Saturday, October 29, 2005

ABANT II



Daha 24 saat bile geçmeden aniden mevsim değişti...Dünkü sonbahar gece bizi bizimle bırakıp yerini bu sabah bembeyaz bir kışa bırakmış... Meğer dünkü o renk harikası bize elveda demek için sıralanmış, bizi anlayın gitme vakti der gibi bakarmış. Biz uykudayken gece bir beyaz halı kaplamış heryanı.. Sabah Duru'nun "annecimmm" sesiyle uyanıp doğru cama koşup da o manzarayı görünce attığım çığlığa bizim küçük hanım bile şaşırdı.
Ağaçlar kıyafet değiştirmiş, bembeyaz tuvaletlerini giyip güne merhaba diyorlardı... Hepsinde bir zerafet hepsinde bir asalet...Sevgililer gölün kenarında çoktan elele yürüyüşe çıkmışlardı bile... Faytonlar konuklarını almış gölü gezdiriyorlardı....Yılın ilk karıydı gördüğümüz. Herbir tanesi ayrı bir şekil herbir tanesi ayrı bir güzellik ve mutluluk.

Friday, October 28, 2005

ABANT I

İşte hafta sonu tatilimiz başladı.. Aslında Erkan da bizimle olacaktı ama malesef işlerinin yoğunluğundan o yarın bize katılacak. Sabah 8:30 da Tayfun, Berrin, Can, Duru ve bendeniz Abant'a doğru yola çıktık. Keyifli ve bir o kadar da heyecanlı (Tem'in ortasında benzinimiz tükenince bir hayli stres yaşadık da....) bir yolculuktan sonra Abant'a vardık.... Yol boyu bizi karşılayan manzarayı görünce gölün kenarındaki otelimizin nasıl olacağını tahmin etmek çok da zor değildi aslında.
Karşımda eşsiz bir manzara:Abant Gölü ve gölü çevrelemiş kırmızı, sarı, turuncu, kızıl, yeşil hatta PEMBE!!!! renk renk ağaçlar.... Sonbahar burada kendini bulmuş.. Otelin kış bahçesinde (otel fotoğraflarını ilerleyen yazılarımda görebilirsiniz) elimde taze demlenmiş çayım, şimdi çok moda olan ayaklı sobalar, pırıl pırıl bir hava.....Cennet bu olsa gerek. Huzur buluyor insan bu eşsiz doğa karşısında insan. Ne kadar uzağım düne....
Bu sabaha...Trafiğe....Karmaşaya...Gürültüye.... Koşturmacaya....Oysa daha oniki saat bile olmadı. bakıcının çıkış saatine yetiş, çöpü kapıya koymayı unutma, trafiğe kalma, ara yollardan git.....Koşturuyoruz, kovalıyoruz, yetiştiriyoruz ve ne kadar yorulduğumuzun ancak oturunca farkına varıyoruz. Oturabilirsek...

Thursday, October 27, 2005

HAFTASONU ÖNERİLERİ

Bizim hala bir dijital fotoğraf makinemiz yok.... Sitede gördüğünüz fotoğafların çoğu kalitesinden de anlaşılacağı gibi cep telefonumdan çektiklerim. Güzel olanlar ise normal fotoğraf makinemizle çekip tab ettirene kadar beklediklerim... Bu yüzden geçtiğimiz hafta sonu gezdiğimiz, yeniden keşfettiğimiz iki yeri size ancak gösterebiliyorum. Bunlardan ilki, Anadolu Kavağını geçtikten sonra artık Karadeniz'e açılan noktadaki Poyrazköy... Gerçekten İstanbul'un gürültüsünden kaçmak ama Anadolu Kavağının da o sürekli peşinizde koşan balıkçılarından kurtulmak için Poyrazköy'e gidin derim. Muhteşem bir deniz (yazın plajı harika oluyormuş), salaş birkaç balıkçı, kumsal, sessizlik...Giderken Anadolu Kavağının üstündeki Ceneviz Kalesini de görmeyi ihmal etmeyin... Burası artık Marmara Denizi'nin bitip Karadeniz'in başladığı yer. Yıllar önce üniversiteden mezun olduğumuz gün arkadaşlarımızla gitmiştim en son. Tam 9 yıl sonra eşim ve çocuğumla gittim. Ve o zaman üniversitede hocam olan, şimdi ise arkadaşım, dostum, eşimin ortağı, iş arkadaşım, patronum ve daha pek çok sıfatla her zaman yanımda olan Tayfun, eşi Berrin ve dünya tatlısı oğulları Can ile gittik. Bakalım 9 yıl sonra gidebilecek miyim? Kimlerle, nasıl????
Poyrazköy, Ceneviz Kalesi ve Anadolu Kavağı'nı haftasonu ya da bayram planınıza alın derim.
İkinci önerim, Fenerbahçe Burnunda eski Migros'un yerine yapılan plaj... Daha doğrusu sadece güneşlenmek için yapılan ve gerçekten harika diyebileceğim bir mekan.. İçinde bambu salıncaklardan , armut minderlerden tutun da palmiyelere kadar herşey var... Kumda oynarken Duru kendinden geçti diyebilirim. İçeceğinizi alıp şöyle minderlerin üzerine yayıldınız mı; karşınızda adalar.... Harika bir manzara ve muhteşem bir ambiyans

Sunday, October 23, 2005

BUBU VE DURU


Benim kızım tam bir hayvan delisi. Şahsen ben hayvanları sevmekle beraber hiçbirine dokunamam hatta çok korkarım. Ama galiba Duru beni onlara alıştıracağa benziyor. Çünkü o, hayvanları çok sevdiği için ve ben onun ileride benim gibi bir korkak olmasını istemediğimden mümkün olduğunca bu huyumu ona belli etmemeye çalışıyorum. Bu yüzden de nerede kedisi, köpeği olan akraba, eş dost var onlara gitmeyi tercih ediyorum... İşte en yakınımız Güler Teyzem ve dünya tatlısı kedisi BUBU...Bu hafta sonu Bubu'yu ziyarete gittik Caddebostan'a. Tabi Bubu Duru' dan korktuğundan genelde merdiven tepesinde ya da üst katta geçirdi bizim orada olduğumuz süre boyunca vaktini... Bubu yukarı Duru yukarı, Bubu aşağı Duru aşağı..Tabi teyzem ara sıra onu kucağına alıp Duruya keyifli saatler geçirtmeyi ihmal etmedi..

İşte ispatı.....

Thursday, October 20, 2005

AVRUPANIN EN BÜYÜĞÜ

İşte nihayet uzun zamandır yapımı devam eden Avrupa'nın en büyük, dünyanın ise Michigan dan sonraki en büyük ikinci alışveriş merkezi Cevahir hafta sonu açıldı...Çok büyük olduğu sadece sekiz saatte ancak alışveriş kısmının gezilebildiği, 85 tane yürüyen merdiveninin olduğu, duvar saatinin rakamlarının herbirinin sadece üç metre boyunda olmasıyla dünyanın en büyük duvar saati olduğunu duymuştum ta ki bugün işi çıkışı bir yarım saatlik uğrayana kadar....Gerçekten yarım saatte sadece bir katının üçte birini gezebildim, acelem vardı ve asıl amacım, Dubaide alışveriş yaptığım ve çok beğendiğim malesef Türkiyede bulunmayan BERSHKA mağazasının ilk defa burada açtığı mağazasını görmekti...Evet mağazayı buldum ve gerçekten burada da açıldığı için çok mutlu oldum.. Fiyatları, renkleri ve spor kıyafetleriyle gerçekten bana çok hitap eden bir mağaza burası, tavsiye ederim...
Alışveriş merkezinin bir başka güzelliği de henüz hizmete girmeyen ama çok kısa sürede girecek olan Paris Disneyland ayarında olacağını söyledikleri eğlence merkezi... İşte Durunun da bayılacağı bir mekan...
Gerçekten büyüklüğü inanılmaz olan bir yer Cevahir, bir tam günümü ayırmak, en ince detayıyla ne var ne yok gezmek istiyorum en kısa zamanda. Ama şu var ki henüz tam olarak bitmese de ve tüm mağazaları daha tam kapasite çalışmasa da gerçekten "ellerine sağlık yapanların" dedirtti bana...

Sunday, October 16, 2005

İFTAR SAATİ

Uzun zamandır annemin bizi iftara çağırma operasyonu tamamlandı ve hem Mehmet'in hem de Barış ın doğumgünlerini de kutlama organizasyonları birleştirilerek hep beraber annemlerde buluştuk... Uzun zamandır yapmak istediğim çikolatalı ayva tatlısını da bu sayede yapıp iftar sonrası midelerimize indirecektik. Ama bir de ne göreyim tatlı menüsü acayip dolu: kabak tatlısı, fıstıklı baklava, güllaç, kestaneli doğumgünü pastası.. Bizim ayva tatlısına beklediğim ilgi gösterilmese de vallahi tadı pek güzeldi... Hele mısır çarşısından alınan kaymakla çok güzel olmuştu...Annemin kabak tatlısı da gerçekten takdire şayandı.. Eh pek tabi ki sadece tatlı yoktu... Güzel bir mercimek çorbasıyla açılışı yaptık...Ardından etli lahana sarması ve pastırmalı paçanga böreği.... Zeytinyağlı barbunya ve bademli pilav a annemin eli değince pek başka güzel olmuş.... Çaylar, çeşit çeşit kahvaltılıklar, ramazanın tadı ve bereketi çok başka oluyor. Lahana dolmasını annem kadar güzel yapan daha hiç görmedim... Bizim klasik yemeğimiz oldu artık.... Anneme yemeğe gidince onun daha önceden bize "ne istersiniz" sorusuna hep aynı cevabı veririz..Canım benim o da hiç üşenmez... Ailecek yenilen yemeğin tadı, sohbetle içilen çayın keyfini başka yerde bulabilir misiniz? İşte böyle bir akşamdı bu akşam...Tabi Duru da cilasıydı bu güzel ortamın; yaptığı taklitlerle, çıkardığı seslerle ve ANNNEEEE diye çığlıklarıyla neşe kattı hepimize.

Saturday, October 15, 2005

NARLI CHEESECAKE


İşte sevgili Dilek in başlattığı Nar Ye etkinliği için ben de bir tarif hazırladım: Kızımın hastalığı dolayısıyla canım çok sıkkındı ve kafamı dağıtmak için Narlı bir cheese cake hiç fena olmazdı... Hemen hazırlığa başladım. Önce üç büyük narı ayıkladım. Bir kaseye koydum...Cheesecake in kekini de kendim yapayım dedim ve önce yumurtalar ile şekeri çırptım. Daha sonra limon kabuğu rendesi ve unu ekledim. Yine karıştırdım en son erimiş margarin ve kabartma tozunu katıp iyice çırptım. Önceden ısıtılmış fırında kek pişirir gibi pişirdim...

Kek soğurken kreması için, önce 3 yaprak jelatini, yarım su bardağı ılık suda eritmeye bıraktım. Labne peynir ve tozşekeri iyice çırptım üzerine yoğurdu ekledim ve tekrar çırptım.. Eritimiş jelatinleri de bu karışıma kattım ve hepsini iyice karıştırıp kekin üzerine döktüm.. Buzdolabına koydum dinlensin diye. Bu arada narın yarısını buzdolabina koymadan önce bu karışımın üzerine döküp süsledim. Narın kalan yarısının suyunu sıktım yine yarım su bardağı ılık suda beklemiş jelatinleri de içine katarak, benmari usulü karışım jöleleşinceye kadar pişirdim... Biraz soğuyunca buzdolabından çıkardığım kekin üzerine döktüm ve 2 saat buzlukta beklettim..
İşte narlı cheesecake hazırdı... Kısmetlisi de hazırdı tabiii. O akşam benim ve ailem için gerçekten yerleri çok ayrı olan Mehmet Amca ve eşi Nur Teyze Duru' yu ziyarete gelmek istediler..Cheesecake i mi sevdiklerimle tatmanın tadı ise bambaşkaydı....

Malzeme: 3 NAR

Kek İçin
  • 3 yumurta
  • 6 çorba kaşığı toz şeker
  • limon kabuğu rendsi
  • 7 çorba kaşığı un
  • 1 paket kabartma tozu
  • 125 gr. erimiş margarin

Kreması İçin

  • 200 gr. Labne
  • 1 su bardağı yoğurt
  • 3 yaprak jelatin
  • 1/2 su bardağı ılık su
  • 1 kahve fincanı şeker

Üstü İçin

  • 2 narın suyu
  • 2 yaprak jelatin
  • 1/2 su bardağı ılık su

Friday, October 14, 2005

CANIM İSTANBUL


Bugün Duruyu öğleden sonra doktor kontrolüne götürmem gerekiyordu ama ondan önce sabah Sirkeci taraflarında bir işim vardı ve doğru arabaya atlayıp Harem'e doğru yola çıktım. Uzun zamandır Eminönü tarafına geçmemiş ve hatta yine uzunnnn zamandır vapura binmemiştim. Oysa ki üniversite hayatım hep vapurlarda gide gele geçmişti... Eminönü, Sirkeci, Kapalıçarşı, Beyazıt, Sahaflar değişmez rota....Bugün o günleri yad etmeye kararlıydım...Bunları düşünürken Harem'e gelmiştim bile... Fakat jeton sırası beklerken vapuru kaçırıverdim. Olsun daha erken ve hiç acelem yok şöyle bir boğaz manzarası hiç fena olmaz dedim ve kendime tam denize sıfır bir bank buldum... Seviyorum bu şehri, denizini, kulesini, kalabalığını, kargaşasını, stresini...
sıradaki vapur geldi, okul yıllarında "roof" diye adlandırdığımız çatıya çıktım güzel bir köşe buldum yine tüm boğaza hakim....
Avrupanın önemli şehirlerini gördüm sayılır eh yurdumun da hatrı sayılır beldelerinde tatiller yaptım ama ben galiba İstanbul tutkunuyum... Hiçbir ülke, hiçbir şehir bana kendini sevdiremiyor İstanbul kadar.. Herşeyi buluyorum, kalabalığı, doğayı, çiçeği, teknolojiyi, modayı, antikayı, tarihi kısacası yaşamı buluyorum...

Havasına, suyuna, taşına, toprağına...
Bin can feda bir tek dostuma...
Her köşesi cennet memleketim, yaşanası şehrim İstanbul' um....

Wednesday, October 12, 2005

GÜNÜMÜZ BEBELERİ

Günümüz çocukları neden çok akıllı oluyor neden herşeyi biliyor işte yandaki fotoğraf bunun yanıtını fazlasıyla veriyor sanırım. Bizim Duru hastanede yatarken zaman zaman gözünü açtığında LA LA !!! LA LA diye sayıkladı durdu. (Hakkını yemeyim ilk anne sonra la la diyordu)
Efendim La La kim siz bilmiyor musunuz yoksa? Teletubbies sülalesinin en küçükten bir önceki üyesi kendileri....Durunun en sevdiği VCD... Bunlar bölüm bülüm ve Duru hepsini ezbere biliyor. Bir de PiBi Ayıcık cd leri var ki onlar da ikinci göz ağrılarımız. Haftasonu babasının dizüstü bilgisayarı imdadımıza yetişti, hafta içi de sağolsun şirketten benimkini gönderdiler... Tabi hemşireler, hastabakıcılar, doktorlar halimizİ görünce epey eğlendiler...EH sen misin hamileliğin boyunca doğum, gebelik cd leri izleyip, müzik cd leri dinleyen... Al sana vcd ci dvd ci çocuk....
Bebeği olanlara ya da olacaklara tavsiye ederim: Dahi Bebek Seti, Teletubbies ve PiBi Ayıcık serüvenleri... Çocuğunuzun daha çabuk konuştuğunu ve algıladığını göreceksiniz... Ama fazlasından kaçının derim ben yine de...

Tuesday, October 11, 2005

SALMONELLA

Bu kelimeyi artık hayatım boyunca hiç aklımdan çıkarmayacağım ve ne zaman duysam bu ekim ayı gelecek aklıma... Son yazdığım yazı ve Durucuğumun o çeşit çeşit fotoğraflarından sonraki gün hayatımız bir anda değişti... Nereden bilebilirdik ki önümüzdeki birkaç gün hastanelerde geçecek....
Durunun çıktıkça çıkan dişleri ve buna bağlı olan zaman zaman ateşini pek de önemsememiştim. Hatta 5 ekimde başlayan hafif ishali de çok önemli değildi doktoru diş yapabilir diyordu.. 6 ekimde şirkete evden bir telefon geldi ve Durunun ateşi 39 olmuştu. Apar topar doktorun yolunu tuttuk elimizde bir torba gün boyu biriktirdiğimiz kakalarla..... Şöyle bir muayene sonrası doktor doğru gaita (dışkı) tahliline yolladı bizi.... Sonuç çok iç açıcı değildi iltihap vardı ama çok da acil antibiyotik gerekmiyordu... Kültür sonucunu bekleyecektik.... Cumartesi gününe kadar sürekli yüksek ateş ve kanlı ishal şeklinde geçiyordu günlerimiz. Benim hareketli bıcır bıcır konuşam kızımın kafası yerden kalkmıyor tek bir kelime edemiyordu.... Yorgunluktan ayakta duramıyor bırakın koşmayı yürüyemiyordu... Bu arada ağzına da lokma girmiyordu.... Ve işte cumartesi doktorunun telefonu..... Malesef Salmonella çıktı........ Yani tifo mikrobu.....
Gözümden sakındığım, canımdan çok sevdiğim, zarar görmesin diye çıldırdığım minicik bebeğimi nereden bulmuştu bu kahrolası mikrop????? Bu virüsün çok çeşitleri varmış tifo olmayabilir ama dizanteri olabilirmiş.... Acil hastaneye yatmamız önerildi ve apar topar Şifa Hastanesinin yolunu tuttuk... Yol boyu sicimler indi gözümden...Normal şartlarda araba koltuğunda oturmadığında koltuk tepelerinde gezen Duru kucağıma yatmış baygın gözlerle bakıyor kafasını kaldıramıyordu.. Sadece şiddetle gelen karın ağrılarında incecik sesiyle çığlık atmaya çalışıyordu...
Hastaneye geldik ve 211 no lu odamıza yerleştik... Çok tatlı bir çocuk doktorumuz vardı orada.... Teşhis: Dizanteri Form.. Her türlü yiyecek, içecek, su, yerden alınan birşeyle geçebilecek ve herkesin başına gelebilecek bir hastalık... Sürekli kontrol edilecek ve serum verilecekti...
Sıra geldi o lanet serumu Duruya takmaya... Hemşireler dayanamayacaksınız çıkın , çünkü bu sefer biz de etkileniyoruz dediler... Bu tip ishalli bebeklerde sıvı kaybı çok olduğu için damarlar çekildiğinden br defada damarı bulamayabilirler birkaç yerden deneyebilirlermiş. Bu yüzden de üç kişi tutmak için geldiler... Ben bırakır mıyım bebeğimi, zaten yabancıların yanında bir de ben dayanamam deyip çıkarsam iyice kendini terkedilmiş hisseder.....Babası da kaldı yanımızda, anneannesi ben dayanamam dedi ve çıktı iyi ki de çıkmış, sürkli ağladı kapının dibinde çünkü... Allahtan bir kere de buldular damarı ve kızımı hiç üzmediler... Ve benim güzel akıllı meleğim üç gün boyunca o serumlu elini öyle güzel tuttu ki hiç hareket ettirmedi hiç ellemedi...Sanki daha önce defalarca serum takılmış gibi... Serumları 24 saat aralıksız sürdü...İlk iki gün hiç hali yoktu sonraları yavaş yavaş gözleri açıldı ve artık kendine geldi... Bugün evimizdeyiz artık ilaçlarımıza devam, iğneye de başlayacağız yarın...Kaka kontrollerimiz devam, iyileştik diye perhizi kesmiyoruz çünkü her an herşey olabilir.. Ama en azından koşuyoruz, gülüyoruz, oynuyoruz ve yuvamızdayız...
Şimdi annelere, anne adaylarına ve anne olmayı düşünenlere birkaç tavsiyem var bu hastalık sürecinde edindiğim:
1. Belirli aya geldiğinde ne olursa olsun pütürlü yiyeceklerle tanıştırın bebeğinizi (Hastanede çıkan perhiz yemeklerini -pilav, tavuk, çorba yiyemeseydi , sürekli blendar dan geçirseydik halimiz ne olurdu?)
2. İshal deyip geçmeyin çok iyi inceleyin dışkıyı.
3. Ateş 37 olduğunda rahatsızlanın ve tedbir alın
3. 39 derece olduğunda buzları bir kabın içinde eritin ve pamukları bu suda ıslatıp sadece kasık, koltuk altı ve alnında tutun.
4. En önemlisi güvendiğiniz ve sizi çok iyi anlayan, iletişim kurabildiğiniz , mümkünse anne olan bir çocuk doktorunuz olsun. Bu konuda biz Dr. Sevim Bezci' ye çok şey borçluyuz.
5. Her an insanın başına herşey gelebilir hele bu bir bebekse... Kendinizi suçlamayın ve moralinizi en yüksek seviyede tutup çocuğunuzla sürekli konuşup ağrısını anladığınızı anlatın... Kaç yaşında kaıncı ayında olursa olsun sizi anlayacaktır.

Tuesday, October 04, 2005

DURU


Kızım.... Annesinin bir tanesi, gözbebeğim, ilk gözağrım DURUM...Bugün onu yazmak istedim, onun tatlılığını, şirinliğini, sevimliliğini, duygusallığını, komikliğini, cadılığını......Ama yazamayacağımı, onun kelimelerle anlatılamayacağını anlayıp ne günden ne güne geldiğini paylaşmak istedim.

Sunday, October 02, 2005

GEÇMİŞE YOLCULUK

Galiba İstanbul' a kış geldi; karanlık, yağmurlu, sonbaharın değil de sanki kışın ilk günlerini yaşıyoruz hissini veren bir pazara uyandık bugün. Durunun iki gündür sürekli akan burnu sabahın ilk saatlerinde tüm genzini kapattığı için minik kuşum bir bağırmayla uyandı. Sabah hele de bu bir pazar günüyse yedide uyanmak nasıl bir duygudur bunun yorumunu sizlere bırakıyorum. Anne olmak bu galiba, saatin erkenliğine, uyku mahmurluğunuza, hafif üşümenin verdiği bezginliğinize rağmen en sevimli, en canlı en neşeli görüntünüze bürünüp çocuğunuzun yanına koşuyorsunuz... Pazar günü önce Durunun kahvaltısı, sonra uzun uzun sadece pazar günü yapabildiğimiz karşılıklı uzun kahvaltımız derken, anneanne ve dedeyi Duruya biraz bakmaları için bize çağırdık. Aylık mutfak alışverişi zamanımız gelmişti ve bu işi Erkana bırakamazdım. Çünkü yeni öğrendiğim yemek tarifleri için ekstra malzemeler alacaktım bu da rafları karış karış incelemek demekti... Siz de nasıldır bilmiyorum ama biz aylık mutfak alışverişine gidince ben markete doğru girerken Erkanla yollarımız ayrılır, o; bu zaman dilimi içerisinde kitapçıda vaktini geçirir ve kasada buluşuruz. Tabi bugün biraz kitapçı biraz da kıyafet seçimi derken kendimi bir erkek mağazasının içinde buldum, kendisine biraz alışveriş yaptık....
Eve döndüğümüzde Duru bizi kapıda bekliyordu, biraz "niye beni bırakıp gittiniz" cinsinden bize söylendikten sonra oyuncaklarına daldı ve ben onu babasıyla başbaşa bırakıp annemle birlikte çocukluğumun birlikte geçtiği, annem çalıştığı için zamanımızın çoğunu onlarda geçirdiğimiz özellikle kızkardeşim Aslı da çok emekleri olan komşumuzun oğlunun düğününe doğru yola çıktık. Hava gerçekten çok karanlıktı ama ben yllardır görmediğim, çocukluğumu bilen kişileri göreceğim için sıcacıktım. Benim çocukluğum bu kişiler sayesinde çok canlı, çok renkli ve çok mutlu geçti. Biz lojmanda otururduk , çevresi tellerle örülü müstakil bir evde. Kocaman bir evimiz , çok geniş bir balkonumuz vardı. Telin hemen arkasında ise bir mahallenin çıkmaz sokağının sıra sıra evleri. Bizim evimiz lojmanın içinde kalmakla birlikte aslında daha çok bu evlere yakındı ve biz telin ortasına bir kapı yapmıştık buraya giriş çıkış için. Bahçeli evler, sobalı, kışın soğuktan tuvalete bile gitmeye korktuğunuz, kömürlüklü, çardaklı sebze bahçeli evlerdi bunlar. İçlerinde sıcacık insanlar, sabah olunca Aslıyla pijamamızı bile çıkarmadan üstümüze geçirdiğimiz yeleklerle doğruca yan komşuda alırdık soluğu... Sobanın üstünde kızaran ekmeklerin kokusu hala burnumda tüter...Ablalar, abiler, teyzeler hep beraber kahvaltı ederiz. Yazları karası, beyazı, pembesi dutlar.....Bir babayiğit ağaca çıkar ve aşağıda en az 5 kişi kocaman bir çarşafı gerer, dutlar silkelenir... Hep beraber tepsiler dolusu dutlar dağıtılır...Bahçede çaylar yapılır, yaz geceleri bahçede uyunur....Salçalar yapılır, erişteler kesilir kocaman masalarda kurutulur... Annem işe giderken aklı kalmaz, çünkü çocukları güvenilir ellerdedir, babam iş seyahatine gittiğinde bizim evde toplanılır , ev tek katlı diye biraz korktuk mu, geceleri yanımızda kalırlar... Samimi, karşılıksız, candan dostluklar...
Bugün geçmişi yaşadım, çocukluğumu gördüm insanlarda, hepsiyle yaşanmışlıklarım var, tulumbadan su çekip akşamüstü suladığımız akşam sefaları, hüsnüyusuflar geldi gözümün önüne, geceyarısı komşuya giderken kirpinin üzerine basan kaç kişi vardır, dut ağacının tepesinde evcilik oynayan, vişneleri dalından toplayıp şurup yapan kaç çocuk tanıyorsunuz ? Ben bunların hepsini yaşadım, hepsi için dostlarıma çok şey borçluyum onlar sayesinde mutlu bir çocuktum... Benim kızımda bunları yaşasın, bu duygularla tanışsın çok isterim....
Eve mutlu ve huzurlu döndüm ve camdan baktığımda gördüğüm gökkuşağının renkleriyle daha da canlandım ve altından geçtiğimi düşünüp güzel dilekler diledim.......