Tuesday, December 30, 2008

FARK ETMELİ İNSAN


Farkında olmalı insan...
Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen...
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını
Ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.
Henüz bebekken 'dünya ! Benim!' dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
Ölürken de aynı avuçların 'her şeyi bırakıp gidiyorum işte!' dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini fark etmeli
Sonra..Azrailin her an sürpriz yapabileceğini,
Nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan
Ve ölmeden evvel ölebilmeli.
Hayvanların yolda kaldırımda çöplükte
Ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.
Eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en güzeli) olduğunu fark etmeli.
Ve ona göre yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni,
Dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.
Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde,
Çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.
Eşine 'seni çok seviyorum!' demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini,
Ama arka sokaktaki komşusunun
O beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.
Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.
FARK ETMELİ.
Ömür dediğin üç gündür,
Dün geldi geçti yarın meçhuldür,
O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür.
CAN YÜCEL

Teşekkürler Ayşe, canım dostum. Bu güzel yeni yıl hediyesi için, bana tekrar unuttuğum şiirleri hatırlattığın FARK ETTİRDİĞİN için teşekkürler.

Friday, December 26, 2008

2007 Aralık sonunda yazmışım aşağıdakileri, en az bir kez yapmak istediklerimi ve bir de daha çok yapmak istediklerimi. Şimdi bu yıl yanına kırmızı ile not yazıyorum neler oldu neler olmadı ya da ol-a-madı....

1. Anneanneme daha çok uğrayacağım. Daha çok uğradım ama onu nisan ayında kaybettik maalesef. Seni çok özlüyorum anneannemmmm.
2. Her ay bir kez tiyatro izleyeceğim. Maalesef yapamadım
3. Eşimle başbaşa bir kez tatile gideceğim. Başbaşa olmadı ama uzak diyarlara Küba'ya gittik arkadaşlarımızla.
4. En az bir kez yurtdışına çıkacağım. Hem de iki kez çıktım.
5. Daha çok spor yapacağım. Yaptım yapıyorum yapacağım.
6. Çayı şekersiz içeceğim. Bunu başaramadım henüz.
7. Kızımı ayda bir kez tiyatroya götüreceğim. Çok iyi yaptığımız bir şey. Devammm.
8. Eski oyuncakları , kıyafetleri ve kullanmadığım eşyaları sürekli SEVGİ MAĞAZASINA götüreceğim. Buraya değil ama faydalı yerlere götürdüm.
9. En az yorulacak şekilde çalışacağım. Şu an böyle çalışıyorum ve çok huzurluyum.
10. Anne ve babamla tatile çıkacağım. TABİ onlar İSTERSEEEEEE!!!!!! Annemle yaptık ama babam yoktu:(
11. Daha çok yazı yazıp, daha çok kitap okuyacağım. Yapıyorum çok mutluyum.
12. Daha çok sebze yiyeceğim.Yiyorum.
13. DAHA ÇOK GÜLECEĞİM.. Bilmem çevreme sormak lazım.

Bakalım 2008 in son haftasında neler yazacağım ve 2009 sonunda neler olacak olmayacak ya da ol-a-mayacak...

Wednesday, December 24, 2008

İstanbul'da bir sürrealist

Uzun zamandır gitmek istediğim Sakıp Sabancı Müzesindeki Dali sergisindeydim bu karlı İstanbul gününde sevdiğim dostlarımla. Büyük bir heyecan duyuyordum ne zamandır bu sergi için. 2 yıl önce kendi mekanında İspanya Figueres'de gezmiştim müzeyi ve hayran kalmıştım Dali'nin muhteşem beynine ve yarattıklarına. Bugün benim için bir hayal kırıklığı olduğunu içim rahat söyleyebilirim. Ne kadar az eser, tablo ve ne kadar çok eskiz vardı sergide. Oysa ki müzenin bahçesinden girişte Figueres'deki Dali Tiyatro müzesinin sembolü olan yumurta ev ekmekli kuleyi gördüğümde "heh işte aynısı " dedim kendime ve arkadaşlarıma.

Emirgan parkına bıraktığımız arabamızdan bizi alan Müze Servis Minibüsü müzenin kapısına kadar da bırakınca gerçekten bugün bu sergi keyfime keyif katacak demiştim ki, hakikaten sergi beni çok ama çok düş kırıklığına uğrattı.


20 Ocak 2009'a kadar açık olacak sergiyi gezebilirsiniz. Ancak gerçek Dali müzesindeki eserlerin çok azını göreceğinizden şüpheniz olmasın. Kırmızı Koltuk hariç tabi.







Sergi çıkışı güzel bir demleme çay ve harika pastalar yemek isterseniz Arnavutköy'de butik pastane Muskat tam sizin için. Hele şu ara yılbaşı kurabiyelerini görmelisiniz. 0212.287.59. 43 Arayın ve Gül Cergel'in harika pastalarını tadın.























Friday, December 19, 2008

MOR ELBİSE

Kış akşamları çabuk oluyor, saat dörtte neredeyse hava kararıyor ve evde akşam yemek telaşı, Duru'nun okul hazırlıkları, çay derken biraz da hoblerime vakit ayırmak istiyorum doğrusu. Puzzle şu ara sıkıcı geliyor mutlaka yine heyecan gelir ama şu an benim için hani moda deyimle OUT. DVD ve televizyon izlemek hiç beni sarmıyor bu ara. Galiba kış diye yünlerle sıcak ve renkli birşeylerle uğraşmak daha çok mutlu ediyor beni. Yeni yıl hediyesi olarak bu sene atkı örüyorum herkese bu arada da sürekli alışveriş yaptığım yüncüde gördüğüm elbiseyi Duru'ya uyarlamaya karar verdim ve onun en sevdiği renklerden birini alıp başladım örmeye. Takıldığım yerlerde yüncü Suna Hanımı arayıp yardım istedim ve işte sonuç. Süslemek için kullandığım keçe ve değişik düğmeleri Şakınbakkal Noter sokaktaki Yonca tuhafiyeden aldım. Yonca tuhafiyede bulamayacağınız hiçbirşey yok. Hele çalışanları....Elbisenin gerçek modelinde süsleme yoktu ama kalın giyinmeyi sevmeyen kızıma bu elbiseyi sevdirmek için bu yola başvurdum. Galiba da başardım çünkü sabah okula elbisesini giyerek gitti.

Thursday, December 18, 2008

YENİ YIL GELİYOR

Uzun bir ara verdiğim için içim kıpır kıpır, yazamıyorum diye bir telaş bir sıkıntı. Ama o kadar yoğun geçti ki son on beş gün.







Bayram tatilinin bir kısmı Almanya'da bir kısmı Sapanca'da geçirildi. Duru hasta oldu, iş ile ilgili gelişmeler oldu ve bu hafta sonu eğitim veriyor olacağım.

Yeni yıl geliyor, evdeki ağacımız ve Sapanca'daki şöminemiz Duru'nun isteğiyle süslendi.

İşler işler işler....Hepsini anlatmaya devam... Ama şimdilik fotolarla başbaşasınız.

Monday, December 01, 2008

YAŞARKEN ANALIM, YAŞARKEN SAYALIM


"Sensiz durur önümde resmin,
Bakar bana gözlerin, ışık arar gecede resmin
Umut verir gözlerin,
O bakışın senin, bayramlık gözlerinin
Çocuk gibi bakan, güneş gibi yakan
Hep içimde saklasam
------"

"Sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki,
Alnımın yazısıydın ne yapsam silemem ki
------"


Bir yerlerden tanıdık geldi mi sizlere? 70'li yıllarda gençliğini yaşayanlar çok iyi bilir bu ismi, Ersan Erdura'yı. Ben 70 lerin başında doğsam da çok iyi biliyorum bu parçaları ve çok net hatırlıyorum onu ne kadar beğendiğimi. Yıllar sonra, bundan tam 16 yıl önce, üniversiteye ilk başladığım gün, hayatımın en değerli insanlarından biri olan Ayça ile tanıştım. O gün bugündür canımın içi oldu Ayça, iyi günde kötü günde hep beraber olduk ve babası.....Babası Ersan Erdura, benim Ersan Amca'm. 16 yıl neler yaşadım onlarla. Minik Kedinin Büyükçekmece'de bulunması ve yıllarca ben ne zaman Ayçalarda kalsam peşimden ayrılmaması, anneannenin yaptığı ve sayarak yedirdiği dolmalar ve sonra onun acı ölümü. Her ölüm acıdır da anneannenin ki çok bir tuhaf. Bir kuryenin çarpıp öldürmesi ve öylece sokakta bırakıp kaçması, evlilikler, nişanlar, sözler. Dedim ya 16 yıl. Harika bir babadır o, eşine aşık, saygılı ve tam bir İstanbul beyefendisi. İdealisttir, yıllarca bir numara olmuş bir kişinin belki de bugün hiç adının geçmemesi, onun bu idealistliğinin bir bedeli ya da ödülü????????? Ama o hiçbir zaman çizgisinden çıkmadığı için, arebesk furyasına kapılmadığı için ve özünü koruduğu için bugünün gençleri onu çok tanımıyor. Ama onun gibi bir ses, onun gibi düzgün bir kişilik ve onun gibi bir insan zor gelir bu camiaya.

Şimdilerde tüm müzik marketlerde Ayla Dikmen çalıyor. Kaç kişi tanıyordu Ayla Dikmen'i 15 gün önce? Ta ki Çağan Irmak son filmi "Issız Adam" da onun parçasına yer verene kadar. Niye yaşarken değer vermiyoruz, niye onlara yaşarken gereken ilgiyi göstermiyoruz da ölümünün 18. yılında birileri bize hatırlatınca, tanıtınca anıyoruz?

Biz her zaman olduğu gibi yine ilk gecesinde Ersan Amca'yı yanlız bırakmadık ve Cezayir sokak "Bir Numara" da sahne aldığı ilk gece onu dinlemeye gittik. Gerçek müziğe, gerçek sese hasret kalmışız. Her çarşamba orada sahne alıyor, kaliteli müzik duymak, hoş bir gece geçirmek isterseniz şiddetle tavsiye ederim.

Saturday, November 29, 2008

NANE, LİMON KABUĞU, BİR TUTAM ZENCEFİL

Nane, limon kabuğu, bir tutam zencefil aman...Allah gani gani rahmet eylesin sevgili Barış Manço'yu kışları ne kadar çok anıyorum. Kış demek hastalık demekti eskiden ama şimdi bizim evde öksürük demek. Bitmeyen bir öksürük melodisi duyuyorum hep evde. Ama Duru'nun ki bir başka, küçücük ciğerler sanki yırtılıyor ve sanki benim kalbim sökülüyor. İlaçlarla kesinlikle iyileşmeyen bu öksürük vakasına iki ayrı kocakarı ilacı ile çözüm bulmuşa benziyorum. En azından ilk kullanımda bile etkisini gösterdi ilaçlar.

İlki kara turp ile hazırlanıyor. Pazardan aldığınız kara turbun içini oyuyorsunuz ve bal ile doldurup 2 gün bekletiyorsunuz. Sonra günde 3 kez bu sıvıdan içiriyorsunuz.


Diğeri ise pekmez tereyağ karışımı. Bunu televizyonda bir doktor bayandan duydum. 1 su bardağı kadar pekmez ve 2 çorba kaşığı tereyağı ocakta pişiriyorsunuz. Tereyağın erimesi yeterli, kaynatmamak gerekiyor. Bu karışımı kavanoza koyup, günde en az üç kez - ideali 6 kezmiş - içiriyorsunuz. Oldukça faydalı her iki tarif de. En azından yan etkileri yok. Allahım ben de yaşlandım artık, ilaç hazırlıyorum evde....

Friday, November 28, 2008

ÇİĞ BÖREK

Ne de güzel tatlarımız var, ne de güzel damak tadımız var. Bana hamur işi deyin ve orada durun. Un giren ne varsa dayanamıyorum, kek, börek, kurabiye, açma, simit, gözleme,krep, mantı ve daha neler neler. Hamile iken hatırlıyorum da her gün neredeyse 1 tepsi börek yiyordum. Ama tüm bunların içinde biri var ki, ne zaman aklıma gelse ağzımın suyu akar vallahi. Çiğ Börek.... Benim için Altınoluk yolunun en güzel yanıdır, Susurluk'ta mola verip gözleme yiyip ayran içmek. Bugüne kadar kendim yapmayı hiç denememiştim ama çevremden "çok kolay" lafını duyunca taktım önlüğü girdim mutfağa akşam akşam. Hakikaten de çok basitmiş yapması ama şu içi çiğ ya o biraz beni düşündürüyor. Hani çiğ köfte de çiğ ama bu böreğin içi sanki pek daha çiğ. Ama vallahi tadı oradan mı geliyor bilmem çok güzel oldu benim çiğ börek. 3 su bardağı unun ortasını açıp içine neredeyse 1 su bardağı ılık su ve 1 tatlı kaşığı tuz koyup iyice yoğurdum. Neredeyse yarım saat sürdü yoğurma işi. Sonra hazırladığım hamurdan 6 tane beze hazırladım. Bezeler iri bir cevizden biraz daha büyüktü. 1 saat kadar ıslak bez üstünde dinlendirdim onları. Bu arada 200 gr. kadar kıyma içine maydanoz bir büyük kuru soğanın rendesi, karabiber, tuz ve bir domataes rendesi katıp iç hazırladım. Dinlenmiş bezelerin her birini bir yemek tabağı büyüklüğünde açıp içine bolca iç doldurup kapadım ve kızgın yağda kızarttım. İşte çiğ böreklerimiz hazırdı. Yanına da mis gibi ayran. Değişik bir tat oldu bize bu akşam ama 2 ayda bir yapmak sanırım en güzeli zira kalorisi pek yüksek, benden demesi.

Sunday, November 23, 2008

SICAK ŞARAP ZAMANI

Şimdi çok sosyetik bir başlık gibi oldu ama ilk kez 5 yıl önce Almanya'da yılbaşı zamanı içmiştim de pek hoşuma gitmişti. He pardon bir de taaa 12 yıl önce Moda'da bir İtalyan restoranı vardı orada yapıyorlardı. Kar zamanı pek bir ısıtıyor içini insanın hele bir de şömine başında...Her yıl Kasım sonunda hazırlamaya başlıyorum şıcak şarabı ve şişelere doldurup stok yapıyorum. Kışın özellikle de Sapanca'da çok iyi gidiyor. Bir yıl annemlerle Kartepe'ye çıktığımızda termosa koyup götürmüştük de açık havada karlara yayılıp içmiştik hiç unutmam o günü.

Bu yıl da hazırladığım şarabı ilk olarak bu hafta sonu içtik arkadaşlarımızla Sapanca'da. Çoluk çocuk cümbür cemaat oradaydık. Cumartesi sabahı gittiğimizde kesik olan elektrik pazar akşamı biz ayrılırken hala yoktu. Buzluktaki herşey eriyince onları da tüketme bahanesiyle sürekli bir yemek telaşı içindeydik, çocuklar içeride biz balkonda mangal keyfi eşliğinde buz gibi ama tertemiz havada keyifle bitirdik bir haftasonunu da.

Sıcak şarap demişken işte size malzeme ve tarifi;

* 2 şişe kırmızı şarap (kaliteli olmaması tercih sebebi)

*Bir şişe küçük votkanın yarısı

*250 gr. toz şeker

* Kakule (4 adet)

*Tane zencefil (2 adet)

*Badem
* 2 elma (4 parçaya bölümüş)

*Mandalina kabuğu
* 2-3 tane çubuk tarçın

* 250 ml. su
Tüm malzemeyi tencereye koyup kaynamaya başlayana kadar ocakta tutuyorum. Burası önemli çünkü şarabı kaynatmamanız gerekiyor. Kaynamaya başladığı anda ocaktan alıp bir gece bekletiyorum ve ertesi gün tülbetten geçirip süzüyorum. İsterseniz karafil batırılmış portakalı da tecerede bekletebilirsiniz, koku vermesi açısından. Şişelere koyup, içeceğimiz kadarını alıp ısıtıyorum. Tüm olay bundan ibaret. Kış için değişik bir tat, değişik bir ikram arayanlara tavsiye edilir.

Wednesday, November 19, 2008

CAN ÇEKTİ

Hakikaten de bir kere yediniz mi can hep çekiyor. Size öyle bir yer tavsiye edeceğim ki, burada yediğiniz sucuk ekmek ya da tavuk ızgaranın tadını bugüne kadar hiç tatmadınız bundan sonra da tadar mısınız bilmem. Eti, mermerin üstünde pişiriyorlar ama öyle lüks sosyetik kafelerdeki gibi mermer değil. İçinde ateş yanan üstü mermer olan aslında bir soba. Böylece duman ya da alevden et nasibini almıyor, son derece sağlıklı. Mermerin üstünde bir yandan çay pişiyor ve herşey son derece temiz.



Nerede mi? İzmit, Maşukiyeden Kartepe'ye çıkarken dağ yolunda, otele gelmeden 5 km önce, sağda. İsterseniz tentelerle kapatılmış alanda sobanın başında, isterseniz tüm Kocaeli yarımadası ayaklarınızın altında açık havada sucuk ekmek yiyebilir üstüne de demli çayınızı hüpletebilirsiniz. Gidince Yusuf'a da benden selam edin, İzmit'li Yusuf.

Tuesday, November 18, 2008

ÇORAP DEYİP GEÇMEYİN

Fotoğrafa bakıp ne düşündünüz bilmem ama ben bu çorabın faydalarını yazmak istedim. Aslında mail yolu ile gelen bilgileri burada yazmayı sevmiyorum ama kuzi Bahar öyle güzel bir mail yollamış ki paylaşmadan edemedim. İşte şu benim bir türlü giymeyi öğrenemediğim çorapların faydaları;


1. Bacak kısmını kesip, banyoda sabun kırıklarını içine koyup öyle
kullanabilirsiniz.
2. Bacak ve bel kısımlarını kesip kendinize sayısız lastik toka
yapabilirsiniz.
3. Aseton ile ikisi müthiş uyumludur ojelerinizi kestğiniz küçük
çorap parçaları ile temizleyebilirsiniz.
4. Bir bacağına naftalin ya da koku koyup dolabınıza
bağlayabilirsiniz.
5. Bel ve bacaklardan kestiğiniz parçalarla kağıtları bir arada
tutabilir, karton rulolalar için kullanabilirsiniz.
6. Eski naylon çorap harika bir cam temizleyicidir; bütün bir çorabı
katlayıp dikerek camları deterjanlamak için kullanabilirsiniz.
7. Naylon çorap basit cilalamalarınız için harika bir yardımcıdır.
8. Küçük parçalara kesip oyuncakları doldurmak için kullanabilirsiniz
9. Ev boyarkan karışımı kendiniz hazırlayacaksanız harika bir
süzgeçtir kovanın ağzına gerip boyadaki pürüzleri çorapla
alabilirsiniz.
10. Küçük bir şeyi düşürüp bulamadığınız zaman ( lens, iğne..vs.)
elektrik süpürgesinin ağzına geçirip elektrik süpürgesini öyle
çalıştırabilirsiniz. küçük parçalar çorapta kalacaktır.
11. Ayakkabıları cilaladıktan ya da boyadıktan sonra naylon çorapla
ovmak iki kat parlaklık verir.
12. Eski çorap, duvar kağıtlarını nazikçe ve etkili şekilde temizler.
13. Naylon çorap bacağına koyduğunuz kuru soğanları mutfağa
asabilirsiniz...
14. Evde fare varsa! aynı şekilde abur cuburları yukarıya bir yere
asabilirsiniz.
15. Havuzunuz varsa !! süzgeci naylon çorapla sarabilirsiniz; havuza
düşebilecek minik eşyalar kaybolmaz.

Sunday, November 16, 2008

PAMUK HELVA

Çocukluğuma ait neler hatırlarım diye düşündüm de, aklıma ilk gelenler Aslı ile oynadığımız beş taşlar, babaannemin bahçesinde yazları cümbür cemaat içine girdiğimiz şişme havuz, yapraklardan ve çamurdan yaptığımız sözüm ona dolmalar, benim isteyip annemin hiç almadığı elma şekeri...neymiş boyalıymış mış mış.

"Tarih, tekerrürden ibarettir" diye boşuna dememişler. şimdi kızım Duru da pamuk helva diye tutturuyor bu kez ben "boyalı kızım onlar, zararlı" diyorum o daha şimdiden mış mış mış diyor ama. Duru için Altınoluk demek pamuk helva demek çünkü nedense sadece orada bunun zararlı şeylerle yapılmadığını söylemişim bir kere, hala o söz devam ediyor. Ama İstanbul'da her pamuk helva gördüğünde bir söz düellosu yaşanıyor aramızda bu kaçınılmaz.








Ama artık o da mutlu ben de. Çünkü pamuk helvasını kendi yapıyor. Babasının aldığı makina ile sadece şekeri koyuyoruz ve yüksek ısıda telleşip karamelize olan toz şekerden pamuk helva yapıp afiyetle yiyoruz. Henüz beyaz yapmakta ısrarlıyım ama pembe diye tutturmuyor değil. Eh biraz gıda boyası koyacaz artık yakında galiba.

Tuesday, November 11, 2008

SONBAHAR TURU


Kasım ayında bir başka oluyormuş Altınoluk, Kaz Dağları, Assos. Hep yazları gittiğimden kalabalık, sıcak, curcuna...tabi bir başka güzellik o da ama bu kez ayrı bir zevk aldım aynı yerlerden. Kız kıza yapılan, hani delice gezilen, her durakta durulan, her dükkana girilen, "hadi çabuk ol" diyen olmadan ya da " of şimdi orası kalabalıktır boşver" lafı duymadan özgürce gezdik, her istediğimiz yerde durduk ve tabi çılgınlar gibi yedik. Kasım ayında yapılacak en güzel şeylerden biri Kaz Dağı'na çıkmakmış bunu tüm kalbimle söyleyebilirim. Kırmızı, sarı, yeşilin her tonu, yerlerde dökülen yapraklar, masmavi bir hava, ısıtan ama kavurmayan bir güneş, mis gibi zeytinyağları, taze havuç reçelleri, dallarda narlar, mandalinalar.. Ve Manici Kasrı'nın harika kahvaltısı ve İdaköy Çiftlikevi'nin manzarası ve her renkte olan begonvilleri, Assos'un denizi, Ergür'ün elmasları, daha neler neler...



Bendeniz şoför Nebahat olarak yollarda olunca uğranmayan yer, çıkılmayan dağ, gidilmeyen eskici antikacı kalmadı tabi. İlk gün sabah erkenden, yazları kalabalığına alışkın olduğumuz ve her sabah deniz keyfi yaptığımız sahile indik Duru ile. Bu kez sabahın ilk saatlerinde birkaç balıkçı vardı sahilde bize eşlik eden. Deniz sanki terk edilmiş gibi hüzünlü bir maviydi. Ne kağıt helvacı, ne simitçi, ne Zeynep Hanım ne Mustafa Bey, kimseler yoktu bizden başka. Kahvaltı için doğruca Yeşilyurt köyünde bulunan Kaz Dağının en güzel mekanlarından biri Manici Kasrı'na.



Burası doğal güzelliği yanında güleryüzlü personeli ile de gönlümüzü fethetti. Bizi kapıda karşılayan Tarık Bey, bir dediğimizi iki etmeyen garsonumuz Mehmet, güneşli hava kadar içimizi ısıttılar. Buraya giderseniz havuç reçelini tatmadan dönmeyin, hatta Tarık Bey'e biraz yalvarırsanız bir kavanoz da satın alabilirsiniz belki.



Edremit de hanımları çok ama çok ilgilendiren bir yer var ki, İstanbul'da böylesi yok. Elmasçı Ergür. Burası annemin bir keşfi ve aslında çoğu kişinin gidip de ayrılamadığı bir mekan. Özellikle ikinci el sattığı için fiyatları ilk ele göre çok çok uygun. Havran bölgesinde adtemiş eskiden beri, elmas takılmadan kız vermezlermiş erkek ailesine. Dolayısıyla burası tam bir elmas cenneti. Ergür Bey de yöre halkından bunları alıyor, bakımını yapıyor ve nefis bir şekilde sunuyor. Edremit çarşısının içinde Ergür Kuyumculuk. Uğrayın ama siyah üst giymeyin, yoksa ne taksanız yakışıyor ve aklınız orada kalıyor.




Bir diğer kahvaltı mekanımız bu kez yine Kazdağlarının bir köyü olan Çamlıbel'in tepelerinde Sema - İskender Azatoğlu'nun harika evi. İdaköy Çiftlik Evi diye bilinen bu mekan Edremit Körfezine öyle hakim ki kendinizi imparator sarayında hissediyorsunuz. Felsefe eğitimi almış Sema Hanım ile hukuk eğitimi almış İskender Bey öyle güzel bir eve sahipler ki, hem sevdikleri işi yapıp yeni dostlar kazanıyorlar hem de emekliliğin tadını çıkarıyorlar. Değişik renklerdeki erguvanları ise görülmeye değer.
Yol kenarında fotoğraf çektirmek için durduğumuz mandalina bahçesinin sahipleri ise tam bir Ege köylüsü. Dürüst, misafirperver ve canayakın. Fotoğraf çektirmek için arka bahçeye gittiğimizde kendimizi elimizde makaslarla mandalina toplarken bulduk. Duru için en keyifli anlar dalından mandalina ve zeytin topladığı zamanlardı. Evin bahçesindeki yüzyıllık çınarın altına kurulan sofa da oturmak nasıl da iyi geldi bana anlatamam.
Ve Assos. Antik liman kenti, taş diyarı, kedilerin yastığı bile taştan diyorlar Assos'ta. Ne kadar da boş ne kadar da sessiz. Ve Duru denizde. Havanın sıcaklığı, çocuk olmanın özgürlüğü ve doğallığıyla denize atlayıverdi. Ve Assosun taş sokakları, evleri. Ve ilk defa bu kez gittiğimde keşfettiğim Antonio Antique. Bahçesinde antikaları gördüğümde hele ki seramik kaplar ve sardunyaları hemen zili çaldım. Uykulu bir halde sahibi Serkan Şensoy açtı kapıyı ve içeri buyur etti. İçeride neler mi yok, peruklar, eski elbiseler, lambalar, avizeler, sandıklar ve neler neler... Ama geç kaldınız dedi. Eskiden kalan değişik elbiselerimiz yaz sonu bitti dedi ve bir daha ki sefere erken gelin diye de uyardı. Serkan Bey mimar ve eski taş evleri restore ediyor, en son Bozcaada'da bir rum evi restore etmiş ve şu an Assos'da. Yolunuz Assos'a düşerse özellikle uğrayın ve 41 kere maşallah alın. O mu ne, siz söyleyin o anlar. Ama balığa çıkmış olabilir dikkat edin.
Ve Tahtakuşlar Etnografya Müzesi, dünyanın en büyük deniz kaplumbağasının sergilendiği yer. Kuşlar, hayvanlar ve Duru'nun mekanı. Her hayvanı dikkatle inceledik ve ancak dışarı çıktık.

Güzel bir geziydi, dört bayan, her yaş, her kilo, her kafa... ama hep aynı heyecan...

Thursday, October 30, 2008

NORBEKOV

'' İnsanın hasta, çirkin ve fakir olmaya hakkı yoktur.''


Bu cümleyi söyleyen Mirzakarim NORBEKOV, kim mi; birazdan bahsedeceğim. Olumlu düşünme, pozitif enerji, reiki, kişisel gelişim ......daha uzar gider bu kelimeler ve benzerleri. Son yıllarda gittikçe artan bu yaklaşımların ve spiritüel kavramların, bu konudaki yayınların zaman zaman abartılsa da insanlığa çok faydası olduğuna inanlardanım. Artık kitapçılarda neredeyse koca bir bölüm sadece bu tarzdaki kitaplara ayrılmış durumda. Tabi bunun sebebinin nelere dayandığı büyük bir tartışma konusu olabilir ama ne olursa olsun bu bilgiler insana çok şey katıyor ve sadece birini uygulasa öğrendiklerinin bu bile kar bence. Geçen hafta bugüne kadar duymadığım ve bugüne kadar duyduklarımdan çok daha farklı olan bir sistemle tanıştım, tanıtım toplantısında. NORBEKOV SİSTEMİ. Uluslararası Bağımsız Tıp Uzmanları Birliği tarafından Alternatif Tıp Sistemleri arasında en etkili sistem olarak geliştirilmiş. Mirzakarim Norbekov tarafından yaratılan bu sistem, insan doğası üzerine yapılan araştırmaların yanısıra, insan organizmasının potansiyeli hakkındaki çağdaş fikirleri de içine alıyor. Bu sistem yalnızca çağdaş tıp bilgileri ile eski çağ kaynaklarını birleştirmekle kalmıyor, onları yaratıcı ve güçlü yöntemler haline getirerek sunuyor. Bu sistem hipnoz içermiyor, herhangi bir mucize ilaç ya da şifa da sunmuyor. Yalnızca hastaya, onu ölüm ve hayat çizgisine getiren hastalıkla başa çıkabilmesi için hangi yoldan gitmesi gerektiğini gösteriyor. İlaç kullanmadan, ameliyatsız, hipnozsuz, yalnızca organizmanın iç rezervleri harekete geçirilerek pek çok kronik ve tedavisi imkansız sanılan hastalık tamamen iyileştirilebiliyor. Kanserli, felçli, yıllardır gözlük kullanan kişilerin bunlardan nasıl kurtulduklarını bizzat dinledim.


Bu sistemi 10 gün aralıksız verdikleri seminerle yapıyorlar. Seminer katılımcısının kazanmış olduğu olumlu ve güçlü irade, onun aile içindeki uyum iklimini yeniden kurmasına, anne-baba ve çocuklar arasında uyum ve hoşgörüyü oluşturmasına, iş yerindeki anlaşmazlıkların ön koşullarını ortadan kaldırmasına yardımcı olmakta.


Seminere katılan kişi, aşağıdaki cimnastik hareketlerini müzik eşliğinde uyguluyor ve aldığı derslerden sonra sadece sağlığını değil, tüm hayatını yeniden kurabiliyor.


1. Omurga ve eklem cimnastiği

2. Kas cimnastiği

3. Damar cimnastiği

4. İrade cimnastiği

5. Hayal gücü cimnastiği

6. Görme, işitme, koklama cimnastiği

7. Hormonal denge cimnastiği

8. Duygu cimnastiği

9. Ciltteki pürüzleri giderme egzersizi

10. Yüz ve fiziksel görünümü düzeltme egzersizi


Yirmi sene önce doktorlara, tedavilere ve diyaliz makinesine mahkum olarak yaşıyorken, geleceğinin olmadığını hissediyorken, hatta kendini öldürmeyi bile düşünürken bu sistemi yaratan ve ilk kendisini iyileştiren Norbekov'un, sistemini ve onu tanımak için Sistem Yayıncılıktan çıkan ''Aptalın Deneyimi'' adlı kitabı da okuyabilirsiniz.
Ben bu sefer ki seminere katılamadım ama bir sonra açılacak olana katılmayı çok istiyorum.


Tuesday, October 21, 2008

KIŞA HAZIRLIK

Nedense sevilmez çok fazla sonbahar, annem hep "ölüm" mevsimi der. Ölümün mevsimi mi olur bilmem ama çok da kayıp hatırlatır bu tarihler bana. Sonbaharın, özlediğim kışlık kazaklarımın yavaş yavaş çıkması, herkesin artık evinde oturup arkadaşlarla görüşmelerimizin daha sıklaşması ve daha çok kitap okuma gibi güzel yanları var benim için. Kışa hazırlık, özlediğim kıyafetlerim, yeni bir yılın heyecanı ve kendi kendime yarattığım yaparken de heyecan duyduğum şeyler. Sıcak şarap hazırlama, kışın yiyeceğimiz turşuyu kendim yapma, bahçeden toplanan böğürtlenlerle yapılan reçelleri stoklama ve bunlardan keyif alma. Sıcacık yanan bir şöminenin başında uyuyan köpek, kebap yapılan kestaneler, sıcacık sahlep.. sonbaharı sevmiyorum ve bu kadar kötü haberlerin olduğu zamanlarda sonbahar daha da karartıyor içimi. Bunlar bana zevk veriyorsa ve kışa hazırlıyorsa devam turşu kurmaya, kitap okumaya ve anı yaşamaya... Yarın ne olur bilinmez.