Sunday, January 30, 2011

İŞTE ÖYLE BİR GÜN

Biraz kitap okuyayım dersin elin kitaba gitmez , dışarı çıkıp hava alayım dersin pijamanı çıkarmak içinden gelmez, mutfakta sevdiğim şeyleri yapayım dersin elin işe gitmez, televizyon izleyim dersin kalbin sıkışır her programa, arkadaşlarımı göreyim iki çift laf edeyim dersin sözleri havalarda uçuşur onların, yazayım dersin elin kalem tutmaz ve yüreğin pır pır eder her an çıkacakmış gibi, boğazına birşey oturur sıkar da sıkar seni, tarif edilemez bir heyecan olur içinde tüm vücudunu, eklemlerini saran ince bir sızıyla karışık. Bedenen oralardasındır ama ruhen başka yerlerde, işte öyle birgün...

Wednesday, January 26, 2011

YOK BÖYLE BİR ŞEHİR

Sana bugün boğazdan, Bebek'ten baktım aziz İstanbul...Sabah, gri bir hava, martılar uçuşuyor sesli sesli, işimi bitirir bitirmez konsoloslukta Bebek'te bir kahvaltı edeyim dedim ve şükrettim bir kez daha bu güzel şehirde yaşadığım için. Bu güzel şehrin fırsatlarından yararlandığım için ve en önemlisi bu güzellikleri görebildiğim için.
Bu güzel şehir her zaman beni şaşırtmaya devam ediyor bir yandan da, çoğu Avrupa ülkesinden çok daha Avrupalı, teknoloji bakımından neredeyse üstün bir dünya şehri, tarih açısından rakip tanımaz, doğal güzellikleri mükemmel. İşte bugün gördüğüm bir manzara beni çok daha fazla şaşırttı; kahve içmeyi sevmem ama harika bir boğaz manzarası izlemek ve biraz da ihtiyaç molası için çok ünlü kahveler zincirinin Bebek şubesinden içeri giriyordum ki, kapıdaki zil ve yanındaki yazı beni dehşete düşürdü. Daha kaldırımlara park etmemeyi öğrenemediğimizi düşünürken, özürlüler ya da bebek pusetli ebeveynler için konulmuş bu zil çok düşünceli bir hareket olmuş doğrusu. Yardım için zile basıyorsunuz ve anında bir görevli gelip size eşlik ya da yardım ediyor, kafeye rahat girebilmeniz için. Buraya kadar herşey mükemmel. Önce ihtiyaç giderip sonra içeceğimi alayım keyif yapayım dedim ve alt katta bulunan tuvalete geldiğimde kapıda yine bir zille karşılaştım ama bu kez çok mutlu olmadım. "Tuvalete girmek için, ödeme fişinizdeki şifreyi giriniz" diyordu. Evet evet öyle herkes giremez tuvalete, hele ki fişinizi attıysanız ya da buradan bir alışveriş yapmadıysanız hiç şansınız yok. Arkadşalarıma anlatınca çok doğal karşıladılar ve uygulama hoşlarına gitti ama ben aynı duyguları yaşadığımı söyleyemeyeceğim belki de sık sık ihtiyaç molası veren biri olduğumdan.
İşin bir diğer yanı, hakikaten İstanbul bir başka, gerçekten çok modern, çok yaşanılası, zor ama güzel bir şehir. Kim ne derse desin, ne Türkiye'de ne başka bir ülkede bu kadar hoş bir şehir görmedim ben, herşeye rağmen seviyorum şehrimi.

Saturday, January 15, 2011

Brüksel'de kısa bir mola

Kışın ortasında Avrupa'nın en soğuk kentlerinden birinde kısacık bir mola olur mu olur, hele bu mola tam da yılbaşından bir gün önceyse harika olur. Heryer ışıl ışıl, çikolata kokan şehirde şelaleler akıyor çikolata dükkanlarında, sokaklarda kızaran patatesler, binbir çeşit biralar, renk cümbüşü gece gündüz ve işte Brüksel....
Şehrin can damarı, kalbinin attığı yer Grand Palace yani Büyük Meydan ya da Grote Markt. Brükselin değil bence Belçika'nın da en ilgi çeken yeri. Belediye Binası Şehir Müzesi, Hotel De Ville hepsi bu meydanda. Dev bir yılbaşı ağacı kurulmuş tam bu tarihlerde, sürekli müzik sesleri ve her an değişen gösterilere ev sahipliği yapıyor meydan adeta. Belli dönemlerde kurulan dev çiçek halısı FLOWER CARPET biz gittiğimizde malesef yoktu ama onun yerine yılbaşı tezgahları vardı bol miktarda. Belediye Binasının göğe yükselen dev Gotik burcunu, mimari kabartmalarını, meydanın en göz alıcı binası Hotel De Ville'i görmeden Brüksel'i gördüm dememek gerek.
Belediye binasının hemen sol köşesindeki sokağı takip ettiğinizde karşınıza çıkan heykel Manneken-Pis yani İşeyen Çocuk Heykeli, Paris için Eyfel Kulesi ne ise Brüksel için de aynı şekilde. Tam olarak neyi temsil ettiği bilinmese de birkaç rivayet var bu heykel hakkkında. Benim duyduklarımdan biri, şehri yanmaktan kurtaran cesur bir çocuk olduğu. Heykel sık sık farklı giysilerle giydiriliyor ve The King's House'da muhafaza edildiği söylenen 600 kadar kıyafeti olduğu söyleniyor. Biz de gitmişken fotoğraf çektirmeden edemedik tabi ama biz gittiğimizde heykel çıplaktı doğrusu.
Dünyada biranın en iyi olduğu yer olarak bilinen Belçika hakikaten bu ünü fazlasıyla hak ediyor. Hayatında bira tatmamış ve kokusundan nefret eden biri olan ben bile dayanamadım ve vişne araomalı Kriek adlı biradan denemeden edemedim. Tek kelimeyle muhteşemdi. Tabi soluklandığımız yer başlı başına bir şaheserdi. Manneken Pis'in hemen köşesinde yer alan Poechenellekelder adlı bu pub-cafe karışımı yer dışarıdan çok ilginç görünmüyordu aslında. Çok yorulmuş ve bir kahve içmek niyetiyle içeri girdiğimizde, gördüğümüz ortam çok ilgi çekiciydi. Kızılderili mekanı desen değil, İskoç barı desen hiç değil, İngiliz barı desen o da değil ama aynı zamanda hepsi. Tahta mimarisi, çıtır çıtır yanan şömineleri, ahşap süsleri ve yılbaşı çamlarıyla masaldan çıkmış bir yerdi burası sanki. Üst katta iğne atsan yere düşmüyordu ama öyle yine de insanlar çok dip dibe değildi, alt kata indiğimizde bulduğumuz uzun dikdörtgen masa tam bize göreydi. Brüksele giderseniz uğramadan geçmeyin diyeceğim Poechenellekelder, Rue Du Chene 5 adresinde, benden söylemesi.
Karnınız acıktığında yemek yiyeceğiniz yer bence Rue des Bouchers olmalı. Bizim Nevizade sokağı, Brükselde. En ünlü yemekleri de midye malum. Benim gibi bir midye severseniz klasik moules&frites midye-patates tavsiyem, ama tabi midye tavamıza benzer mi kesinlikle hayır. Fakat Brüksel'in midye konusundaki çeşitliliği ve lezzeti de fena değildi doğrusu. Midye yemek için bence doğru adres, Rue des Bouchers 18 numaradaki Chez Leon. Yaklaşık 800 gram kadar midye beyaz şarap ve özel bir sos eşliğinde pişiriliyor ve siyah bir tencere içinde getiriliyor, midyenin kabukları açık olduğundan elle yemeyi tercih ediyorum. Ayrıca kabuklarını atmanız için de ayrıca bir tencere getiriliyor ve bu yemek yine Brüksel'in en ünlü yemeği patates kızartması ile servis ediliyor. Patates kızartmaları hakikaten çok leziz ve ayrı bir yemek olarak var menülerde. Rue Des Princes 4, Prinsenstraat'da bulunan tarihi ve şık restoran Cafe De L'Opera'da yemek yerseniz sarımsak sosla pişirilmiş midyeyi de seçebilirsiniz, pişman olmayacağınıza şüphe yok.
Yiyecek, içecek ve pek tabi ki sırada çikolata var. Bir şehir düşünün her yeri kakao yağı koksun, adım başı insanın başını döndürecek renk, çeşit ve güzellikte çikolataları olsun, her yerde çikolata müzeleri olsun ve canlı canlı izleyin yapılan çikolataları. Abartmıyorum bin çeşit çikolata gördüm desem bir saat içinde inanır mısınız. Şehrin sembolü manneken-pis görünümlüden tutun, cd çalar şeklinde, çilek şeklinden tutun cep telofonuna ister kiloyla ister taneyle ister kutuyla.
Yine şehrin her köşesinde göreceğiniz bir tatlı türü: Waffle onların diliyle gaufre. Bizim waffle'dan farkı biraz daha kalın olması. Üzerine pudra şekerinden tutun da çikolata sosu, meyve şekerlemelerine kadar herşeyi koyuyorlar. Waffle sever olarak yine tercihim bizim Türk usulü olandan yana.
Şehirde çikolata dükkanı kadar sık karşılaştığınız yerler; dantel satan el işi ağırlıklı ürünleri olan mağazalar. El emeği göz nuru danteller, masa örtüleri, beyaz iş sehpa örtüleri ve bunların tüm çeşitleri mağazalarda öyle bir sergileniyor ki, kendinizi bakmaktan alıkoyamıyorsunuz. Hele evlerin camlarına asılan dantel süsler adeta bir pasta ev görüntüsü veriyor.
Brüksel çok küçük bir şehir olduğundan heryeri bir çırpıda görüyorsunuz ama biraz şehir dışına çıkarsanız, bakmayın şehir dışı dediğime çok değil 15 dakikalık bir metro yolculuğuyla Atomium'a varabilirsiniz. Şehrin kuzey batısında çok güzel yemyeşil bir parkın kenarına kurulmuş, bir atom çekirdeğinin mikroskobik görüntüsünün 102 metre yüksekliğinde olan boyutunun inşa edildiği bir yer burası. 9 Küreden 5 tanesi halka açık ve herbirine dev merdivenlerle ulaşıyorsunuz. En tepedeki atom çekirdeğine çıktığınızda ise Brüksel şehrini tepeden izliyorsunuz. 10 ar kişilik gruplar halinde bindiğiniz asansör 25 saniye gibi bir hızla sizi en tepedeki küreye çıkartıyor, asansöre binmek bile başlı başına bir zevk.
Atomimum'un hemen yanında bulunan Mini Europe, İstanbul Haliç'te bulunan Miniatürk'ün bir benzeri. Avrupa'nın en ünlü yapıları açık alanda minimalize edilerek seyrediliyormuş ama biz gittiğimizde karla kaplı olduğundan gezme fırsatımız olmadı.
Bu kadar moladan sonra yorulduysanız ve bir de gece yaşamak istiyorsanız Brükseli, Pera Palas kadar olmasa da ona yakın, onun kadar tarih kokan Hotel Metropole tam size göre. Eski demir perdeli asansörü, odalarındaki antika aplikleri, mermer masalarla dolu Brassarie tarzı kafesi ile tarihten bir parça.
Kısa bir molaydı Brüksel, tadı damağımızda kalan kısaca.

Tuesday, January 11, 2011

ÇAY BENİM HERŞEYİM

Hani reklamlardaki gibi olacak ama ...çayyyy benim herşeyim. Çaysız bir günüm geçti mi bilmiyorum ama o gün gerçekten tam yaşanmamıştır kesinlikle. Ailemin özellikle babamın da düşkünlüğü çoktur çaya, genetik herhalde. Ramazan da iftarını önce suyla açar babam ardından çay hazır olmalı, olmazsa çay gibi yakar bizi şaka yolla.


Neşeli anımızda daha da keyiflenmek için çay, sıkıntının ortasında havayı dağıtsın diye çay, heyecanı bastırsın diye çay, yorgunluğu alsın diye çay, seyahat molasında çay. Neredeyse tüm duygularımın baş artisti çay. Ama öyle poşet çay, sallama çay, fincanda çay değil. Hakiki tavşan kanı, demlenmiş, ince belli bardakta sunulan çaya çay diyorum ben. Bu yüzden de özellikle yurt dışı tatillerinde en çok özlemini çektiğim şey oluyor. Kahvaltıda başka hiçbir şey içemem zaten, eh kahve ve türevleriyle hiç alakam yok, halim kötü oluyor anlayacağınız. Yurt içi tatillerde durum farklı mı sanki, en güzel otellerde bile bir çay makinesi-kimbilir içi en son ne zaman temizlenmiş- yanında beyaz kalın fincanlar...anında çayı soğutan. Koyun kardeşim porselen demliği semaverin üstüne, yanına pırıl pırıl çay bardaklarını dizin, çay görsün dünya. Hele bir de odunda pişen semaveri yok mu annemin kullandığı, ah o çayın tadına doyum mu olur.
Çay, çaydanlık, demlik özel ilgi alanım olunca en son Brugge'da girdiğim çay evinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Çay evi dediğime bakmayın, sadece çeşit çeşit çaylar, çay malzemeleri, çaydanlık, seramik, porselen, dökme, cam demliklerin satıldığı bir dükkan burası. Siyah çaydan tutun da yasemin çayına kadar her türlü çay kocaman antika kavanozlarda barındırılıyor. Aynı eczanelerde olduğu gibi size özel çay değişik formüllerle hazırlanıp satın almanızı bekliyor. Demliklere gelince onlar tam seyirlikti doğrusu. Ağır olmasalardı bir tane alıp gelecektim, ama o kadar zordu ki taşıması.
Küçük keyiflerdir yaşamı güzel yapan, çay da bunlardan biri benim için.

Monday, January 10, 2011

BRUGGE

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde Brugge adlı bir şehir varmış, varmış da bugüne kadar sadece 2008 yapımı “In Bruges” filminden tanıdığım bu şehre ben niye bu zamana kadar hiç gitmemişim. Şehirde bulunduğumuz süre boyunca bu soru hep aklıma takıldı durdu: “Daha önce niye keşfetmedik burayı?”
Öncelikle gerilim-dram türü olan filmi izlerken gerek müzikleri gerek filmin geçtiği mekanların harika ötesi oluşu, binaların tarihi dokusu ve güzelliği ve de Colin Farrell’in oyunculuğunun etkisiyle filme hayran olmuştum ve o zamanlar bu şehri görmeyi kafama koymuştum. Tabi yılbaşında ve ailemle beraber gitmek apayrı bir güzellik oldu benim için.
Belçika’nın Ortaçağdan kalma en tarihi şehirlerinden biri olan Brugge –Fransızca yazılışıyla Bruges-aynı zamanda romantizmin de doruklarında bir şehir. Biz kış mevsiminde ve hayli soğuk bir havada gitsek de her haliyle bir başka güzeldi. Yılbaşı olması nedeniyle her yer ışıklandırılmış, süslenmiş, çikolata bisküvi karışımını andıran üçgen çatılı pastel renkli binalar bir ışık demeti olmuştu, gecesiyle gündüzüyle. Köprülerin suya yansıyan gölgeleri, gece ışıkları adeta bir avize görünümü yaratıyordu şıkır şıkır.
Brugge “köprüler” anlamına geliyor ve sayısız köprü var gerçekten de, Reine Nehrinin oluşturduğu kanalları birbirine bağlayan. Güzel havalarda “Canot” adı verilen teknelerle kanal gezileri yapılıyormuş. Biz kanalların buz tutması sebebiyle faytondan yana kullandık bu kez şansımızı ama baharda bir kez daha ziyaret edeceğiz bu gidişle Brugge’u. Kaldığımız otel de tam kanalın yanında küçük şirin Golden Tulip De Medici. Brüksel’den trenle bir saatte geldiğimiz Brugge’da gardan çıkınca hemen karşımızdaki otobüs duraklarında bekleyen 4 ya da 14 numaralı otobüse binince hemen otelin önündeki “Snaggurburd”durağında indik, ulaşımı son derece kolay. Gerçi şehir içinde ulaşımı sağlamak için otobüse hiç gerek olmuyor, her yere yürüyerek çok kolay ve zevkle gidiyorsunuz.
Brugge’da ilk günümüz aynı zamanda yılın da son günü olduğundan çok hareketli ve renkli saatler bizi bekliyordu bundan sonra. Otelden çıkıp merkeze doğru yürürken karşılaştığımız manzarayı anlatmak kelimelerle mümkün değil. Ne renkleri, ne manzarayı, ne havanın buğusunu ne de o kokuyu anlatabilirim sadece bir kartpostalın içine doğru yürüyorduk….Hem de küçükken sakladığım beni en mutlu eden pırıl pırıl rengarenk pullu yılbaşı kartpostalı…Pastel renkli binaları, ağaçların suya yansıyan gölgesini, taş köprüleri geçerek geldiğimiz Flaman Ressam Jan Van Eyck meydanı aynı zamanda şehrin en eski noktalarından biri. Şehrin bu bölgesi 1200’lü yıllardan kalma. The Toll House, şehrin en eski binalarından biri ve şu an eyalet kütüphanesi olarak kullanılıyor. Yanındaki kırmızı bina ise şehirde restore edilen ilk yapı. Şehrin merkezine doğru ilerlerken geçtiğimiz daracık sokaklar, parke kaldırımlı taşlar, rengarenk üçgen çatılı evler, bembeyaz dantel dükkanları tarihte yolculuk yapıyoruz hissi uyandırıyordu. 2010 yılını değil de 1900 lü yılları bitiriyorduk sanki.

Brugge’un kalbi, şehrin en büyük meydanı Grand Place (Markt).Meydanda bulunan 83 metre uzunluğundaki çan kulesi Beffroi’de bu meydanda. Günümüzde faal olarak 47 farklı çan sesinin duylabileceği bir yapı olan Beffroi aynı zamanda Avrupa’nın en meşhur çan melodisini çalan yapı olarak da biliniyor. Yine aynı meydanda bulunan Stadhuis yani Hükümet Binası da gotik mimarinin tüm ihtişamını gözler önüne seriyor. Holly Blood Kutsal Kan Bazilikası, Şehir Müzesi, bronz Coninck Heykeli hepsi bu meydanda. Yılbaşı olduğundan meydanda her türlü hediyelik eşyanın satıldığı, Belçikanın çikolata ve şekerlerinin ve de çok güzel waffle ve kreplerinin satıldığı pazar yeri kurulmuştu. Sıcak şarap eşiliğinde, buz pateni pistinde kayanları seyrederek şehir turu yapacağımız fayton sırasını epey bir bekledik ama değdi doğrusu. Ortaçağ mimarisi nedeniyle tarihi kent merkezi 2000 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası listesine alınan Brugge’u tıkır tıkır fayton eşliğinde ve harika bir faytoncunun bilgilendirmesiyle daha da keyifli gezdik. Brugge için “Kuzeyin Venediği” diyorlar ama bence Venedikten gerek temizliği gerek korunmuşluğu ve doğallığı gerekse de insanlarının güleryüzlü ve samimiyetiyle çok daha üstün bence. Faytonla yaptığımız gezi boyunca bir sonraki gün yürüyerek tek tek gezeceğimiz yerlerin de planı ortaya çıkıyor ve yerleri tespit ediliyordu. Faytonun mola verdiği öyle bir yer vardı ki, işte akıllardan çıkmayacak bir an daha. Yemyeşil bir park, yüzen ördekler, harika bir köprü, ağaçlık yol ve yol üstünde akordeon çalan müzisyen, su kenarında şato misalı binalar ve aşk gölü olarak da bilinen Minnewaterpark. Kuzey Denizine açılan yer Brugge’da. Dünyanın en romantik köşelerinden biri olarak tescil edilen bu mekandan insanın ayrılası gelmiyor. Minnewater’ın kıyısında yer alan Beguinage Manastırı da şehrin adeta sembolü. 12. yy da düşes marguerite de Constantinople tarafından yaptırılmış manastır, yıllarca yoksullara yardım eden, dantel örerek hayatlarını sürdüren kadınlara yuva olmuş.
Zaman su gibi akıp geçiyordu ve işte yılın son gününün son saatlerini de bitiriyorduk. 1929’dan beri hizmet veren Mailly Grand Cru restoran tam da masal gibi bir günün finaline yakışır masal gibi bir ortama sahipti. Ahşap merdivenleri yemyeşil çam ve kıpkırmızı süslerle bezenmiş, ortasında çıtır çıtır yanan şöminesi, ışıl ışıl lambaları ve harika yemekleriyle son akşam yemeğimizi daha da renkli hale getirdi. Unutulmayacak “an”lardan biriydi bu an hepimiz için. Yemek sonrası biraz şehrin dışı sayılan ama yine yürüyerek gidilen “t Zand” meydanına varıyoruz, belli ki harika bir kutlamayla girilecek yeni yıla bu meydanda. Brugge’un tarih kokan havası bir anda gitmiş modern bir şehirle karşı karşıya kalmıştık bu meydanda, herkes şarkı söyleyen gruba eşlik ediyor ve eğleniyordu. Bizim için ise artık uyku vaktiydi, Duru her şeye rağmen yorulmuş ve artık uyumak istiyordu. 2010 yılına Brugge’da bir kanal kenarında şirin ve güzel otelimizde veda ettik.
Tertemiz, sessiz ve huzur dolu uyandık 2011’e. Son günümüzü güzel geçirmeli ve görmediğimiz her noktayı görmeliydik Brugge’da. Kahvaltı sonrası dışarı çıktığımızda bizim gibi, şehri keşfe çıkan insanlarla karşılaştık yer yer. Sessizlik hakimdi, bu sessizliği güzel hale getiren çok hoş hafif bir müzik hakimdi tüm şehre. Evet evet her yere müzik sistemi kurulmuştu ve siz daracık sokaklarda bile gezerken fonda hafif bir müzik size eşlik ediyordu.
Brugge yüz bin civarı nüfusa sahip olmasına karşın, gezmeye başladığımızda karşılaştığımız müzeler bizi epey şaşırttı. Altıncı yüzyılda yapılmış Flaman asillerine ait tabloların bulunduğu Groeningen, on üçüncü ve on dokuzuncu yüzyıllarda Flamanlarca kullanılmış seramik, gümüş malzemeler, mobilyalar, silahlar ve müzik aletlerinin bulunduğu Gruuthuse, on ikinci yüzyılda hastalanan gezginlerin konaklaması ve tedavisi için kurulan St. Jonh Hastanesi-Hospitaal Museum bunlardan bazıları. Biz fırsat bulup gidemedik ama Belçikanın en ünlü yemeği olan patates kızartması için de bir müze var: Frietmuseum. Ayrıca Çikolata Müzesi de görülebilir, biz Brükselde böyle bir müze gezdiğimiz için burada girmedik. Tabi Brugge deyince çikolatadan bahsetmemek de olmaz. Tüm şehir çikolata kokar mı, burada kokuyordu çikolata ve kakao yağı. İnsanı baştan çıkaran bu tatları, harika çikolata mağazalarında denemek ise bir başka serüven. Çikolata kadar ünlü ve çeşitli olan bir başka şey de biraları. Binlerce çeşit biraya sahipler ve çoğunu da kendileri üretiyorlar. Zaten Brugge sokaklarında çikolata,bira ve dantel mağazalarından başka neredeyse başka bir şey görmüyorsunuz.
Dar köprüleri yolları geçerek tuğla yapıların en ihtişamlısı Notre Dame kilisesine ulaşıyoruz. 13. yy da yapılmış bu muhteşem eserin sipsivri kuleleri masmavi gökyüzünü deliyor sanki. Kilise içindeki “Meryem ve Çocuk” heykeli, Michalengo tarafından yapılmış ve kent için çok önemli. Burada çocuklar için ayrılan masada Duru boya kalemlerini görünce dayanamayıp oturuyor masaya ve oraya çocuklar boyasın diye bırakılan sayfalardan bir tanesini alıyor ve başlıyor boyamaya. Sonra da asıyor tüm çocukların astığı yere, Duru Tozluyurt from Turkey.

Yılda üç milyona yakın turisti ağırlayan ama bir o kadar da tertemiz sokakları, köprüleri, tarih kokan cadde ve binaları, sıcak, şık ve samimi kahveleri, yemekleri, doğası ve huzur veren kanalları ile Ortaçağ şehri Brugge aklımın kaldığı tek yer oldu. Kuzey Denizinin kıyısındaki bu güzel kenti ömrüm el verirse bir kez daha görmeyi çok arzu ederim.