Sunday, October 18, 2009

‘ÖRGÜ ÖRMEM YEMEK YAPMAM, BİLMEM DE. SERGİ, MÜZE GEZERİM.’ Bu sözler eskinin sansasyonel ve nişanlısı ile verdiği çıplak pozları ile ünlü mankeni, yeninin televizyoncusu, iş kadını olan bir ablamıza ait. E tabi hepsini beraber yapamıyorsa bu onun suçu değil. Yani hem yemek yapacaksın, hem örgü öreceksin, hem çalışacaksın, hem okuyacaksın, hem yazacaksın, hem sergi gezeceksin, hem müze göreceksin, hatta belki bir de çocuk yetiştireceksin. Konuya böyle bakınca tabi her benim diyenin yapabileceği iş değil. Biraz beceri, çabukluk, enerji ve çalışkanlık gerektiriyor. Konuya başka türlü bakınca da aklıma şu geliyor, yemek yapan örgü ören kişi aynı zamanda sergi, müze gezemez mi? Ya da bu kadar kötü bir şey mi yemek yapmak, örgü örmek tü kaka gibi anlatıyor? Tüm bunları yeni sunacağı bir programın öncesinde verdiği bir röportajda dile getiriyor ve takındığı beden dili çok yapmacık olmakla beraber, örgü ya da yemek programı yapan kişilere karşı son derece önyargılı. Maalesef etrafımda bu ‘hanım abla’ gibi düşünen, sabit fikirli o kadar çok insan görüyorum ki son zamanlarda. Entelektüel olacaksan, sadece film izler, kitap okur, caz dinler, gece dışarı çıkıp bar bar gezer, gurme edasıyla son açılan mekanlarda yemek yer, hobi olarak da ya bir enstrüman çalar, ya sporla uğraşır ya da moda olan neyse onu yaparsın, onlara göre. Tüm bu saydıklarımı ben de yapmakla beraber maalesef örgü de örüyorum, yemek de yapıyorum hem de zevk alıyorum bunlardan, eyvah. Ne olacak şimdi? Üstelik kızım en iyi şekilde beslensin, eşim benim elimden çıkan yemeği yesin diye mutfakta geçirdiğim vakit oldukça da fazla, sevdiklerime kendi el emeğim örgülerimi hediye etmek de hoşuma gidiyor. Hatta itiraf ediyorum fotoğraftaki bu yatak örtüsünü de ben ördüm. Pekala diğer tüm saydığım sosyal aktivitelere de zaman ayırabiliyorum ve bunları çok yoğun iş hayatım varken de yapıyordum.
Kişileri, nesneleri, olayları kategorize etmeden hayatı yaşamak, küçümsemeden önyargılı olmadan bakabilmek, kendiyle barışık olmak, yaptıklarından ve zevklerinden dolayı ‘acaba?’ demeden, doğal yaşayabilmek, şekilci olmamak bu kadar zor mu?

Thursday, October 08, 2009

SON SICAKLAR

Yazın son günlerini yaşıyor güzel şehrim bugünlerde. Hani derler ya "pastırma sıcakları" diye, işte sanırım o sıcaklar bu sıcaklar. Sabah güneş ışığı ile güne merhaba demek, hala ince kıyafetlerle sokaklarda hafif hafif dolaşmak bir süre mahrum olacağımız duygular olacağından bu son güneşli günleri en iyi şekilde değerlendirmek gerek. Hele ki, yapılacak çok şeyi olan güzelim İstanbul'da. Anadolu yakasında oturduğumuzdan boğaz sahili yanında bir de Kadıköy kıyı şeridi var ki, neredeyse Moda'dan başlayıp, Fenerbahçe, Göztepe, Caddebostan, Suadiye, Bostancı, Maltepe, Dragos'tan ta Tuzla'ya kadar uzanan; yürüyüş yapın, bisiklete binin, paten kayın, piknik yapın...Günün her saatinde ayrı bir güzel. Hele ki çocuklar için o kadar çok aktivite var ki, parkta oynamak dışında. Size tavsiyem, gün batışına yakın giderseniz yanınıza aldığınız yiyecek ve içeceklerle ister çimenlerin üzerine yayacağınız kiliminizle keyifli bir piknik yapabilir isterseniz de taşların üstünde Adalar'a karşı oturup, hem denize doğru ayaklarınızı sallandırıp hem afiyetle akşam yemeğinizi hoş bir manzara eşliğinde yiyebilirsiniz. Scooter keyfinden ya da bisiklet turundan ya da salıncak yorgunluğundan sonra emin olun çocuğunuz da açlıktan ne yiyeceğini şaşıracak ve siz de hem ziyaret hem ticaret gibi bir zevki yaşayacaksınız.

Saturday, October 03, 2009

BU KADAR KÖTÜ OLMAK ZORUNDA MI

Bugün tiyatro sezonunu açtık Duru ile ve sezonun ilk oyunu "Deniz Kızı" oldu. Anne kız gayet keyifle, bir gün önceden aldığım biletler ile tiyatronun yolunu tuttuk. Gidene kadar biraz grip olsa da , sürekli konuştu ve sevinçten bana ne şenlikler yaptı anlatamam. Büyüdükçe daha fazla iletişim kurdukça sanki kızımın en iyi arkadaşım olacağını düşünüyorum. İltifat ediyor, zaman zaman eleştiriyor, bazen kızıyor bazen şefkatle yaklaşıyor, sanki büyümüş de küçülmüş gibi. Tiyatrodan bilet alırken bir ara artık sadece ona mı bilet alsam diye düşündüm. Malesef özel tiyatrolar o kadar pahalı ki, iki kişilik bilet neredeyse bir haftalık mutfak parası. Devlet tiyatrolarında da biletler çok önceden tükendiğinden biraz mecbur kalıyoruz, biraz da eve yakınlığından özel tiyatroları tercih ediyoruz doğrusu. Fakat anladım ki henüz Duru'nun oyunları tek izlemesi, benim onu kapıda beklemem için biraz erkenmiş. Tiyatro kapıları açıldı keyifle yerimize oturduk, tabi sürekli olarak " ne zaman başlayacak anne" soruları hiç bitmedi ve oyun başladı. En önde izlemenin keyfine o kadar varmıştı ki, oyunun tam ortasında çıkan "CADI" önce onu çok etkilemedi ama gerek cadının sesi gerek kostümü gerekse bize çok yakın olması Duru'yu biraz ürküttü ve yavaş yavaş kucağıma çıktı. Bu arada arkamızda oturan iki kız arkadaş vardı, Duru'dan birkaç yaş büyük. Bir tanesinin annesi onları getirmişti ve ikisini yanyana oturtup, kapıda onları kitap okuyarak bekleyeceğini söylemişti. Belli ki daha önceden de tiyatroya gelen ve yalnız izleyen iki arkadaşlardı. Oyun başladığı anlarda , tam arkamızda oturan ve oyuncuların sorularına neşeyle yanıt veren kızlardan birinin sesi, cadı çıktığı andan itibaren gitti ve bir ara omzuma eli dokundu ve bana ağlamaklı bir edayla " bu kadar kötü olmak zorunda mı bu cadı acaba" dedi. İşte o an bir anne, bir abla, bir insan.. ne olarak olursa olsun o kadar etkilendim ki. Nasıl korkuyordu, annesi yanında yoktu ve kendini nasıl yalnız hissediyordu, arkadaşı korkmuyor ve onu anlamıyordu...Saniyeler içinde neler geçti aklımdan ve hemen ona korkuyor musun dedim. Öyle bir evet dedi ki, sanki canımdan can kopardılar. İstersen ara verilene kadar benim yanıma gel, elimi tut, arada da annen hemen yanına gelir dedim ve adının Alize olduğunu öğrendiğim kız çocuğu nasıl hemen geldi anlatamam. Oyun boyunca elimi sıkı sıkı tutarak izledi, tabi Duru da kucağımda. Nasıl muhtaçlar, nasıl çaresizler, nasıl korunmasızlar.. Öğlen bana ahkam kesen, büyümüş de küçülmüş, beni eleştiren kızım o an kucağımda minicik bir bebekti. Hele ara olup da Alize'nin annesine koşması vardı ki, allah kimseyi annesiz bırakmasın. Sonra ne oldu, Alize'nin annesi salonda çok boş koltuk olduğundan oyunun devamını kızıyla izledi, oyun bitip herkes dağılınca Alize uzaktan bana "çok teşekkür ederim" anlamında sıcacık bir bakış baktı ve ben kızım büyüdü artık desem de hala onun bana çok ihtiyacı olduğunu bir kez daha anladım.

Friday, October 02, 2009

ŞARJIM BİTTİ

Dün akşam şarjım bitti, çok teknolojik bir cümle ama evet, telefonumun şarjı bitti. Akşam yaklaşık iki saat kadar telefonsuz kaldım ve aman allahım, sanki elim kolum kesildi, dilim tutuldu, dünyadan bihaber oldum. Dışarıdaydım ve bir arkadaşımla buluşup ayrıldıktan sonra yalnızdım, bana nasıl ulaşacaklardı?ben kızımı almaya geldiğimi nasıl haber verecektim? şehir dışında olan eşim beni merak edip nereden bulacaktı? O iki saat içinde kimseyle konuşamayacaktım. Ne kadar alışmışız on yıl içinde bu telefona, onsuz ne yapardık, nasıl haberleşirdik, "yoldayım çayı koy, geliyorum", "hadi hazırlanıp aşağı inin, yaklaştım" demeden hayat nasıl geçiyordu, çok üzücü ama hiç hatırlamıyorum. Topu topu 10 yıldır cep telefonu kullanıyorum ve bir buçuk yılımı da bir GSM operatörü firmasında geçirdiğim düşünülürse ben malesef cepkolik olmuşum. Benim için dün iki saat hayat durdu, şarj bitti hareket bitti, öylece kalakaldım. Bazen günlük hayatta da şarjımın bittiğini düşünürüm, yorgun, mutsuz, umutsuz olduğum anlarda, bana ulaşılamaz, kapsama alanında değilimdir o an, ya da aranılan kişi olarak meşgulümdür, bana doğru bütün hatlar meşguldür. Üstelik telefonun şarjının bitmesine benzemiyor hayatta şarjın bitmesi. Şimdi çok daha iyi anladım ki hemen şarj olmak bir anlamda kendini deşarj etmek gerekiyor öyle zamanlarda. Ve insanın sık sık pilini kontrol etmesi, ara sıra yenilemesi gerekiyor aynı telefonu gibi. Hayatta bakım istiyor, yenilenmek ara sıra servise verilmek, aylık yıllık bakım istiyor.Hanginiz yapıyorsunuz bunları, telefonun şarjını unutmayıp her akşam takıyoruz da kendimizi hiç şarj ediyor muyuz, ara sıra bakıma alıyor muyuz