Friday, July 31, 2009

RÜKÜŞ KIZIM

Deselerdi ki bundan on yıl önce, bir kızın olacak ki, her parmağına ayrı yüzük, kollarına rengarenk bilezik, ayaklarına hal hal takıp gezecek, yok daha neler derdim. "Büyük lokma yut, büyük laf söyleme" diye boşuna dememiş atalarımız. İşte şimdi böyle bir kızım var, ben ne kadar böyle çocuklara geçmişte sinir olduysam kızım onlardan bin beter. En sevdiği renkler; mor, sarı, kırmızı...en beğendiği şeyler; kolye, yüzük, taç..elbise. Ve bunların hepsini, her rengini aynı anda takabilme potansiyeline sahip.



Şimdi artık bir mücevherat kutusu da var, benim yok ne yalan söyleyim. En üstte yaklaşık otuz adet yüzük, alt çekmecelerde bileklik, kolye, hal hal. Küpeleri henüz bende, daha kulakları delik olmadığı için.
Kime çekmiş, tabi ki genetik. Fazlasıyla babaannesi ve onun kadar olmasa da anneannesi. Umarım bir an önce hevesi geçer, yoksa bu oda kendisine yetmeyecek.

Wednesday, July 15, 2009

BİR CENNET, PORT GRİMAUD

Güney Fransa gezimizin son günlerinde uğradığımız harika bir mekandan bahsetmek istiyorum ki, benim için adeta bir cennet burası. St. Tropez koyuna gelmeden 6 km. aşağıda Venedik benzeri inşa edilen bu kasaba gerçekten de dünyadaki cennet. Cote d'Azur gezimizde en beğendiğim yer neresi diye soracak olursanız şehir olarak Monako ama küçük kasaba olarak mutlaka Port Grimaud olur yanıtım.

1962 yılında Fransız mimar François Spoerry tarafından tasarlanan bu Venedik'in modern versiyonu olan kasaba - ki Venedik'i gördüğüm için rahatlıkla oradan çok daha heyecan verici olduğunu söyleyebilirim- özellikle pastel renkli evleri, kanalları, çiçekli terasları ile bir masal kent adeta. Evlerin önünde, her evin endine ait olan teknesi bağlı duruyor ve ulaşım bunlarla çok rahat. Ayrıca her evin pencere şekli birbirinden farklı ve hiçbir ev diğeriyle aynı pencereye sahip değil.


Kasabanın içine araba ile giriş yok. Gittiğinizde aracınızı büyük otoparka park edip yürüyerek tüm kasabayı dolaşıyorsunuz. Tabi isterseniz kendinize küçük bir otomatik tekne kiralayıp bununla ya da toplu olarak binilen teknelerle de gezebilirsiniz. Bizim gittiğimiz ay Haziran tam da buranın mevsimi, güneş her heryeri pırıl pırıl yapıyor ve tertemiz kanalların kıyısında harika restoranlar iştahınızı kabartıyor. Özellikle yaz akşamları güneşin batışını ve karşısındaki St Tropez Koyunun ışıltılarını izlemek için daha iyi bir yer olamaz.


Yolunuz Güney Fransa'ya düşerse Port Grimaud mutlaka listenizde ilk sıralarda yer almalı.

Friday, July 10, 2009

St.TROPEZ

Nice’de kaldığımız süre boyunca en uzak mesafe olan St. Tropez’e gitmek için araba kiralamamız epey maceralı oldu. Kıyı şehirleri gezmek için hiç arabaya ihtiyaç olmamasına karşın, St Tropez’e tren olmadığından araba kiralamaya mecbur kalıyorsunuz. Ya da Nice’den sabahları kalkan gemilerle gidebilirsiniz ama mesafe uzun olduğundan St Tropez ve çevresinde kalacağınız saatler sınırlı. Araba kiralamak için Nice’de, çok önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Yoksa bizim gibi açıkta kalabilirsiniz hele de hafta sonuna denk gelirse. Ne kadar araç kiralama şirketi varsa hepsini gezdik ve sonunda bir tane arabayı zar zor bulduk. A8 otobanını takip ettiğinizde sırasıyla tüm şehirleri gezebilirsiniz Riviera’da; Antibes, Juan Les Pins, Cannes, St. Raphael, St. Maxime ve sonunda St. Tropez. Aklımda hep dünya sosyetesinin tatil mekanı, eşsiz koyları ve en ünlüsü Pampelonne ile yer etmiş St. Tropez beni hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. İlk kez Fransız yazar Guy de Maupassant tarafından keşfedilen St.Tropez, 1956 yılında Brigitte Bardot’un oynadığı ‘’Ve Tanrı Kadını Yarattı’’ filmi ile sosyetenin vazgeçemediği tatil beldesi haline gelmiş. Ama bizim Ege, Akdeniz kıyılarını gördükten buralarda denize girdikten sonra burası bana daha çok küçük bir balıkçı kasabasını andırdı, limandaki lüks yatları ve şık mağazaları saymazsak. Hakikaten de St.Tropez’in pastel renkli evleri, kalabalık limanı ve şık kafe, barları ve mağazaları ressamlara , şairlere ilham verici güzellikte. Gittiğimiz günün cumartesi olmasından yerli yabancı pek çok turist bu küçük ama ünlü beldeye akın etmişti. Ayrıca merkezde kurulan ünlü cumartesi pazarı da ayrı bir canlılık katmıştı. Bu arada pazarda açık olarak satılan etleri görünce bizim kokoreçimize laf eden Avrupa Birliği standartlarını da anmadan geçemedik. Biraz kıyıdan yürüyüp eski şehre doğru bir gezinti yaptık, tepedeki Citadel kalesine herhalde gün batımı çıkmak ve buradan gün batımını seyretmek ayrı bir haz verir insana.

St. Tropez’in bir başka ünü de çevresindeki koylardan geliyor, özellikle de Pampelonne plajına çok şey borçlu. Harika bir kumu var, altın sarısı renginde. Cap Pinet ve Cap Camaret arasında bulduğumuz Tiki Plage adlı plaja girmek için arabamızı park ettik ve sahile çıkmak için girdiğimiz plajdaki şaşkınlığımızı kelimelerle anlatmak ne mümkün…Herkes çırılçıplak. Önce herhalde bir iki kendini bilmez derken, tüm plajın çırılçıplak güneşlendiğini ve denize girdiğini görünce buranın o ünlü çıplaklar kampından biri olduğunu ancak idrak edebildik. Üstsüz güneşlenenlere daha yeni gözümüz alışırken, bu manzara bizi epey şaşırttı. Çıplakların arasından geçip hemen yanındaki kendi plajımıza geçip, şezlong ve şemsiyelerimizi kiralayıp şu ünlü sulara dalalım dedik. Yine milliyetçi ruhum kabarmış gibi olacak ama tamam çok güzel bir su fakat bizim Göcek koyu, Fethiye denizi……..ah ahhhh ülkemmm. Dünya harikası doğaya, denizlere, koya sahip canım ülkem…

St.Tropez dönüş yolunda öyle bir yere uğradık ki, işte 5 günlük Cote d’Azur turunun hiç unutamayacağım en güzel yeri. Port Giramaud. Ama onu ayrı bir yazıda anlatmak istiyorum çünkü böyle bir yer dünyada çok azdır herhalde.

St. Tropez dönüşü uğradığımız bir diğer yer ünlü parfüm başkenti Grasse oldu. Burada ünlü Fragonard Parfümeri fabrikasını gezdik ve harika lavanta, yasemin kokularının nasıl yapıldığına şahit olduk.






Günü Antibe şehrine çok yakın Juan Les Pines’de harika içeceklerle noktaladık. Riviera’nın tatil merkezlerinden biri olan Juan Les Pins son derece hareketli, gece kulüpleri, barlar ile iyice canlı hale gelmiş daha çok gençlerin rağbet ettiği bir bölge. O kadar çok yer var ki gezilecek, görülecek, yazılacak. Kalemim, aklım yetersiz kalıyor bazen.

Wednesday, July 08, 2009

CANNES



İşte ünlü film festivalinin yapıldığı kentteyiz. Dünya starlarının yürüdüğü o kırmızı halıda bendeniz de yürüyorum işte. Bakalım ödül ne zaman gelecek? Gazetelerde okurdum hep, ‘sosyetenin ünlü ismi bilmem kim yaz tatilini geçirmek üzere Cannes’a uçtu’ diye ve bana nedense hep uzak gelirdi bu bölgeleye tatile gelmek. İnsan hayalleri olduğu sürece varmış derler ya, işte şimdi ben de o sahillerdeydim. Cannes bence Riviera’nın Monako’dan sonraki en canlı limanı.

Aynı Nice’in Promenade Des Anglais gibi Cannes’ın da La Croisette’si var. Bu yürüyüş yolu boyunca ister altın sarısı kumlardan denize girin, ister ünlü mağazaları gezin ya da muhteşem binaları seyredin. La Croisette’nin bir ucunda eski liman ve festival binası Grand Auditorium, diğer ucunda da ikinci liman ve ünlü Palm Beach kumarhanesi var. İster yürüyerek isterseniz mini turistik trenlerle bu caddeyi keşfedebilirsiniz. Ama çok şık mücevher ya da tasarım mağazalarını gezmek isterseniz La Croisette’nin paralelindeki rue d’Antibes çok ünlü.

Cannes şehrinin sokak tuvaletlerinin dış görünümü de şanına yakışır şekilde. Ama içi beni yakar dışı sizi misali, fazla söze hacet yok. Grand Auditorium’un yukarısına doğru yürüdüğünüzde Old Town: Le Suquet ve 22 metrelik Tour du Suquet’i görebilirsiniz. Beyaz taştan saat kulesi Cannes ile özdeşleşmiş durumda. Le Suquet’den baktığınızda tüm Cannes ve 12 km.lik sahilini harika bir esinti eşliğinde seyredebilirsiniz. Tepede otururken karşıda görünen şirin ada Sainte-Marguerite’ye nasıl gidebileceğimizi öğrenmek için limandaki turizm bürosuna uğradık ve 10 dakika sonra adaya kalkacak bir tekne olduğunu duyunca hemen biletlerimizi aldık. Tekne Cannes’dan 15 dakikada adaya ulaşıyoraama bizim ada vapurlarına hiç benzemiyor doğrusu, bizim vapurlar şarkılarla türkülerle, zeytinyağlı dolmalar eşliğinde gider adaya hatta bir tarafı aşırı insan ağırlığından dolayı yana yatar, hele Pazar günleri kalabalıktan yürüyemezsiniz vapurda. Bu tekne çok sakin, tek hareket haftaya evlenecek olan kızın teknedeki tüm erkekleri öpme töreni. Adetten herhalde , kız kıza tatile çıkmışlar ve kız ne kadar erkek varsa kaptanlar da dahil herkesi öptü. Adaya inince bu kadar harika bir yer olabileceğini hiç tahmin etmemiştik. Bir ada hem bu kadar sakin, huzurlu ve harika denize sahip olup hem de nasıl bu kadar tenha olabiliyor şaştık doğrusu. Yine pazar günü bizim prenses adalarının halini düşünmeden yapamadık. Pırıl pırıl denize bakmakla ve sadece ayaklarımızı suya sokmakla yetindik, mayolarımız yanımızda olmadığından. Bundan sonra Riviera’ya gelirseniz her daim çantanıza bir mayo atmanızı öneririm zira burada her yerde her an denize girebiliyorsunuz. Birkaç restoran ve balıkçı evlerinin olduğu adada her yer çam ormanlarıyla kaplı. Adaya iner inmez, buradaki tek büfeden hazırlattığımız harika vejetaryen sandviçlerimizi begonviller ve okaliptus ağaçları arasında bulduğumuz bir bankta, karşımızda Cannes şehrini izleyerek yemenin tadını en şık balıkçı lokantasına değişmem doğrusu. Gittiğimiz günlerde Nice’de adına triatlon etkinliği düzenlenen Iron Man – Demir Maskeli Adam’ın hapishanesi de bu adada bulunmakta. Cannes’a gelip de bu adaya uğramadan dönseydik çok şeyi kaçırmış olurduk herhalde ama bu adada denize girememek Erkan ve ben de bayağı bir hayal kırıklığı yarattı doğrusu ve bunu telafi için Nice’e döner dönmez anında kendimizi denize attık. Pazar gününün doğal kalabalığı ünlü Iron Man uluslar arası festivalle birleşince cıvıl cıvıl bir sahil haline gelmişti Promenade Des Anglais. Akşam Iron Man final gecesi ise tam bir karnavala dönüştü Nice’de. Havai fişek gösterileri, konserler, her ülkeden insanlar…Hayat her yerde başka türlü devam ediyor doğrusu.

Tuesday, July 07, 2009

MONAKO-MONTE CARLO

Fransız tren yolu SNCF ile Nice’den 20 dakikada Monako’ya ulaşabiliyorsunuz. Yani araba kiralamaya hiç gerek yok eğer kısa mesafeli yerlere gidecekseniz. Dağların arasında karanlık bir garda indik Monako diye Erkan’la. Bu arada tabi ben tüm durakları sırasıyla saydım elimdeki haritaya göre. Yer altında gardan çıkabilmek için epey bir yol yürüyüp birkaç yürüyen merdiven aştıktan sonra açık hava ile karşılaştığımız an sanki ‘çölde su bulmuş’ gibi büyülendik. Masmavi bir gökyüzü, harika teknelerle dolu bir liman, ünlü Grand Prix alanı, şahane evler, yeşillik…hepsi bir arada.

Monako 30 bin nüfusu olan iç işlerinde serbest, dış işlerinde Fransa ile ortak hareket eden bir prenslik. Adeta prenseslere yakışan da bir kent zaten. Monako Grand Prix ve bazı filmler sayesinde televizyondan izlediğim şehrin içinde olmak o havayı koklamak gerçekten de çok farklıydı. Denizden yükselen kayalar üzerine kurulmuş şehir adeta lüksün, ihtişamın ve zenginliğin bir simgesi. Begonvillerin sarıp sarmaladığı o güzelim evler, çatılarında kendilerine ait yüzme havuzu ve şahane bahçesi olan apartmanlar, tarih kokan saraylar, hangisine bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Bu güzel binaların arasına sıkışmış Monako Stadını ise hangi tepeye çıksanız rahatça görebiliyorsunuz. Biz ilk olarak Monako Eski Şehrini gezmekle başladık turumuza ve Erkan 1910 yılında Prens 1. Albert tarafından kurulmuş olan devasa yapı Musee Oceanographique ‘ı gezerken ben de Monako Açık Hava Sinemasını şöyle bir turladım. Müzeye girmemekle fotoğrafları görünce hata yaptığımı anladım ama iş işten geçmişti. Yakın zamana kadar ünlü kaşif Kaptan Jacques Yves Cousteau tarafından yönetilmiş bu müze Monako’da görülmesi gereken yerlerden. Eski şehirde müzenin yukarısında ünlü Grimaldi Ailesinin yaşadığı saray ve bu saraya giden daracık sokaklar bana, geçmişte bu şehrin nelere sahne olduğunu düşündürdü hep. Vieille ville denilen Eski Şehir kayalara kurulmuş ve dar sokaklarında hediyelik eşya satan dükkanlar, turistik mağazalar ve çok şık restoranlara sahip. Biz de bu dar sokaklardan birinde en fazla beş masası olan küçücük pizzacıya oturduğumuzda bu kadar lezzetli İtalyan pizzası yiyeceğimizi hiç ummamıştık. Karnımız da doyduktan sonra Monako tepelerinden aşağıya doğru inip, sağınızda liman kalacak şekilde yürüyünce neredeyse her yol Monte Carlo’ya ve meşhur kumarhane ve Opera binasına çıkıyor. Paris’teki Opera binasına olan hayranlığım, Monte Carlo’daki Opera’yı da aynı kişinin – Charles Garnier- yaptığını öğrenince bir kat daha arttı. Monte Carlo’da filmlere konu olmuş ünlü Monte Carlo kumarhanesi, onun önündeki son model spor arabalar, hemen yanındaki aşırı süslü ve tarihi bina Hotel De Paris gerçekten de buranın başka bir gezegen olduğunu hissettiriyor insana. Kumarhanenin olduğu merkezde her yer yemyeşil aynı zamanda ve parklarda bulunan cam küreler tüm binaların yansımasını izletiyor size her an. Kumarhanenin tam karşısındaki küreye bakınca ihtişamıyla kumarhane binası ve parkı aynı anda görebiliyorsunuz. Burası şehrin en ünlü buluşma noktası aynı zamanda özellikle de ünlüleri sıkça görebileceğiniz Cafe De Paris. Buraya oturup dünya starlarını görmeyi umarken Türk Türkü çeker misali, ülkemizin en medyatik kişilerini görmek pek komik oldu doğrusu.

Prenses Grace Caddesinin hemen altında bulunan Ulusal Müze maalesef biz gittiğimiz saatte kapalıydı ama bahçesinin peyzajının görülmeye değer olduğunu söyleyebilirim. Müzenin hemen karşısında bulunan Japon Bahçesi ve bale, sergi, kongrelerin yapıldığı merkez Grimaldi Forum yan yana olup çok farklı mimarisi olan iki farklı eser. Japon bahçesinde doğa, yeşil adına her şey varken, Grimaldi Forum tam bir teknolojik bina.

Monte Carlo gerçekten de hem modernliği, hem şıklığı, hem estetiği, hem zenginliği, hem de tüm bunların yanında doğal güzellikleri barındıran gerçekten de Prenseslere layık bir şehir. Monako ve Monte Carlo’nun aynı yer olduğunu da bu gezi sayesinde öğrenmiş oldum. Derler ya ‘çok okuyan mı çok gezen mi’ belki okuduk ama işte bilmiyormuşum. Monako eski şehir kısmı, Monte Carlo yeni kısmı. Her ikisi de asla unutamayacağım ve benzerine bir daha çok rastlamayacağım bir Avrupa şehri olarak kalacak. Hele sokaklarında size her an gülümseyen Grace Kelly afişleri….

Şık, büyüleyici, zarif ve asil kent….BEN SENİ ÇOK SEVDİM, AKLIM SEN DE KALDI.

Monday, July 06, 2009

Cote d' Azur - Nice


Cote d’ Azur, yani Fransız Rivierası yani Güney Fransa ya da Azur mavisi kıyısı, ne derseniz deyin hem insana huzur veren hem yeşil hem mavi hem tarih hem modernizm hem kültür hem ihtişam hem… hem… hem…her şeyi bir arada sunan harika bir tatil mekanı. Bizim zaten hoş vakit geçirmek için çok kararlı yola çıkmamızdan mı yoksa havanın güzelliğinden mi bilmem, uzun zaman hafızamızdan silinemeyecek anlarlarla dolu bir tatil oldu. Gitmeden önce araştırdığımız ve mutlaka görmek istediğimiz yerlerin hepsine gitmekle beraber fazladan yani sonradan çıkan yerleri de iyi ki gördük diyorum şimdi bu satırları yazarken. Fransız Rivierası denen yer, Cannes’dan Menton’a kadar uzanıyor ve Paris’ten sonra Fransa’nın ikinci büyük turizm merkezi. En büyük kent de bizim de konakladığımız ve üs olarak kullandığımız Nice. Fransanın ikinci büyük havalimanı olan Nice Cote d’Azur’a inerken gerçekten de muhteşem Promenade des Anglais – İngilizlerin Gezinti Yeri – sahili insanın içinde büyük bir heyecan yaratıyor. Havalimanı denizin üzerine inşa edildiği için son ana kadar uçak sanki denize iniyor hissine kapılıyorsunuz ve tabi kilometrelerce uzanan bu sahilde denize girerken de uçakların iniş ve kalkışlarına çok yakından şahit oluyorsunuz. Uçaktan inip meşhur 98 numaralı otobüsle şehre çok kolay gelebiliyorsunuz amma velakin biz biraz şehrin içinde tur attıktan sonra koskocaman meydanda duran otelimizi nedense zor bulduk.

Nice bence İzmir’e çok benziyor, aynı Kordon Boyu gibi burada da Promenade Des Angles var ama farkı her yerden denize girebiliyorsunuz. Otelimizin önündeki caddeyi geçtiğimiz anda denize kolayca ulaşabiliyorduk ki, büyük şehirler için büyük lüks bu dediğim. Tam beş kilometrelik bir sahil ve canınız nereden isterse oradan denize girebiliyorsunuz. Bazı plajlar halka açık buralara bedava giriyorsunuz, bazıları da oteller ait ve buraya günlük yaklaşık 15 euro ödeyerek girebiliyorsunuz. İster tam gün kalın ister beş dakika fiyat değişmiyor. Bu ücret karşılığında şezlong, şemsiye ve de duş yapma şansınız var. Halk plajları da en az onlar kadar temiz , çok güneşli vakitte gitmezseniz şemsiyeye de ihtiyacınız olmuyor.

Nice’e gittiğimiz gün evliliğimizin dokuzuncu yıldönümünü kutladık harika bir akşam yemeği eşliğinde. Nice’de deniz mahsulleri İstanbul’a oranla çok daha uygun fiyatta. Vieux Nice yani Eski Nice denilen bölgede akşam tüm cadde restoranların masalarına ayrılıyor ve cıvıl cıvıl…Harika giyimli insanlar, tertemiz sokaklar, kibar davranışlar… hepsi insana gerçekten de bir rahatlık veriyor. Akşamki yemek, gündüz uçaktan iner inmez yaptığımız şehir turu, şehre panoramik bir bakış için tırmandığımız Castle Hıll’den sonra çok yorgun olmamıza rağmen Nice’in en büyük kumarhanesi Casino Ruhl’a uğramadan edemedik ve biraz oyunları seyrettik. Biz kim kumarhane kim…..uykumuz o kadar çoktu ki, herhalde ruhsuz halimizi görenler bizim orada ne aradığımızı da merak etmişlerdir.

Nice deyince fıskiyeleriyle aklımda kalan ünlü Massena Meydanından bahsetmeden olmaz. Otelimizin hemen arkasında kalan Place Masssena diye bilinen bu meydandan neredeyse her gün geçtik. Akşamları Massena Meydanına çıkmak için geçtiğimiz ve sadece yayalara açık olan Zone Pietonne’de gündüz bir sürü dünyaca ünlü mağazayı gezip, değişik kahveleri tatmanız mümkün. Nice’de alışveriş deyince Place Massenanın kuzeyinde yer alan Jean Medicine geliyor akla. Fransızların ünlü çok katlı mağazası Galeries Lafayette’den tutun da Darty gibi tanıdık mağazalara kadar hepsi burada.

Nice’de inanılmaz sayıda park ve bahçe var. Mavinin her tonunu denizinde görebildiğiniz gibi, yeşilin her tonunu da doğasında , canlı renklerin hepsini çiçeklerinde bulabilirsiniz. Promenade Des Anglais’in sonununda yer alan dünyaca ünlü Hotel Negresco’nun hemen yanındaki Massena Müzesinin bahçesi de görülmesi gereken yerlerden biri bana göre. Ayrıca Nice de olup da nereyi görmem gerekir derseniz, Rusya’dan sonra en büyük Rus Kilisesini burada görebilirsiniz. Tren istasyonunun birkaç sokak ötesinde bulunan kilise, Nice’in en çok turist çeken yerlerinden biri.

Cours Saleya adı verilen bölge açık pazarların yanında gece kulüpleri, barları ve canlı müzik yapan kafeleriyle de ünlü. Burada olup da eğlenmemeniz mümkün değil. Ayrıca ünlü çiçek pazarı da burada .

Nice de hiç aç kalmayacağımı bilmek ayrıca iştahımı açtı diyebilirim. Her kültüre uyan yemek çeşitleri ve özellikle Türk mutfağına yakın olması bize hiç sorun çıkarmadı. Küba ve Prag deneyimimden sonra Nice bize çok iyi geldi. İtalyan pizzalarını aratmayacak kalite ve tattaki pizzaları, midyeleri, her türlü deniz mahsülleri, pannini adını verdikleri krepleri, soğuk sandviçleri, salataları ile Nice tam bizlik.

Kısacası Nice, Fransız Rivierasını gezmek için bizim ilk seçtiğimiz şehir. Sırada Monako-Monte Carlo var. İkisi farklı şehir zannetmeyin, sırrını açıklayacağım ama şu an Sapanca’da gün batımını kaçırmak istemiyorum, kıpkırmızı güneş yavaş yavaş gidiyor ve gün boyu yağan yağmurdan sonra pırıl pırıl açan hava, ‘beni kaçırma’ diyor.