliyordu ne de küpeden daha doğrusu süsünden vazgeçebiliyordu. En sevdiğim arkadaşlarımdan Hilal'in eczanesinde kulak delinmeye başladığını ona söylediğimde çok sevindi, çünkü Hilal onun bu konuda güvenebileceği ender insanlardandı. Dün yine düştük yola, Bağdat Caddesi Şaşkınbakkal Coşkun Eczanesi istikamet, ilk hedefimiz kulak deldirmek ileri...Size çok törensel gelebilir ama kızınız varsa ve küpe istiyorsa bunları yaşamamanız içten değil. Tabi Hilal kıyamayacak malum Duru'ya, çaktırmıyor ama o da heyecanlı hafiften. Neyse ki Melike Ablamız var, o da yufka yürekli ama yine de bana söz verdi artık, delerim dedi. Ben o arada dükkan önünde arkadaşlarımla sohbet ederken Melike ilk kulağa operasyonu yapmış ama Duru ikinciyi deldirmem diye tutturmuştu bile. Bir ağlama sesi, eczanede bir hengame, neyse ikinci kulakta iş başa düştü ve ha işaret koyacak ha haftaya deler derken iş bitti. Artık küpeli oldu ve o kadar mutluydu ki, canım kızım hem çok istiyor hem çekiniyordu. Şimdi ise bir zafer kazanmış olmanın gururuyla sürekli ayna karşısında. Bense onun büyüdüğünü görüp, biraz içim burkularak daha çok bir hazla onu seyrediyorum hayran hayran. Kulak deldirmek isterseniz size önerebileceğim tek adres, Bağdat Caddesi Şaşkınbakkal'da Boyner Mağazasının sokağından girip ilk soldaki Coşkun Eczanesi ve tabi ki Melike.

Monday, September 14, 2009

HAFTASONU NOTLARI




Pamuk ile evde pineklemek






Evde oturup DVD izlemek, özellikle de komedi ve duygusal olanları.









Suşi ziyafeti çekmek, ama kendi kendine. Zira Erkan ve Duru sevmiyor.








Yağmurda Bağdat Caddesi, Barış Büfe'de tost yemek




Friday, September 11, 2009

SULTANAHMET'DE İFTAR

İstanbul, megakent, 2010 kültür başkenti, dünyanın en büyük şehirlerinden biri, megaköy...ne derseniz deyin, cumhuriyet tarihinin en büyük sel felaketini yaşıyor, onlarca ölü, kayıp, tahribat, yaktı, yıktı kentimizi. Yıllarca çalıştığım Basın Ekspres yolu şu an trafiğe kapalı, felç olmuş durumda, inanılır gibi değil. Tüm bunlar yaşanırken bir başka İstanbul yaşıyor, yaşamak zorunda, evine, işine gidiyor, hayatına devam ediyor, çünkü hayat devam ediyor, ne demişler "ateş düştüğü yeri yakıyor". Biz sadece seyirci olarak izliyoruz, ta ki birgün başımıza gelene kadar.

İstanbul'u ama eski İstanbul'u yaşadık akşam biz de. Megakent olmadan önce, yıllar ama çok yıllar önce İstanbul'un en eski semtlerinden Sultanahmetteydik Duru, annem ve dostum Leyla ile. Her yıl çok isterim ramazanda Sultanahmette olmayı, hazırlanan sofralarda iftar açmayı, şenliklere katılmayı, eski ramazan adetlerini sanki o yıllarda yaşıyormuşçasına tatmayı. Ama bugüne kadar kısmet olmadı, havanın biraz daha güzelleşmesi, Duru'nun hafif bir grip geçiriyor olmasından dolayı mızmızlığını gidermek, annemin ameliyat sonrası sıkıntısını hafifletmek ve benim günlerdir baş dönmesi sorunumu gidermek daha doğrusu çivi çiviyi deler misali, tüm bunları yok sayıp akşamüstü ani bir planla gitmeye karar verdik. Sevgili arkadaşım Leyla ile o anda konuşuyorken, onu öylesine nasılsa bu saatten sonra gelmez diye davet edip, onun da gelirim demesiyle artık gitmek şart oldu ve hemen hazırlanıp çıktık yola. Yol bile keyif verdi bize daha oraya varmadan. Harem'den bindiğimiz yepyeni arabalı vapurun en üst katında güneşli bir İstanbul izledik doya doya. Ne trafik, ne gürültü ve sanki İstanbul bir afet yaşamıyor gibi, güneşli, sakin, durgun bir hava. Vapurdan inip sahil yolundan, eski İstanbul semti Cankurtaran'dan doğru yukarı verdik arabanın burnunu ve yavaş yavaş dolmaya başlayan Sultanahmette arabamızı park edip, eski sokaklarda, arastada tur atıp, tarihi içimize çektik. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar, cumbalı evler, çiniler, halılar, kilimler. Ne varsa eskiye dair hepsi dizilmişti. Ve işte meşhur meydana geldik, heryer cıvıl cıvıl. Yemek adına aradığınız ne varsa dönerden, gözlemeye, içli köfteden, yaprak sarmaya, kestane kebaptan macun şekere, künefeden lokmaya burada var. İsteyen buralarda yerken isteyen evinden getirdikleriyle parkın banklarında masalarında iftar açıyor. Zaten Sultanahmet Camii sizi tüm ihtişamıyla her yerden selamlıyor. Tabi bizim Duru burayı, kalabalığı, pamuk helvaları, horoz şekerlerini, dondurmaları görünce mest oldu. Bir ara yanımızdan tulumbacı takımı geçti, bizi selamladı. Ve işte iftar vakti, aynı anda bir sessizlik, herkes orucunu açıp yemeğini yerken ezan sesi her yere bir huzur dağıttı ki insanın etkilenmemesi mümkün değil. Biraz sonra karınlar doydu, külde pişen türk kahveleri içildi, künefeler yendi ve şenlikler başladı. Semazenlerin o muhteşem gösterisini ucundan da olsa yakaladık. Çok güzel bir organizasyon olmuş hakikaten de, insanlar bir arada ve ne bir taşkınlık, ne bir karmaşa herkes saygılı herkes görgülü. Özellikle çocuklarımızın görmesi, eski geleneklerimizi bilmesi, tanıması açısından Sultanahmette bir ramazan gününü, iftar saatini yaşamak gerekli. Ah İstanbul, sen nasıl bir kentsin, ne senle ne sensiz...

Wednesday, September 09, 2009

MUTLULUĞA AÇILAN SOFRALAR

Bir televizyon programının adı "Mutluluğa Açılan Sofralar", yeni duydum ve bayıldım bu isme. Çünkü benim için de sofra demek mutlu anlar demek, hele uzun uzun sohbet anları yok mu işte bundan daha keyifli ne olabilir. Tabi dışarıda yenilen yemeklerden çok, evimizde ağırladığımız misafirler, kurduğumuz sofralar, özenle hazırladığımız yemeklerden bahsediyorum daha çok. Benim için mutfakta geçirdiğim vakitler ne kadar kıymetli ve güzelse, hazırladığım sofralarda sevdiklerimi ağırlamak da bir o kadar keyifli. Çok seviyorum birşeyler yaratmayı, yeni tatlar denemeyi ve bu tatları başkalarıyla da paylaşmayı. Kimi zaman bir kahvaltı sofrası, kimi zaman beş çayı, bazen iftar bazen bir akşam yemeği, mutlu anları paylaşma, işte mutluluğa açılan sofralar. Bu sofralardaki muhabbet, kahkaha, dedikodunun tadına doyum olur mu? Hiç kimse olmasa bile evdekilere birşeyler hazırlamak, onların yaptıklarımı beğenmesi, masada yapılan konuşmalar bu bile yorgunluğu atmaya sebep bazen.

Bugün de bir elmalı pasta, mutluğa açılan sofra da bir parça olacak bizim evde. Akşamüstü çayına eşlik edebelir, akşam maç ile beraber yenebilir ya da sabah kahvaltısında çaya eşlik edebilir. İşte malzeme,


250 gr. oda sıcaklığında yumuşamış margarin

1 yumurta

3 çorba kaşığı yoğurt

1 kabartma tozu

1 vanilya

Aldığı kadar un (yumuşak bir hamur olmalı)


İçi: 2 elma (rendelenmiş), 1 su bardağı toz şeker, bir çay kaşığı tarçın,1 çaybardağı çekilmiş ceviz


Rendelenmiş elmaları, şekeri ve cevizi suyunu çekene kadar pişiriyor ve son olarak tarçın ekleyip soğumaya bırakıyorsunuz. Hamur malzemelerini karıştırıp, kulak memesi yumuşaklığında bir hamur elde ediyorsunuz ve hamuru ikiye bölüp, yağlanmış yuvarlak bir kalıba parçaların birini iyice yayıyorsunuz. Üzerine elmalı içi iyice yayıyorsunuz ve kalan hamurdan küçük şeritler yapıp elmaların üzerine kafes yapıyorsunuz. Kafeslerin üzerine yumurta sarısı sürüp ısıtılmış fırında kızarana kadar pişiriyorsunuz. Sıcakken dondurmayla ya da soğuyunca üzerine pudra şekeri ile servis yapıyorsunuz ve mutluluğa kapı açıyorsunuz.

Monday, September 07, 2009

Yaşamın gizemi HİMALAYA TUZU

Bugün yepyeni bir başlangıç yapıp, Himalaya Tuzu kullanmaya başlıyorum. Şimdi nedir bu Himalaya Tuzu diyeceksiniz. Himalaya Kristal Tuzu, yaklaşık 250 milyon yıl önceki dünya geçmişinin "permian" denilen döneminde, bazı iç denizlerin kuruması sonucu oluşmuş. Himalaya tuzunu diğer tuzlardan ayıran özellik, Himalaya dağlarının kıvrılmasına sebep olan yüksek basıncın, bu tuzları da kristalleştirmiş olması. En az 84 element içeriyor. Sözkonusu denizin kurumasına sebep olan Güneş enerjisini de içinde barındırıyor. Yüksek basınç altında kristalleşerek molekül yapısı küçülen bu tuzlar, kolayca hücre zarından içeri girme özelliğine sahip. Bu yüzden vücuda alındığında çok kısa bir sürede, vücudun mineral açığını gidererek birçok sağlık sorununun çözümüne yardımcı oluyor. Ne mi bunlar; aşırı kilo, baş ve bel ağrıları, allerji ve egzama, astım, yüksek tansiyon,kanser.


Kullanıma başladıktan en geç 2 hafta sonra vücudunuzda olumlu değişimleri gözlemleyebilirmişsiniz. Önce vücutta bir rahatlık başlıyormuş, enerji artıyor, yorgunluk hissi gidiyormuş. Bakalım 2 hafta sonra ben yazarım, tüm bunlar oldu mu diye.


Hazırlanan çözeltiyi yemeklerde, salatalarda kullanbileceğiniz gibi vücudun kurumasına karşı kür olarak da kullanabiliyorsunuz. Bu şekilde kullanıldığında, bir bardağa yarım çay kaşığı ilave edilerek başlanıyor ve yemeklerden yarım saat kadar önce, yemek esnasında ve yemek sonrasında olmak üzere günde ortalama 10 bardak kadar alınabiliyor. Kademeli olarak da miktar arttırılabiliyor.


Tek dikkat edilecek şey, Himalaya Kristal Tuzunun kullanımında metal kaşık kullanılmaması.


Bakalım sonuç ne olacak?

Tuesday, September 01, 2009

BONCUK KAPAK

Herkes kolye, küpe yapar kendine boncuktan ben de kapı, pencere süsü ve son olarak da barbekü kapağı yaptım. Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminalinde meşhur bir Türk lokumcusu vardır hani Türk el işleri de satar, işte o mağazada yapmışlar nişlere ve çok hoş durmuş. Sürekli fotoğraf makinesi ile gezdiğimden hemen bir çekim yaptım ve tabiri caizse kopya çektim. İşte ilk foto onların, ikincisi de benim.
Yapımının çok zevkli olması, hemen bitip kullanılabilmesi ve görünüm bakımından da şirin olması benim için yeterli oldu, işte kullanmadığımız barbekümüzün kapağı. Evde, orada burada sürünen boncuklar, eski kolyelerden çıkan malzemeler ve biraz da Hobby Land'den alınanlarla çok ucuza mal edilmiş bir kapak ya da kapı ya da pencere adı lazım değil.