Friday, December 23, 2011

Yalan içinde yalan

'Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar', 'yalandan korkmam yılandan korktuğum kadar', 'yalancının mumu yatsıya kadar yanar'...Bunlar hep yalan için söylenmiş sözler olsa da, yalan söylüyoruz mu söylemiyoruz mu? Kimine göre pembe yalan, kimine göre beyaz yalan, kimi can yakan, kimi rahatlatan..Ama şurası gerçek ki hepimiz zaman zaman başvuruyoruz yalana, cinsi ne olursa olsun. Bazen de söylediğimiz ufak, masum bir yalan nereye gideceğini bilmeden çıkıyor ağzımızdan. İşte bu tip bir yalandan başlayan ve devam eden ilişkiler zincirini anlatan YALAN İÇİNDE YALAN son günlerde izlediğim en güzel komedi. Gerek konu, gerek oyuncuların performansı alıp götürüyor sizi. Füsun Erbulak, Ebru Akel, Feride Çetin, Metin Yavuzoğlu, Kerim Yağcı'nın Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde sergilediği oyunu keyifle izleyeceğinize garanti veririm. Ayrıca uzun zamandır sahnede göremediğimiz sevgili Füsun ERBULAK bu oyunla sahnelere dönmüş ve gerçekten muhteşem. Ben Erbulak ailesini o kadar çok seviyorum ki, baba Altan ERBULAK zaten gelmiş geçmiş en BABA insandı, anne Füsun ERBULAK, kız Sevinç ERBULAK ve güzel KAVİN. İnsanın içini ısıtıyorlar, gülümsetiyorlar. Yalan içinde yalan oyun adı ama onlar çok GERÇEK.

Monday, December 12, 2011

BEYDA

Günler geçiyor, hem de çok hızlı olarak. Çok şükür ufak tefek sorunlar dışında hayatımızı kökünden değiştirecek çok büyük bir olay yaşamadık son günlerde. Bir kızım daha oldu sadece. Evet bir kızım oldu hem de Duru kızımdan daha büyük. Yani bir ablası oldu kızımın. 13 yaşında, yedinci sınıf öğrencisi. Adı Beyda.
Beyda, Van depremzedelerinden sadece biri. Şanslı olanlardan. Anne, baba ve kardeşi hayattalar. Onun dışında hayatlarına, evlerine dair neleri varsa kaybetmişler. Hayata sıfırdan değil eksiden başladılar İstanbul'da. Beyda şu an kızımın okulunda misafir öğrenci, kardeşi Ada ana sınıfına başladı. Annesi burada bir hayat kurmaya, ocağı tütecek bir ev yapmaya çalışıyor. Babası hayata yeniden tutunacak dal üstünde kendine bir yer edinmeye çalışıyor.
Beyda çok güzel, çok narin, çok akıllı, çok becerikli. Başına gelen her türlü olumsuzluğa rağmen, yaşanmışlıkları, anıları, çocukluğu Van'da kalmasına rağmen buraya ayak uydurabilen, ayakta kalabilen ve en güzel şekilde kendini gösterebilen bir genç kız. İşte bunun ispatı;

Mutfakta oturuyordum. Annem yemekleri hazırlıyordu. Halbuki biz pazar günleri evde olmazdık. Biraz sonra kardeşim ve babam yanımıza geldi. Birdenbire sanki ters dönüyorduk.Yer, ayaklarımın altından kayıyor,ev beşik gibi sallanıyordu. Tabaklar havada uçuşuyordu. Hızla evden inmeye çalıştık. Apartmanın penceresinden sadece toz gözüküyordu; bu yıkılan binaların olmalıydı. En son çıkan bizdik galiba.
Dışarı çıkınca binaya bakıyorduk , kocaman çatlaklar vardı. Düşündüm;deprem olabileceğini konuşmuştuk ama böyle bir facia beklemiyordum. Bir an kıyamet kopuyor zannetim. Arkamı döndüğümde annem ağlıyordu nedenini az sonra anladım: teyzesinin yaşadığı bina yıkılmıştı. Az
sonra bir deprem daha oldu, ilkinden şiddeti daha azdı ama artçı bir sarsıntıya da benzemiyordu. İlerledik parkın ortasına gelmiştik . Atılan çığlıklar insanı ürpertiyordu. Tam da enkazların çok olduğu bir bölgedeydik ama konuşmak istemiyordum, annemi kucaklayıp ağladım. Eve giremeyeceğimiz her halinden belliydi . Biraz sonra yanımıza akrabalarımız geldi. Annemin teyzesini çıkaramamışlar. Çok kötü bir durumdu ve bu anda insanlara teselli vermek en saçma şey olurdu herhalde.
Akşam bir ateş yaktık . Etrafında bir çember oluşmuştu. Ateş yüzümü yakıyordu ama bu şu an canımı acıtacak en son şeydi. Siren ve ambulans sesleri geliyordu herhalde enkaz çalışmalarına başlamışlardı. Canları pahasına insanları kurtarmaya çalışıyorlardı. Annem ise her şeyin düzeleceğini söylüyordu ama beni rahatlatmak için söylediğini anlıyordum, çünkü sürekli ağlıyordu. Sabahın nasıl olduğunu hatırlamıyorum uyumamıştım. Sabaha kadar deprem durmamıştı. Bu çok zor bir şey. Dedem çadır bulmuştu ama işe yaramıyordu çünkü çok soğuktu. Yağmur da başlamıştı çaresiz çadıra girdik . Gözyaşlarımı tutamıyordum . Şartlar zorlaşmıştı; ihtiyaçlar,enkazlar deprem ve çığlıklar bitmiyor biteceğe de benzemiyordu…Ertesi gün uyandığımda depremin bir rüya olduğunu zannettim ta ki televizyondan Van’ ı görene kadar. Aslında televizyon yaşanan şeyleri, duyguları tam olarak aktaramıyor bence… herkesin yüzünde umutsuz bir ifade vardı, ileriyi düşünüyordu herkes.
Günler geçiyordu artık Van çok soğumuştu, çadırda kalamıyorduk. Önce Ankara’ya bir akrabalarımızın yanına geldik, oradan da ver elini İstanbul. Yeni bir okula başlayacak, bebeklik arkadaşım Melisa’larda kalacaktım ben. Yeni yeni geliyordum kendime…evimizi düşünüyordum anılarımızı,hatıralarımızı, eşyalarımızı, odamı..çok zor..Gözyaşlarımı tutamıyorum çok garip daha birkaç gün önce rahatça uyuduğum evim yıkılacaktı. Yıkım kararı çıkmıştı aldığı hasardan dolayı evimize.
İstanbul’da Marmara Kolejinde okula başladım eğitimim yarım kalmasın diye ama bu kafayla nasıl ders işleyeceğimi bilmiyorum. Kayıt işlemlerini haletlik. Okula alışmam çok da kolay olmayacak gibi ,ama tüm öğretmenlerimin bana yaklaşımı çok güzel…

Okulumun ilk günlerinde arkadaşlarımın sordukları sorulara cevap veremiyordum; aslında hepsi şimdi açıklığa kavuşuyor. Yeni bir eve, yeni bir hayata ve yeni yüzlere alışmak çok zor. Ben okula ve hayatıma alıştım şuan beni rahatsız eden tek şey arkadaş çevremin olmaması…Aslında bunun kötülüğü şudur ki yalnız kalınca depremden başka bir şey düşünemiyorum her şeyin çok güzel olacağına kendimi inandırmaya çalışsam da…
Yok artık penceremi aydınlatan ışığın
Yok artık üzülünce yanına koştuğum pencerem
Gerçek bu avutamam kendimi unutamam tabi bir de…
Hep aklımda ailemle geçirdiğim sabahlar
Her pazar hayırlı olmuyormuş demek
Bazen ben niye buradayım diye düşünürdüm yıldızlara bakarak
Şimdi yıldızlar bana bakıyor acıyarak…
Kopamazdım o zaman hayallerimden
Şimdi içimde bir Erciş var ondan kopamıyorum

Beyda, bu genç yaşında hayatın ne olduğunu anlamış, nelerin boş ve üzülmeye değmediğini anlamış bir genç kız. Kimsenin bunları yaşamadan anlayabilmesi en büyük dileğim.

Wednesday, November 23, 2011

Down Sendromlu Tan'dan dünyada bir ilk




Down sendromlu olarak doğuyor sene 1988, doktorlar beş yaş zekasını ve fiziğini geçemez diyorlar, aileye karamsar bir tablo çiziyorlar. Sene 2011, çocuk Türkiye’de değil dünyada bir ilki gerçekleştiriyor. İlk defa tiyatro sahnesinde down sendromlu bir çocuk normal bir çocuğu oynuyor. Evet sinemada çok örnekleri var, down sendromlu çocuklar yine kendilerini oynuyorlar ya da amatör tiyatro oyunları var, bu çocukların kendilerini oynadığı. Ama bu oyun ilk ve çok özel. Çünkü Tan bu oyunda normal bir insanın bile çok zorlanacağı rolü ustalıkla oynuyor hem de harika bir performansla. Oyunu, Tan’ın rolünü, ortamı anlatmadan önce biraz onu tanımak istersiniz belki.

Tan Aytıs, 1988 doğumlu yani 23 yaşında. O zamanlar bugünkü gibi teknoloji, modern yaklaşımlar, araştırma yok Türkiye’de; şimdi anne karnında her şey öğreniliyor(!) neredeyse, ama annesi Tan’a hamileyken bu testlerin, araştırmaların hiçbiri yok. Tan doğar doğmaz ailesine down sendromlu olduğu söyleniyor ama aile bunu kabul etmek istemiyor. Tabi o günleri çok zor
bir süreç olarak anlatıyor annesi. Bu hiç beklemediğimiz bir haberdi diye de ekliyor. Doktorlar gerek zeka olarak gerek fizik olarak 5 yaşındaki çocuğu geçemez diyorlar Tan için. Bugün Tan son
derece yapılı, sosyal, özgüveni yüksek, kendini ifade etmeyi bırakın tiyatro sahnesinde adeta bir dev. Tan’ın durumu Mozaik Down Sendromu denilen türde yani aşama olarak daha eğitilebilen, sosyalleşebilen bir seviye. Tabi bunun için anne babanın azmi, inancı, emeği ve umut dolu mücadeleleri yadsınamaz. Tan, iki yaşındayken bireysel eğitime başlıyorlar ve bu sırada kendileriyle benzer olan aileler ve DS çocuklarla tanışıyorlar, birbirleriyle paylaşımlarda bulunarak bir dernek kuruyorlar ve daha sonra iyice büyüyerek bir vakıf oluyorlar. İZEV, İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı. Burası Milli Eğitime bağlı bir vakıf ve ilköğretime eş değer diploma veriyor tabi özel eğitime tabi tutulan çocuklara sadece. Tan bugün ilköğretim diplomalı bir DS aynı zamanda. Tüm bunları gerçekleştirirken Tan ve ailesi hiçbir zaman sosyal ortamlardan uzaklaşmıyor, onu her yere götürüyorlar, hani saklama, gizleme olayı asla onlar için geçerli olmuyor.
Tan, İZEV’e devam ederken aynı zamanda tiyatro eleştirmeni olan hocası Yaşam Kaya ile çok fazla sayıda tiyatro oyununda arkadaşlarıyla oynamış hala da hafta sonları oynuyorlar. Ama sadece ailelere, yakın dostlara oynanan, çok basite indirgenmiş oyunlar bunlar. Tan’ın Yaşam Hoca’sının bu çalışmalar için danışmanlık aldığı Devlet Tiyatroları sanatçısı Öykü Başar ,ben Tan ile bir oyunda ikili oynamak istiyorum der. Aile çok heyecanlanır ama aynı zamanda da tedirgindir. Bu diğer oyunlara benzemez çünkü, normal bir çocuğu oynayacaktır Tan sahnede hem de bir Devlet Sanatçısıyla. Cihan Sağlam 2011 mart ayında oyunun yazımını tamamlar, Tan ve ailesinin karşısına çıkar. Önce anne metni okur ve çok zor bulur. Tan ise kendine güvenir ve şu cümleyi söyler: ‘BEN ALTINDAN GİRER, ÜSTÜNDEN ÇIKAR YAPARIM BU İŞİ ‘ der. 2011 Mayıs ayı başında NEVERLAND adlı oyun sergilenmeye başlamıştır. Anne ilk oyunda hiçbir şey izlememiştir heyecandan; kalbi Tan’ın kalbinde atmaktadır, o an yaşamamaktadır. İkinci oyun, üçüncü oyun derken bir sezon tamamlanmıştır bile. Tan sahnede adeta gürlemektedir.

‘Belirsiz bir zaman ve mekan. Toplum, damgalılar ve damgasızlar olmak üzere ikiye ayrılmış. Yönetim damgasızların elinde.Bir ev, anne ve baba. Hayalci bir kardeş ve büyümek isteyen sorunlu bir abla. İç savaş. Toplama kampları. Hareket halindeki içi asker dolu bir kamyon.Soykırım. Bir bodrum kat,anne çocukları oraya saklamış. Bodrum soğuk ve pis kokulu. Fareler ve ensenize damlayan su damlaları. ‘
Neverland hayal ile gerçek dünya arasında bir köprü kuruyor ve yalnızlaşmamıza, yozlaşmamıza, yok oluşumuza bir evin bodrumundan bakmamızı sağlıyor. Biraz şiddet içeriyor, fazlasıyla tedirgin oluyor, ürküyorsunuz oyun sırasında. Oyunun alışageldiğimiz sahne düzeninden farklı olarak sergilenmesi, oyuncularla yakın temas da sizi fazlasıyla içine çekiyor. Şiddet içermesi açısından çocukla gidilmesi çok doğru değil ama bir yetişkin olarak bunlarla yüz yüze gelerek, Tan’ ı izleyerek yaşadığınız 50 dakika sizi bambaşka bir yerlere götürüyor…

Zeka olarak 5 yaşını geçemez diye belki de bir hayatı karartan sözlerin yalan olduğunu görüyorsunuz, DS olan bir çocuğun oyun sırasındaki mimiklerini, kendinden emin ve güvenli duruşunu izlerken kendinizi, çevrenizi düşünüyorsunuz ve asıl başarının ne olduğunu ne olmadığını sorguluyorsunuz bir yandan. Her imkana sahip, her türlü sağlık engelini aşmış, maddi manevi her yönden tatmin olmuş biri olarak elde edilen başarı mıdır gerçek olan yoksa, her türlü engele , fiziksel olarak karşılaşılan sorunlara , umutsuz bakan gözlere rağmen elde edilen midir? Tan’ın annesine 23 yaşındaki oğlunuza baktığınızda ne hissediyorsunuz şu an içinizden ne geçiyor dediğimde gözleri ıslanarak şu yanıtı verdi bana: İYİ Kİ BÖYLE DOĞMUŞ, BİZİ ÇOK EĞİTTİ, YAŞAMA OLAYLARA BAKIŞ AÇIMIZI DEĞİŞTİRDİ. ONUNLA GURUR DUYUYORUM.

Tan tüm zihinsel engelli çocuklar, onların aileleri ve topluma örnek olmalı. Olmaz, yapamaz, imkansız,mümkün değil denilen her şeyin belki de yapılabilir olduğunu gösteren ve yapıldığını da bizzat sergileyen bir genç çünkü o. Pamuk gibi bir kalbi, ona sorduğum bir soruyu anlamayıp bana ne demek istediğimi soracak kadar özgüveni, oyuna gelen herkese güler yüz gösterecek kadar insanlığı, anne ve babasına duyduğu sevgiyi gösterebilen çocuk tarafı ile örnek bir insan. ‘Hayat karşılaştığınız fırtınalar ile değil, gemiyi limana getirip getirmediğiniz ile ilgilenir’. Tan ve ailesi fırtınayı yaşamış ama o fırtınanın yönünü çok güzel değiştirmiş bir aile. Fırtınayı yaşamadan kasırgalar yaratıp içinde kaybolan tüm ailelere ışık ve umut olsun AYTIS ailesi.

NEVERLAND, The Club adlı mekanda pazartesi günleri saat 21:00 de sergilenmektedir.
Asmalımescit mah. Yemenici Abdüllatif sok. Hoş Apt. K:1
Beyoğlu
0212.251.34.57
0537.461.79.75

Thursday, November 17, 2011

Anneeee lütfenn

Vallahi bugün bir kahvaltı davetindeydim, sohbet deseniz var, yemek deseniz var, manzara deseniz var, kültür deseniz var... Hele bu daveti organize eden ekibi ve sundukları hizmeti görünce ben de çocuk olsam da anneme 'Anne lütfen bana bunu al' diyecek bir şey mutlaka bulurdum. Onlar isimlerini seçerken hiç bunu düşünmemişler ama o kadar çok bebek, çocuk ve anneyi ilgilendiren şey var ki insan ister istemez böyle düşünüyor. Neden mi bahsediyorum, www.annelutfen.com adlı bebek çocuk alışveriş sitesinden. Oyuncaktan sağlığa, kıyafetten araba koltuğuna herşey var burada. Üstelik daha da olacak, hediyeler, çekilişler, kampanyalar...Artık Roys ve Selin benim arkadaşlarım. Ben kendilerini de, girişimciliklerini de, düşüncelerini de çok sevdim. Daha çok yeniler, bizlerin sizlerin herkesin dile getirdiği beklentileriyle çok daha büyüyecekler ve bizler onları ilk tanıyanlar olarak şanslı kişilerden olacağız. Ben kaçırmayacağım bu fırsatı, siz de kaçırmayın.

Sunday, November 13, 2011

BOSNA HERSEK / Mostar,Poçitel

Yine Hırvatistan sınırından çıktık ve bu kez istikamet Mostar. Sınırdan çıkıp mavi bir kapıdan girerek Bosna Hersek’e giriş yaptık fakat bu gezide sadece Hersek bölgesini gezdik gün boyunca. Neretva kanyonunda ve Hersek bölgesinde ilk durağımız Türklerin Bosna’da kurduğu ilk köy olan Poçitel. Poçitel zaten kelime anlamı olarak da ‘başlangıç’ demekmiş. Köyü ilk gördüğümüzde sanki Safranbolu’ya geldik zannettik. Evleri, arnavut kaldırımları dar sokakları, hamamı, kaleleri ile o kadar benziyordu ki, tüm gezimiz boyunca ilk camimizi de Poçitel’de gördük. Nar ağaçları, yeşili, Adem’in yerinde içtiğimiz tavşan kanı çay ve türk kahvesi, köy halkının küçük kese kağıtlarında sattığı kuru incir ve narların zihnimizde bıraktığı güzellik ile Poçitel’den ayrıldık.

Mostar’a doğru yol alırken manzara o kadar güzeldi ki, hiç sıkılmadık. Savaş yıllarından çok iyi hatırladığım, hep duyduğum Mostar. İşte geldik. Daha şehre girerken sağlı sollu gördüğümüz şehitliklerden içimizin bugün acı ve hüzünle kaplanacağını hissettim ve işte suçiçeği gibi binalar başladı; delik deşik…Her yerde kurşun izleri. Koprü geçiş ücreti anlamına gelen ‘Mostarina’ dan adını alan Mostar şehri Neretva nehrinin hemen kenarında kurulmuş. Mostar Köprüsü ise 1566’da Kanuni Sultan Süleyman zamanında mimar Hayrettin tarafından yapılmış. Bu şehir
ve köprü benim hep görmek istediğim yerlerden olmuştur. Mostar Köprüsüne doğru yürürken ilk olarak tabakhane, cami ve hamamı daha sonra da Mostar Köprüsünden daha eski ama pek bilinmeyen Kriva Cuprija Köprüsünü geçip Mostar Köprüsü’ne ulaştık. 1993 yılında yıkılan daha sonra tekrar yapılıp Prens Charles tarafından açılan bu köprü yıllarca Mostar'da yaşayan farklı etnik grupları bir araya getirmiş, insanları birbirine bağlamış, kültürel mozaikin sembolü olmuştur. Savaş boyunca Sırplar tarafından saldırılara uğrayan köprü Hırvatlar tarafından yıkılıp, Neretva Nehri'nin sularına gömülmüş. Yeni köprünün yapımında Türkiye’den gelen taş işçileri de çalışmış ve sulara gömülen eski köprü taşlarının bir kısmı çıkarılarak kullanılmış. Geleneklere göre şehrin erkekleri düğünden önce nişanlılarına cesaretlerini ispat etmek için 24 metre yükseklikteki bu köprüden atlıyormuş. Günümüzde ise 24 euro karşılığında gösteri amaçlı atlayan gençler var. Mostar Köprüsü’ne hemen girişte sol tarafta yerde bulunan taş üzerindeki şarapnel parçası ve " Don't Forget 93 " yazısı gerçekten insanı çok etkiliyor. Köprüyü geçince Müslüman mahallesine gelmiş bulunuyorsunuz ve yine bizim Safranbolu gibi incik boncuk, gümüş, kilim ve her türlü süs eşyasının bulunduğu dükkanların önünden geçip, Kuyumcular Çarşısına geliyorsunuz. Burası gerçekten bizim kültürümüzün aynısı. 1618 yılında yapılan Koski Mehmet Paşa Camisinin bahçesinden Mostar’a bir bakmanızı şiddetle tavsiye ederim yolunuz oralara düşerse. Büyüleyici bir sahne sizi bekliyor orada. Hırvat tarafındaki tepenin üstünde bulunan dev haç ve şehir meydanındaki dev kilise kulesi ise hala birilerinin güç gösterileri yapmaya devam ettiğini hissettirdi bana. Bosna deyince akla ilk Boşnak böreği geliyor ve tabi ki Cevapi yani Boşnak köftesi. İkisini de yeme şansı bulduk ve ikisinin de tadı damağımızda kaldı. Bal kabaklı ve kıymalı olarak tercih ettiğimiz börekleri sıcak sıcak paket yaptırıp nehir kıyısında
bir restoranda yediğimiz köfte kebabının yanına meze ettik. Bizim İnegöl köfteye çok benzeyen cevapi, pide arasında soğanla çok iyi gidiyor doğrusu.

Unesco koruması altında olan Mostar’a veda ederken aynı benim kalbim gibi hava da ağlıyordu. Sokakta gördüğüm gaziler, şarapnel, mermi yemiş evler, ağlayan analar babalar, çocuklar..Hüzün, acı, fakirliğin çok net hissedildiği Mostar anılarımda çok buruk kaldı.

Saturday, November 12, 2011

Karadağ/Montenegro

Eurovision şarkı yarışmasında adını çok sık duyduğum Montenegro’nun Karadağ olduğunu bu gezide öğrendim. Yıllar öncesinin bana göre marka olan ülkesi Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ortaya çıkan mini devletlerden biri olan Karadağ, son yıllarda Kotor ve Budva şehirleri ile dünya sosyetesinin gözde yerlerinden. Karadağ 2008 yılına kadar dünyanın en genç devletiymiş ama Kosova bu özelliğini ondan artık devralmış durumda. Gerek yaz gerek kış turizmine uygunluğu bakımından Karadağ, Balkanların İsviçre’si olma yolunda. Nüfusu 700 bin olmakla beraber yazın bu sayıyı kat be kat geçiyordur herhalde. Hırvatistan sınırını geçtikten sonra ilk geçtiğimiz şehir Igalo oldu. Kaplıcalarıyla ünlü bu şehir biraz bizim Yalova’yı andırıyor. Perast’a gideken gördüğümüz manzara, yeşilin tonları, denizin güzelliği, şirin köyler adeta büyüledi bizi. Balkanlar dağlık bir bölge olmasına rağmen Karadağ bol yeşili olan bir bölge. Perast şehrinde bizim en çok ilgimizi çeken insanların uzun boyu oldu. Her üç insandan biri öyle böyle uzun değil, 2 metre en azından. Sonra öğrendik ki, Balkanların en uzun boyluları Karadağlılarmış hara Avrupanın en uzun insanları Hollanda ve Karadağ’dan çıkarmış. Ee Hidayet Türkoğlu’ndan
belli değil mi? Bu küçük ülkenin uzun insanları hakikaten çok enteresandı. Perast’ta otobüsten inip karşımızdaki iki adadan -St.George ve Meryem Ana ikonunun bulunduğu ada- birine binmek üzere bir motora bindik. Adalardan St.George, doğal oluşmuş ada, çökelti sonucu. Biz buna gitmedik buraya ziyaret yok. Diğeri, sonradan yapılmış ada sanki bizim Kız Kulesi. İçinde Meryem Ana ikonusu bulunan adadan manzara da harika. Manzarası, havası, saat kulesi ile
bir kültür mirası olan Perast, Unesco tarafından koruma altına alınan şehirlerden biri. Perast’ı görmeden Karadağ’ı gördüm dememek gerek. Peras’tan Kotor’a doğru yola çıktık ve yol tam 25 dakika sürdü. Kotor körfezine geldiğinizde kendinizi bambaşka hissediyorsunuz. Dört koyun birleştiği yer olan Boka Kotorska yani Kotor Körfezi tam bir doğa harikası. St. Tropez, Çeşme karışımı olan şehir, bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışından GÜZEL diye nitelendirdiğim şehirlerin ilk sırasında yer alacak gibi. ‘Kendimize ait olanı vermeyiz ama başkalarının olanda da gözümüz yok’ . Üzerinde eski Yugoslavya başkanı Tito’dan alıntının olduğu şehir kapısından içeri girdiğinizde kendinizi Venedik’te sanabilirsiniz, şaşırmayın. Tek fark burada kanallar yok. İlk girişte yer alan meydanda hemen sola dönüp başınızı kaldırdığınızda Balkanların en uzun balkonunu (35m.) görebilirsiniz. Meydanda kalabalık kafeler, taş evler, kiliseler bize buranın
her daim yaşadığı hissini verdi. Şehrin kale içinde dolaşırken kaybolmak çok zevkli, dar sokaklardan geçip geniş meydanlara çıkmak, kendinizi ayaklarınızın gittiği yere bırakmak hakikaten çok keyif veriyor. Bu arada şehirde aynı Dubrovnik gibi evlerin binaların panjurları hep yeşil ama gezi boyunca bunun sebebini hiç kimseden öğrenemedim maalesef. Yugoslavya döneminde ‘Ekim Meydanı’ denilen yer, saat kulesi,Katolik Kilisesi ve utanç abidesi en görülesi yerler bence Kotor’da. Yazın mutlaka çok daha başka oluyordur burası. Deniz, doğa, gece hayatı hepsi çok canlı yaşanıyor belli ki. Boşuna dünya jet sosyetesi burada tatil yapmıyor. Şehrin bu kadar güzel ve etkileyici olmasında bayan belediye başkanı ve yine bayan başkan yardımcısının payları büyük bence. Meydandaki kafelerden birine oturduk ve giren çıkan insanları resmen
seyre daldık. Ama daha önümüzde Budva vardı ve bu seyir çok uzun süremedi. Budva-Dubrovnik arası aslında 135 km. ama biz kademe kademe durarak gezdiğimiz için akşamüstü olmuştu Budva’ya girdiğimizde. Önce çok anlamadık, normal binalardan oluşan bir şehirde indik ve yürümeye başladık ki önce bir sahile geldik. Limanı, kumu, balıkçı restoranları ile sanki Antalya’daydık.
Biraz yürüyüp kale kapısından girip eski şehirde yürümeye başladık ki burası
tam bir antik şehir. Yaklaşık 10.000 nüfusu olan şehir bol miktardaki ‘sobe’ tabelalarından
anlaşıldığı üzere yazın çok turist çeken bir yer. Sobe bu arada kiralık oda
demekmiş. Madonna da geçen yıl burada konser vermiş ve sonrasında tatil yapmış.
Şehir 2500 yıllık geçmişiyle Adriyatik Denizi kıyısındaki en eski yerleşim
yerlerinden biri. Aynı Kotor’da olduğu gibi kale içinde dar sokaklarda gezerken
bir anda kendinizi kocaman bir meydanda bulabilirsiniz. Ortaçağ’dan günümüze
kadar gelmiş Stari Budva, Karadağ ve Balkanların en güzel tatil köşelerinden.

Dubrovnik’in kardeşleri denilen Perast, Kotor ve Budva için
Karadağ’a gitmeye değer mi? Kesinlikle değer….

Friday, November 11, 2011

Dubrovnik,HIRVATİSTAN

‘Yeryüzünde cenneti görmek isteyenler Dubrovnik’e gelsin’ demiş Bernard Shaw ve çok da doğru söylemiş.Hakikaten Adriyatik’in incisi denilen Dubrovnik, Hırvatistan Cumhuriyetinin en güzel şehirlerinden biri. Adriyatik Denizi’nin kıyısında yer alan güney bölgenin ismi Dalmaçya ve Dubrovnik de Dalmaçya sahillerinin en güzel şehirlerinden. Neden Dalmaçya peki? Evet biraz o köpek cinsiyle ilgisi var.Hırvatistanda 1187 ada yukarıdan bakıldığında benek benek görüldüğünden buhaliyle Dalmaçya köpeğine benzediğinden Dalmaçya sahili denmiş. Öyle ki, dünyaünlülerinin en son gözde tatil yerlerinden. Daha çok kısa bir süre öncesine kadar turist rotalarında yeri olmayan Hırvatistan,25 Haziran 1991 ‘de bağımsızlığını ilan ettikten üç ay sonra kendini yine bir savaşın içinde buluyor ve 1991-1995 yılları arasında şehir ciddi hasar görüyor.Kale içinde gezerken binaların kiremitlerinden bunu çok iyi görüyorsunuz. Hasar alan
binaların kiremitleri yeni ve pembe renkte. Savaş 1995’deki Dayton antlaşması ile sona ermiş ve Unesco 2005 yılında restorasyon çalışmalarını başlatarak şehrin eski görünümüne kavuşmasını sağlamıştır. Bu kadar savaş ve depreme rağmen şehrin bu kadar iyi korunması çok takdire şayan doğrusu.
Şehirde ilk durağımız eski şehir adı verilen Old Town oldu. Şehrin kalbi burada atıyor. Old Town’a girmek için iki kapı var: Pile ve Place. Biz hep ana kapı Pile’yi tercih ettik. Kapıdan
girince karşınıza ana cadde Stradun çıkıyor. Bu cadde denize kadar uzanıyor ve sonunda da eski liman var. Stradun üzerinde çok sayıda kafe restoran bulunsa da ara sokaklara girip buralarda dolaşmak ve yemek yemek çok daha keyifli. Mia Culpa mesela harika bir pizzacı. İtalyanların meşhur incecik odun fırınında pişen pizzalarını deneyebilirsiniz burada.
Pile kapısının hemen üstünde şehrin koruyucusu Aziz Vlaha’nın heykeli var. Aziz Vlaha bu arada Sivasta doğmuş ve hiç bu şehre gelmemiş. Kendisi şehrin Venedikliler tarafından kuşatıldığını rüyasında görüyor ve haber vererek şehrin kurtulmasını sağlıyor. Bu yüzden de 4yy.da Romalılar tarafından öldürülüyor. Kapodokya’da onun adına kilise varmış bu arada. Her yıl 4 şubatta onun adına şenlikler düzenleniyor ve anılıyor. Pile kapısından girdikten sonra sağ tarafta siyah renkte kocaman bir mekanizma var ve bu mekanizma orijinal haliyle aynen korunmuş. Şehir kapıları bu mekanizma sayesinde hava aydınlanınca açılıyor, hava kararınca kapanıyormuş. Pile kapısından girince hemen solda karşınıza Franciskan manastırı çıkıyor. İçinde dünyanın en eski üçüncü eczanesini bulunduran manastır şehrin en çok ilgi çeken yerlerinden. Manastır kapısının hemen karşısında şehrin en eski ve en bilinen yapılarından Onofrio Çeşmesi bulunuyor. Dubrovnikliler en zengin zamanları olan 1400 ve 1500’lerde veba gelecek korkusundan şehre her gelen kişinin bu çeşmede yıkanmasını şart koşmuşlar. Çeşme hala kullanılır durumda ve Duru kızım yıkanmadı ama her defasında kana kana su içti bu çeşmeden. Bu arada çeşmenin bulunduğu Stradun Caddesi o kadar temiz ki, taşları bizim evin taşlarından daha parlak ve temiz dersem çok abartmış olmam. Stradun’da dükkanların isim tabelaları yok, isimlerini önlerindeki sokak lambalarına ya da sokak başlarında bulunan bez afişlere asıyorlar. Sağlı sollu İtalyan tarzı çevrili
olan caddenin sonunda bulunan büyük meydanda Saat Kulesi ve hemen önünde Hırvatların özgürlüklerini temsil eden Fransız şövalyesi Orlando’nun Sütunu bulunuyor. Sütunun tam karşısında Sponza Sarayı ve arka tarafında ise Aziz Blaise Kilisesi var. Kilisenin hemen yanında Rektörün Sarayı bulunuyor. Aslında şehri en iyi anlamanın yolu bu caddeyi yürümek ve sonra da City Walls denilen surlarda yaklaşık 1,5 saat süren bir yürüyüş yapmak. Surlar 1200 yılında
yapılmış ama 1400 yılında güçlendirilmiş. Şehri o kadar güzel sarmalıyor ki, içeride kalan şehir tam koruma altında. Çıktığınız her merdivenin sonunda sizi ödül olarak harika manzaralar bekliyor. 10 Euro ödeyerek gezdiğiniz kale surlarında Adriyatik Denizinin ihtişamını karşısında verdiğiniz paraya değdiğini görüyorsunuz. Duru’nun yoruldum demeden gezdiği tek yerdi kale
surları. Demir parmaklıklar, kuleler, dar yollar onun için adeta bir macera tüneli gibiydi.
Dubrovnik’de yemek denince akla ilk taze, ucuz, bol çeşitli deniz ürünleri geliyor. İstiridyeden ıstakoza, midyeden kalamara hepsini bir arada bulunduran ve balık tabağı diye menülerde geçen seçim, kocaman bir tencere içinde geliyor.2 kişilik olan bu tencere içinde yok yok. Biz eski limanın hemen orada bulunan Lokanda Peskorya’yı tercih ettik hep.
Türkiye’den Dubrovnik’e gelmek çok kolay, uçuş var ve 1 saat 40 dakika sürüyor. Üstelik vize de yok. Dubrovnik ile Türkiye arasında 1 saat fark var. Dubrovnik 1 saat geride bizden. Para birimi Kuna ve 1 euro yaklaşık 7.19 Kuna. Restoranlarda, mağazalarda euro olarak da ödeme yapabiliyorsunuz ama üstünü kuna olarak verdiklerinden kur düşebiliyor. Bu nedenle giderken yanınıza euro alıp orada kunaya çevirmek en mantıklısı. Biz Babin Kuk adı verilen bir bölgede kaldık ve eski şehre otobüsle on beş dakikada gidiyorduk. Tam otelin önünden kalkan 6 numaralı otobüsle şehrin kalbi Old Town’a çok rahat gelebiliyorduk. Üstelik otel kalitesi Avrupa otellerine göre çok yüksek. Yazın gidilirse kaldığımız Argosy Otel ideal. Plajı, ağaçlık alanı, otelin büyüklüğü ve kolay ulaşımı açısından mükemmel. Ama yazın denize girmek avantajı olsa da bu kadar gezilir mi bilmem. Sıcak insanı yorabilir. Deniz tam bir akvaryum, pırıl pırıl Dubrovnik’te. Biz yurt dışına gittiğimizde denize girmeyi çok tercih etmediğimizden ayrıca Ege,Akdeniz sahilleri üstüne deniz tanımadığımızdan sonbaharda gidip rahat rahat terlemeden gezmeyi tercih ettik. Ama siz illaki deniz olsun derseniz Dubrovnik tam size göre. Hele bir de şehrin trafiğe kapalı bölgesi Lapad'ın gündüz plajından akşam da İstiklal Caddesini andıran ortamından faydalanırsanız işte siz yeryüzünde cennettesiniz demektir.

Monday, October 24, 2011

KARADUT

Bir zamanlar birbirlerine âşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe, delikanlının ki, Piremus idi. Yan yana evlerde otururlardı; birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine âşıktılar. Aileleri bu aşka karşıydı. Ama onlar, bu derin sevgiden vazgeçemiyorlardı . Bir gece, gizlice ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe, ağaca Piremus'tan önce varmıştı. Uzaktan ağzından kanlar akan kocaman bir aslan gördü. Korktu; hemen yakındaki bir mağaraya saklandı. Ama koşarken boynundaki eşarbı düşürmüştü. O sırada Piremus geldi. Kocaman aslan, biricik sevgilisi Tispe'nin eşarbını parçalıyordu. Tispe'nin öldüğünü düşündü;onsuz yaşayamazdı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Cansız bedeni kanlar içinde yere düştü. Tispe korkusunu yendi; mağaradan çıktı. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle karşı karşıya geldi. Piremus'un cansız bedeni yerdeydi; elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu. Piremus'un, kendisinin öldüğünü sanıp, canına kıydığını anladı. Bir an bile düşünmeden hançeri alıp göğsüne sapladı. Ölüm bile onları ayıramadı. Bedeni, Piremus'un vücudunun üzerine düştü.Ve Tanrı, o yüce aşkı ölümsüzleştirmek amacıyla, bu çiftin buluştuğu ağacı onlara adadı.Piremus'un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe'nin gözyaşlarını ise, ağacın yapraklarına verdi. O günden beri, karadut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini (Piremus'un kan lekesini), dutağacının yaprakları (Tispe'nin gözyaşları) temizler...Bilir misiniz, karadutun lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alıp ovuşturursanız, o lekenin çıktığını görürsünüz.

Tuesday, October 11, 2011

Sonbaharda Bozcaada

Yazın gelen insan selinin arkasında bıraktığı sessiz,ıssız, biraz hüzün daha çok dinlenmişliğin hissedildiği Bozcaada, sonbaharda mutlaka ziyaret edilmeli.


Begonvillerin hala canlılığını koruduğu arnavut kaldırımlı sokaklarda yürünmeli, kedilerin tüm yaz yemekten doydukları için her buldukları yerde miskin miskin yatışları keyifle izlenmeli, Çiçek Fırın'dan damla sakızlı bademli kurabiye alınıp, Çınaraltı kahvede tahta sandalyelerden istediğin birine oturup çay yanında yeme özgürlüğü yaşanmalı, yazın tıka basa dolu olan Ayazma'da Vahit'in Yeri'nde huzurla acele etmeden rüzgarın ve denizin sesi dinlenmeli, Polente Fenerinde rüzgar gülleri eşliğinde gün batımının renklerinde kaybolmalı, Asmalı Meyhane'nin taş plakları eşliğinde Rojida yavaş yavaş yenmeli, sabah gelincik ve domates reçeli eşliğinde denize sıfır kahvaltı edilmeli üstüne sakız likörü eşliğinde kahve içilmeli ve dönüş yolunda vapurdan iner inmez Geyikli'nin tenekelere ekilmiş sardunya ve fesleğen dolu sokaklarında son bir tur atılmalı.


Bunların hepsi sonbaharda mutlaka bir kez yapılmalı ve mümkünse çocuksuz yapılmalı.

Sunday, October 02, 2011

AMİN

Önce herşey bir tutulma ile başladı, bel tutulması. Kızımı almaya gittiğimde arabadan inemedim. Evden güle oynaya çıkıyorsunuz, su balesi yapan kızınızı antreman sonrası çıkışında karşılamak için keyifle arabanıza binip okula gidiyorsunuz ve hop tutuluyorsunuz. O gün zor bela geçiyor. Ertesi gün ağrıdan ne yatabiliyorsunuz ne kalkabiliyorsunuz ne eğilebiliyorsunuz..hani iki büklüm olmak vardır ya onu bile yapamıyorsunuz, iki büklüm olabilmek için uğraşıyorsunuz yok olmuyor. Ankara'dan çok sevdiğiniz ve uzun zamandır görüşmediğiniz arkadaşınız arıyor ve üzülerek buluşamayacağınızı söylüyorsunuz, hayatınız sekteye uğramaya başladı işte. Yürüyerek doktora gidiyorsunuz ağrı içinde. Kas spazmı diyor ilaç veriyor biraz bekleyelim diyor. Bekliyoruz bekliyoruz bekliyoruz geçmiyor, ağrı belden karına, karından bacaklara yayılıyor. Gece uykunuz kalmıyor, sabah uyanmanız hayal. Herşey size bakıyor, okula gönderilecek çocuk, iş seyahatine giden kardeşiniz ve onun bakıma ihtiyaç duyan bebişi, bir sürü iş. Hepsini yapmak size keyif verirken yapamıyorsunuz ya da zorla yapıyorsunuz, ağrıyla. Sonra bir anda vücudunuzu döküntüler kaplıyor, ilaç allerjisi sanıyorsunuz eh günde 8 ilaç az değil. Yok geçmiyor, kalkıp acile gidiyorsunuz ağrılarınızdan bahsediyorsunuz, eklemlerinizde gezen berbat ağrı. Döküntüler, vücutta yüksek çıkan iltihap...Romotolog görmeli diyor acil doktoru. O ne? Romotolog kimdir? neyle ilgilidir? Niye olur?



Bu satırları sol kolumda döküntülerimin geçmesi için takılan serum varken sağ kolumla acil bölümünde yazıyorum. Allahım ne mutlu bana sağ kolum serbest, sosyal paylaşım siteme girebiliyorum, şu anda evde piyano dersinde olan kızımın bu hafta hangi parçaları çalışacağını telefonda dinliyorum, şehir dışında olan eşime dakika dakika haber veriyorum üstelik bunları bana kötü kötü bakan hastabakıcıya rağmen yapabiliyorum. Herşeyi hala kontrol edebiliyorummmm. Hala özgür olmak için direniyorum, sırada romotologlarla tanışmalarım var. Bakalım daha neler göreceğim, ama ne olur onlar da kontrol edebileceğim şeyler olsun. Tek duam bu. AMİN.

Sunday, September 25, 2011

Benim domateslerim...

Ne kadar faydalı olduğunu ilk kez annemin 2003 deki rahatsızlığından sonra anladım. Doktoru, özellikle mevsiminde yenilecek olan domatesin faydasını anlata anlata bitiremiyordu. Öyle çok meraklısı değilimdir aslında hele yumuşak, renksiz olanlarını çok sevmem. Bilmediğim yerlerde pek yemem. Üstelik biz küçükken öyle her mevsim olmazdı domates, tadı da bu zamandakiler gibi yavan değildi. Domates, yazın başında çıkardı tezgahlara ve kıpkırmızı olup mis gibi kokardı. Şimdi her mevsim tezgahlarda üstelik çeşitleri arttı: Siyah, pembe,kiraz, armut şekilli...


Benim domatesi en yakıştırdığım yer simit ve beyaz peynirin yanı doğrusu. Tadından doyum olmaz yanında tavşan kanı çay ile. Bir de Sapanca'da kendi yetiştirdiğim domateslerin tadından geçilmiyor bu sene. Özellikle pembe domateslerim bu sene oskara aday vallahi. Sabah kahvaltı öncesi kızımın zevkle topladığı kiraz domatesler ise mini mini ama pek lezzetli. E tabi normal kırmızı domateslerimi de unutmamam gerek onlar benim ilk göz ağrılarım. Üstelik hepsi o kadar da bereketli ki, gelen konuklarımıza hediye ettik, İstanbul'a ailemize konu komşuya getirdik, okul açıldı kızım sınıf arkadaşlarıyla paylaştı.

Uzmanlar domatesin faydalarını saymakla bitiremiyor.

Cildinizi Korur: Kabuğu incecik bu meyvenin, cildinize güneş koruyucu krem etkisi sağladığını biliyor muydunuz?

Yaşlanmaya Karşı Savaşır: Domatesleri, az miktarda zeytinyağı ile birlikte tükettiğinizde, yaşlanmaya karşı vücudunuz daha güçlü bir hale gelir.

Kan Basıncınızı Düşürür: Hipertansiyondan şikayetçi bir grup hasta üzerinde yapılan bir araştırmada, hastaların günlük besinlerine domates eklendi. 8 hafta süren araştırmada her gün domates tüketen hastaların sistolik kan basıncınca 10 derece düştüğü ve diyastolik kan basıncı değerlerinin de 4 derece düştüğü gözlendi.


Gribi Önler: Karotenler (likopen ve beta karoten) gibi sebze ve meyvelerden elde edilen koruyucu pigment değerleri düşük olan insanların, günlük domates tüketmesi önerilir. Bakteri ve virüslerle savaşmaya yardımcı olan karoten bileşikleri çok önemlidir. Günlük domates ihtiyacınızı bir bardak domates suyu ile giderebilirsiniz. Göreceksiniz, soğuk algınlığı ve gribe karşı vücudunuz çok daha dirençli olacaktır.


Kolesterolü Kontrol Eder: Günde bir domates, sizin arter ve kalp sorunlarınıza karşı olan savaşınızda en güçlü dostunuz olabilir. Günlük domates yemeye başladıktan sonraki 4 hafta içerisinde HDL kolesterol seviyeniz %15 artar, bununla beraber LDL kolesterol seviyeniz düşer.

Sunday, September 18, 2011

Sistem mi sistemsizlik mi?

İster çalışan anne olalım ister ev hanımı hepimiz değişik şekillerde bir sistemin içindeyiz. Ev hanımı isek genelde sistemimizi kendimiz kurarız. Sabah kalkma, çocukların ev ya da okul düzeni, günlük yapılacak işler, temizlik, yemek, alışveriş, hobiler tüm bunları bir sisteme koymaya çalışırız. Bazen dış faktörlerden kaynaklı sistemin takıldığı noktalar oluşabilir ama yine de sistemi düzeltmek tekrar rayına oturtmak için liderlik rolü evdeki anneye düşer.Ev hanımı, sistemin koyucusu, uygulayıcısı ve uygulatıcısıdır çoğu zaman.

Çalışan anne için ise durum biraz daha farklıdır. Yaşam koçluğu yaptığım çalışan annelerin en büyük sorunları işyerlerindeki sistemlerle evlerindeki sistemin çakıştığı ve bundan kaynaklı yaşanan aksamalar oluyor çoğunlukla. Çalışan anne hem evdeki sistemin bir parçası hem de işyerindeki sistemin. Üstelik evdeki sistemi çoğu zaman kendi kurarken, iş hayatında sistemi uygulayan oluyor. Çalışma saatleri sistemi, doğum izni sistemi, yıllık izin sistemi, eğitim sistemi, raporlama sistemi, mesai dışı çalışma saatleri sistemi vs. Üstelik bu sistemleri değiştirme lüksü yoktur çoğu zaman. Tam evdeki sistemi yerine oturtur, çalışma saatlerinde bir değişiklik olur hop evdeki tüm sistem çöker. Kendi hobileri ya da çocukların sosyal aktiviteleri için bir sistem oluşturur pat diye mesai saati dışında çalışması gerekir ve sistem alt üst olur. Çocuğunun doğum tarihini bile yıllık iznine göre planlamaya çalışan ve buna denk getirmeye çalışan anneler tanıyorum. Hal böyle olunca da annenin iş kadını – ev kadını – anne rollerinin çakışması, duyduğu vicdan azapları, yetersizlik hissi, başarısızlık duygusu kaçınılmaz oluyor. Hatta iş bazen kendi fiziksel ve ruhsal sisteminin bozulmasına kadar gidiyor.

Sistemlerin bizi yönetmesine izin vermek yerine bizim sistemleri yönetmekten başka çaremiz yok o zaman. Hayattaki asıl hedefimizi, bizi mutlu edecek şeyi belirleyip diğer tüm yaptıklarımızı bu hedefe ulaşmak için bir amaç olarak görürsek sistemler bizi daha az etkiliyor. Hayattaki tek hedefimiz nefes almak değil elbet, ama dar bir mekanda nefessiz kaldığımızda değerini anlıyoruz nefes alıp vermenin. Aynı bunun gibi hayattaki hedefiniz neyse diğer tüm sistemlerin bu hedefi gerçekleştirmekteki adım olduğunu unutmazsanız zorunlu sistemlerin sizi daha az etkilediğini göreceksiniz.

Monday, September 05, 2011

Nereden geçtim bu yoldan?

Bugün kızımla sabah arabayla giderken bir mezarlığın yanından geçiyorduk. "Anne biz ölünce nereye gömecekler, mezarımız nerede?" diye bir soru geldi arka koltuktan. Hadi buyurun bakalım. Boğazıma düğümlenen o şeyi nasıl çıkaracağım da yanıt vereceğim, yanıtım ne olacak, ne demeliyim, ideal anne bu soruya nasıl tepki vermeli, duygusal anne ben ne demeliyim....saniyeler içinde bunlar geçti aklımdan ama o hala devam ediyordu. E bizi kim gömecek, beraber mi ölecez...Allahım nereden geçtim bu yoldan sabah sabah. Dokunsalar ağlayacağım ama arkada yanıt bekleyen bir cadı var, toparladım kendimi. Başlayacağım da nereden? 7 yaşında bir çocuğa ne demeliyim, onu korkutmadan üzmeden nasıl anlatmalıyım ve gerçekten biz bir mezar yeri almalı mıyız şimdiden? Ama o susmadı tabi, ev alıyoruz da niye mezar almıyoruz demez mi...Ay bayılacağım ya da arabayla mezarlığa uçup bir yer bulacağım. Elimden geldiğince anlattım ama şuna daha kendim karar veremedim, her canlı birgün ölümü tadacaksa bugünden bir mezar yeri satın almalı mı? Ne dersiniz, fikirlerinizi yazarsanız belki bir yol bulurum ben de...

Sunday, September 04, 2011

Frenk yemişi

Bu yaz çok şey öğrendim, bilgi dağarcığım, kelime haznem, yemek kültürüm ve daha pek çok yönüm gelişti gezdiğim gördüğüm yerler sayesinde. Yeri gelince her birinden bahsedeceğim ama paylaşmadan geçemeyeceğim harika bir tatla tanıştım bu yaşımda. Frenk yemişi, frenk meyvesi, kaktüs meyvesi, kaynana dili, dikenli incir, babutsa, frencir...bunlar pazarcılardan duyduğum isimleri. Evet anlayacağınız üzere bu bir meyve hem de harika bir meyve. Faydası saymakla bitmiyor ama malesef her yerde ve her zaman yetişmiyor. Ben kendisi ile Bodrum Gümüşlük pazarında tanıştım. Satan Çiçek Teyze' nin dediğine göre ülkemizde Antalya yöresinde yetişmekle beraber asıl vatanı ona göre İtalya imiş. Üstelik sadece ağustos ayında yetişiyormuş ve toplaması çok zahmetliymiş. Nasıl olmasın ki yerken bile görünmeyen dikenleri elinize battı mı yandınız..Çiçek Teyze Antalya dedi ama Bodrumda çalılık gibi yayılmıştı maşallah kaktüs meyvesi. Plaja gittiğiniz ve arabanızı park ettiğiniz yerlerde bile istemediğiniz kadar. E niye pazardan alıyorsun derseniz, öyle koparıp toplayım diyeceğiniz gibi bir meyve değil. Dikenleri bakımından yanına yaklaşmak çok zor. Eve alıp getirdiğinizde bile peçeteye ya da beze sarıp öyle soymanız gerekiyor ama soyunca vardığınız o lezzet var ya herşeye değer.


Üstelik inanılmaz vitamin deposu. Vücut direncini artırma, güç ve zindelik verme, bağırsakları çalıştırmanın yanısıra açlık hissini bastırma özelliği ile diyet yapanlar için de ideal. Kan yapma, yara kapatma gibi özelliklerinin yanısıra doğal viagra etkisi de yaratıyormuş. Bilmedim, görmedim, duymadım sonuncusunu diyelim ve bu meyvenin marmara bölgesine de yavaş yavaş gelmesi için dua edelim:)

Monday, August 15, 2011

İŞTE DÖNDÜM ve TEŞEKKÜRLER HAYAT

Uzun bir ara oldu biliyorum, neredeyse üç ay...Dolu dolu geçen üç ay oldu benimkisi; seyahatler, kıtalar, ülkeler, şehirler, köyler, doğum günleri, antremanlar, hastalıklar,heyecanlar, kutlamalar,misafirler, dostlar ve daha neler neler. Nereden başlayacağımı bilmiyorum yavaş yavaş hepsine değinmek istiyorum ama bildiğim tek şey, hayata teşekkür etmek.
Teşekkürler hayat; sağlıklıyım bu yüzden de en büyük özgürlüğe sahibim-hareket edebilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat;ailem ve yakınlarımın sağlıkları ile ilgili problemleri çözülebilir durumda-bir de dostlarımdan bazılarının sağlıkları eski güzel hallerine gelse

Teşekkürler hayat; dil biliyorum ve başka ülkelerde çok rahat iletişim kuruyorum-iletişim özgürlüğü

Teşekkürler hayat; dostlarım var hem de gerçek dostlar, evimiz dolup taşıyor, paylaşıyoruz, biz gidiyoruz onlar geliyor-paylaşma özgürlüğü

Teşekkürler hayat; hobilerim var, canımın sıkılmasına izin vermiyorum-yanlız kalabilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; küçük şeylerden mutlu olabiliyorum, büyük meblağlar gerekmiyor mutlu olmam için - gönül zenginliği

Teşekkürler hayat; serbest çalışabiliyorum-seçme ve seçilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; aranıyorum, neredesin diye telefonum çalıyor-arayanla soranla görüşme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; sadece satın alarak mutlu olmuyorum, alışveriş merkezi olmadan da yaşayabiliyorum-ıssız bir köyde yaşayabilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; harika bir ailem olduğu için-YAŞAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

Tuesday, June 14, 2011

KUŞ LOKUMU




Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel karelerden biri...Okul çıkışı varsa cebimde azıcık param, kapı önünde gazete kağıdından yapılmış küçük kese kağıdında satılan rengarenk lokumlardan alışım. Kuş lokumu, kuş gibi minicik lokumlar. Hatta dersin bitmesini iple çekerdim ki o yeşil renk olan nanelilerden kalsın satıcıda. En çok rağbet gören oydu nedense. Alıp yemeye başlayınca bir de çabuk biterdi ki, daha okulun sokağını geçmeden hüsrana uğrardım hep, kimseyle karşılaşmak istemezdim ikram etmek zorunda kalmayım diye. Eh bize öyle çok harçlık da verilmezdi, beslenme çantasına ne konmuşsa onunla idare etmek zorundaydık. Bu yüzden lokumlar da çok kıymetliydi. Ne yerken boğazıma kaçması, ne dişlerime yapışması, ne zar zor arttırdığım paranın bitmesi beni almaktan vazgeçiremezdi.


Bugün yine o lokumlarla karşılaştım 21 yıl sonra..Beyaz renkte olanları artık yok galiba ama hepsi yine aynı canlılıkta. Hemen bir paket aldım ama nedense 21 yıl önceki tadı alamadım, cebimde param vardı, çok çok almamı sağlayacak, hasretini çekmeyecektim 1 hafta ondan mı, yoksa artık küçük tatlar büyük mutluluk mu vermiyor bilmem ama eve gelince ve kızımla paylaşınca "aynı jelibona benziyor ama jelibon daha parlak daha güzel" dedi o da ve ben iyice hayal kırıklığına uğradım. Jelibon neredeeeeee benim kuş lokumum nerede...Koydum kaseye, girip çıkıp yiyorum ama ne ben eski ben ne lokum eski kuş lokumu...

Monday, June 13, 2011

Çatışmayı yok mu edelim yönetelim mi



'İnsanın olduğu yerde anlaşmak zordur' derler ya hep, ne kadar kötü aslında. İnsanın olduğu yerde anlaşma olmuyorsa nerede olacak ki? Alemin en akıllı yaratıkları anlaşamıyorsa kim anlaşacak, diyoruz da olmuyor işte. Çatışmaları yok etmeyin yönetin dedik yıllarca hep eğitimlerde. Çatışmanın olduğu yerde hareketlilik olur, verimlilik olur, yeni fikirler çıkar dedik durduk. Diyoruz da niye olmuyor, niye kimse uygulayamıyor?



Son günlerde hep bir çatışma...Bu sizin isteğinizle olmasa bile hayatın akışı sizi tam da çatışmanın ortasına getiriyor bazen. Bu çatışmalarda hep görüyorum ki herkes kırıyor, eziyor, üzüyor hatta üzülüyor. Seçimler yapıldı bitti herkes birbirine yazdı çizdi sanal ortamlarda. Hayat görüşü farklı diye birbirini olmayacak şekilde yargıladı, kendi fikrinde olmayanı aşağıladı durdu. Kimse kimseyi dinlemiyor ama herkes dinlenmek, anlaşılmak istiyor. Annem babam çatışıyor hep kendilerinin nasıl üstün olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Kızımla ders konusunda çatışıyoruz, hangimiz üstünüz bunu kanıtlamaya çalışıyoruz. Bir hediyeye karar vereceğiz, amacının mutlu etmek hoş ortam yaratmak olduğunu unutup ortamları geriyoruz, biz daha çok geriliyoruz ve daha neler neler...Bunların herbirinin sebebi farklı, kişisel görüş ayrılıkları, kendi değer yargılarımız, sistemler ve daha neler neler....Hiç biri verimlilikle, yepyeni bir fikirle bitmiyor, kırılma, gücenme, tepkiyle bitiyor. Niye? Acaba bazen uyum sağlamak, kaçınmak, boyun eğmek gelecekte sağlam ilişkiler yaratmak için etkili olabilir mi? İllaki her çatışmayı kazanmak mı gerekir? Bugün ben bir adım geri atarsam yarın karşı tarafta benim için geri adım atar mı? Bilmem sadece soruyorum, bugüne kadar çözemedim de. Belki çözen vardır...

Friday, June 03, 2011

Anne gözü farklı görür

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Annesine göre, kızı nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu annesinin.

Ama ilkokula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, önceleri onlara inanmadı. Ama birkaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti.

Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçekbozuğu bir cilde sahipti."Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden ona yalan söylemişti. Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen, yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen, düzelmiyordu.

Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında, annesinin yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip ondan kızına bakmasını rica etti.

Genç kız, bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla başbaşaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek, kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı gözü görmekten korkuyordu.

Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozuklar tamamen kaybolmuştu. Kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüştü.

Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak; "Sanki yeniden dünyaya geldim,"dedi. "Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?" Yaşlı doktor;"Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!" diye gülümsedi. "Annenin ölmeden önce bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!"

Wednesday, May 25, 2011

Kalbiniz başka beden de atar mı hiç

Bir insanın kalbi nasıl başka bedende çarpar, nasıl başkasının heyecanını, kaygısını, neşesini, üzüntüsünü yaşayabilir kendi bedeninde. Ancak "anne" olunca yaşayabiliyor bu duyguları ve yaşı kaç olursa olsun çocuğunun annelik böyle devam ediyor. 60 yaşındaki babam için babaannem hala endişe duyuyor üşür mü diye...Hiç bitmiyor kalp çarpıntısı çocuk varsa.

Bugün kızım ilk kez tek başına sahneye çıktı piyano solosu için. Eni topu iki parça çalacak ama gelin görün benim heyecanımı. Akşamdan başladı heyecan, sabah onu okula gönderdim hazırlanıyorum, aklım hep onda. Provada heyecanlanacak mı, kendini tanıtacağı metni ezberleyecek mi, çalamazsa üzülürse utanırsa çok üzülür mü, bir sürü heyecan ama hepsi de onun yaşayacaklarını düşünüp duyulan kaygılar...

Okula gittik hep beraber, provadalardı. Sonra konser başladı, sırayla geliyor eserlerini çalıyorlar tek tek...Sıra bizimkine gelmiyor, perdenin arkasından arada görüyorum , çok heyecanlı belli. On kişi geçti yok hala, biliyorum sıkıldı beklemekten, heyecanı dorukta dokunsan ağlar şimdi. Ya ben? Oturduğum yer sırılsıklam terden, ellerim ve ayaklarım sanki yok, kalbim boğazımda atıyor...Babası her an sahneye fırlamaya hazır en önde oturduğumuzdan, kızımız nota defterini koymaya yetişemez ya da mikrofonu açamazsa kendini tanıtırken diye..ne saçma olası şey değil ama işte insan her türlü olasılığı düşünüyor.

İşte o an geldi, elinde defteriyle girdi sahneden..Selam verdi, kendini tanıttı, çalacağı parçaları

-9.Senfoni ve Yaşasın Okulumuz-anons etti ve çaldı. Çalarken yüzünden neler hissettiğini, hangi anda heyecanlandığını hangi anda rahatladığını hepsini okudum, çünkü kalbim ondaydı o an. Ben oydum. Onun eli, onun kolu, onun kulağıydım o an.

Anne olmak demek hakikaten kalbinin başka bir bedende atması demek, bunu tekrar anladım bugün.

Monday, May 23, 2011

Ben her bahar böyle mi olacağım



Ben her bahar böyle mi olacağım?

Her bahar bir heyecan, bir sıkıntı, bir kaygı,bir kalp çarpıntısı...Sebebi bazen belli değil bazen çok belli, bazen bir hastalık bazen bir belirsizlik...Ama her bahar bir hüzün, bir iç sıkıntısı, güneş geç gösterdi yüzünü ondan mı acaba? Ama güneşe göre mi belirlenecek ruh halimiz, öyle şey olur mu? Hava kötüyse biz de kötü, hava iyiyse biz de iyi. Yok canım daha neler...

Toparlanmak lazım, çok şükür etmek lazım, her uyandığımız sabaha, yastığa sağlıklı olarak koyduğumuz başa, aldığımız her nefese, özgürce yediğimiz herşeye binlerce kez şükretmek lazım. Biliyorum bilmesine de işte bazen depresif oluyorum ben. Özellikle de bahar aylarında.

Ben her bahar böyle mi olacağım?