Friday, August 31, 2007

EDİRNE, KIYIKÖY

30 Ağustos Zafer Bayramında yurdumun zamanında en fazla düşmanla çatıştığı yerlerden birinde ve sınırda olan Edirne'de özgürce gezebilmek herhalde bize fazlasıyla bugünün önemini hatırlattı diyebilirim. Osmanlı İmparatorluğunun ikinci başkenti olan bu şehre ne zamandır özel bir gezi yapmak istiyorduk özellikle de Duru'nun sürekli olarak cami gezme isteğini buradaki muhteşem Selimiye Camii ile gerçekleştirmek fikri geçen haftalarda aklıma düşmüştü. 3o Ağustosun da tatil olmasıyla küçük aile olarak sabah kahvaltısından sonra yola koyulduk. İstanbul'a sadece 228 km olan Edirne'ye iki saat içinde vardık. Mimar Sinan'ın ustalık şaheseri olan Selimiye Camisi bizi şehrin girişinde hemen heybetiyle karşıladı ve şehrin her yerinden takip etti. Selimiye camisinden çıkıp Arastadan mis kokulu sabunlardan almadan çıkmak olur mu? Rengarenk meyve figürlü sabunları yememek için insan kendini zor tutuyor.




Edirne Türkiye'yi Avrupa'ya bağlayan karayolu üzerinde olduğundan, tam bir Avrupa şehri havasında. Şehrin her yanında çay bahçeleri var ve buralarda oturan modern insanlar şehre çok asri bir hava veriyor. Eski camii karşısında oturduğumuz çay bahçesinden sonra eski zamanda şifahane olarak geçen 2. Bayezid Külliyesi gerçekten de görülmeye değer. 2004 Avrupa müze ödülü alan külliye Osmanlı döneminde müziğin ruh hastalıklarına derman olmasının yanısıra, fiziksel tedaviler için de nasıl kullanıldığını anlatıyor size ve insan maketleriyle canlandırıldığı için de ayrı bir görsellik katıyor gezinize. Özellikle Duru buranın eski bir hastane olduğunu ve maket hastaların da yataklarda yattığını görünce çok heyecanlandı. Özellikle hastanenin dev tencerelerinin mutfak onun için bu gezinin en keyifli yeriydi.

Öğleni çoktan bitirmiştik ve gezinin en güzel anı gelmişti: YEMEK. Edirne deyince akla ciğer gelir. Meşhur Aydın Ciğercisinde kuru biber eşliğinde yediğimiz ciğerin tadı hala damağımda. Sırf ciğer için Edirne'ye en kısa zamanda yine gideceğim galiba.

Harika bir yemeğin üzerine bana göre tavşan kanı çay, Erkan'a göre orta şekerli türk kahvesi gider. Ama ortak görüşümüz Meriç nehrinin kenarında serin bir ağaç altı. Meriç Köprüsünü izlerken buranın gerçekten de tam bir Avrupa şehri görüntüsünde olduğunu bir kez daha düşündüm.

Arnavut kaldırımlı, ağaçlarla bezenmiş Karaağaç yolu buranın kar yağdığında da görülmeye değer olacağını düşündürdü bana. Yol boyunca taze sebze satan yerliler ve Karaağaç yolu sanki bir masaldaymış hissi veriyor insana. Yolun sonundaki Trakya Üniversitesi bahçesindeki Lozan Anıtına arabanın içinden bakmayı yeğledik. 38 derece hava sıcaklığı bu serin yolda bile kendini hissettiriyordu zira.

Edirne turumuzu bu şekilde bitirip dönüş yoluna girdiğimizde Kırklareli'ne bağlı Kıyıköy'e uğradık. İki ırmak arasında Karadeniz'e kıyısı olan sakin bir balıkçı köyü Kıyıköy. Aslında Tem'den Çerkezköy sapağından sapıp, Saray yoluna devam ettiğinizde Kıyıköy'e çok daha kolay ulaşıyorsunuz. Kıyıköy'de inanılmaz bir manzara var. Marina cafe adlı salaş kahvede oturup çıtır sigara böreği yemenizi tavsiye ederim. Kıyıköy Kalkan balığıyla ünlüymüş aslında ama biz ne balıkçı ne de bir balık satan yer gördük. Kıyıköy'den vakitlice çıktık karanlığa kalmadan ve eve döndüğümüzde hava kararmıştı. Keçecizade'den aldığımız badem ezmesi ve deva-i misk şekerini büyük bir heyecanla açıp yemenin ve kızım ve eşimle güzel bir günü geride bırakmanın mutluluğu vardı içimde. Daha ne olsun?

Friday, August 24, 2007

EVLİYA ÇELEBİ


Evliya Çelebi oldum bu hafta. Salı günü başlayan Ankara yolculuğu perşembe İzmir, cuma Adana ile bitti. 4 günde 6 kez uçağa binmek benim gibi uçak fobisi olan bir insan için ne kadar keyifli siz düşünün. Ama bu dört günde sabahın kör karanlığında yola düşmek her ne kadar zor olsa da kalabalık, canlı İstanbul'u sessiz, ıssız, sadece ışıklarla yaşarken görmek de işin güzel kısmıydı. Herkes uyurken ne kadar da sakin şehir hele gün doğumuna şahit olmak...


İstanbul'u bırakıp Ankaraya, İzmir'e ve Adana'ya inişte hep farklı duygular hep farklı manzaralar...Her şehir ne kadar da farklı birbirinden. Ankara çok resmi, çok daha düzenli. Havaalanında hep takım elbiseli koyu renk giysili insanlar. Belli ki resmi yerlerde çalışanlar. Yol boyunca neredeyse heryerden görünen Anıtkabir.



İzmir, canlı cıvıl cıvıl. Havaalanında şortlu, tişörtlü, rengarenk giysili insanlar. Tatil havası kokuyor bu şehir. Hele erken gittiğimizden Gamze'yle Pasaport'da yaptığımız çay-simit keyfi. Sanki Avrupa'nın bir şehrindeyim hissi veriyor burası bana hep.



Ve Adana, işte yurdum insanı. Doğal, heyecanlı, sıcak, rahat. Havaalanı değil sanki sıradan bir alışveriş merkezi. Yol boyunca çok kimse yok etrafta belli ki herkes yaylalara kaçmış.



4 gün 4 farklı şehir; farklı hayatlar, farklı insanlar, farklı düşünceler. Bir gerçek var ki ama ben bu topraklarda doğmaktan ve burada yaşamaktan çok ama çok keyif alıyorum.

Tuesday, August 21, 2007

Ev bilgisayarımızın bozuk olması sebebiyle yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. Fotoğraf yüklemeden yazı eklemeyi çok sevmediğimden ve de ancak ev bilgisayarına fotoğraf yükleyebildiğimden çok kısa bir süre beni mazur görün.

Sunday, August 12, 2007

BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM

Sıcacık bir yaz sabahı, mis gibi bir havada mavinin en mavi yeşilin en yeşil sıcağın en sıcak anında güzelim Fethiye'den bindiğimiz Özkan adlı tekneyle seyahatimiz başladı. Teknenin adının evlenmeden önceki soyadım olmasından mı yoksa mürettebatın sıcak karşılamasından mı bilinmez ilk bindiğim anda ısınıverdim bu küçük ama şirin tekneye. Seyahatimiz boyunca beraber olacağımız dostların yakınlığı da büyük bir unsur tabi.


Daha önce hiç mavi tura katılmamış olan ben önce biraz şaşırdım kaldım dersem yalan olmaz. Yıllarca yapmış olduğum tatillerden farklıydı bu sefer herşey. Ne pırıl pırıl otel odası, ne şıkır şıkır akan su ve geniş banyolarda küvet keyfi, ne açık büfe yemekler, ne peşimde gezen garsonlar, ne havuz keyfi, ne beş çayındaki pastalar kekler, ne de her çeşit aktivite. Bunların yerine toplam 2 metrekareye yerleşmiş bir kamara, tuvalet, hem lavabo hem duş olarak kullanılan ve aynı anda iki kişinin duş yapmasına izin vermeyen bir musluk, üç öğün tabldot şeklinde yemekler... İkisi arasında dağlar kadar fark olunca ve yanımda bir de 3 yaşında bir cadı olunca ilk başta paniğe kapıldım. Bir de hiç karaya çıkmayacağımızı duyunca acaba vaz mı geçsek diyordum ki tekne çoktan lacivert sulara açılmıştı. Kendimi güverteye çıkıp manazaraya ve uçsuz bucaksız sulara bırakınca bu tatilin çok farklı ama çok değişik olacağını anladım ve işte o hayatımın en doğru kararını verdim.



6 gün boyunca her gece kızım ve eşimle el ele yatıp yıldızları seyrederek güvertede uyumak, sabah gözümü açtığımda yerimden kalkmadan elimi suya daldırmak, akvaryumdan hiç farkı olmayan berrak sulara atlamak, yeşil ve maviyle her an iç içe olmak, yunuslarla selamlaşmak onların ailece yaptıkları seyahatlare çok yakından tanık olmak, akşamları rakı balık sefası yapmak, kimsenin olmadığı koylarda denize girmek, karaya sadece yüzerek ulaşabilmek..





Kalbimde güzel bir yere, hafızamdan çıkmayacak anlara, damağımdan hiç gitmeyecek tatlara vesile olan bu tatili çok daha uzun yazacağım.

Thursday, August 02, 2007

TATİLE GİDİYORUM




Bir hafta kadar yokum. Mavi sulara, ıssız koylara, derinlere yandaki tekneyle gidiyorum. Görüşmek üzere.