Tuesday, May 30, 2006

TAVŞAN KAÇ

Apartmanımızın tavşanı var artık. Tavşan apartman görevlisi tarafından iki yaşındaki oğluna alınsa da artık o herkesin tavşanı. Zavallı. Çocuklar onu çok sevmekle beraber çok ürkütüyorlar. Elden ele gezdiriyorlar, yemeğini ağzına vermeye çalışıyorlar, başta benim kızım tabi. Onun yavru bebek olduğunu anlatamadaım daha, tavşan küçük, tavşan korkuyor, tavşan yalnız kalmak istiyor Durucum ..... ıııı... Yapma Durucum.... ıııı. Tabi diğer çocuklar da yapınca ona gün doğuyor. Bilmiyorum ne yapacağız? Tamam hayvan sevgisi güzel de, hayvanı da anlamak lazım empati kurmak gerek değil mi ama? Tavşan bana dert oldu yani. En kısa zamanda uygun çözüm bulmalıyım. Ama bakın şuna ne de tatlı değil mi? Tabi çevresindeki el ve ayaklardan da anlaşılıyor hayvanın yakın takipte olduğu.

Monday, May 29, 2006

BAK YEŞİL YEŞİL

Hafta sonu uzun zamandır bu kadar güzel geçmemişti. Cumadan tatilim başladı akşam üstü itibariyle. Kanada'da yaşayan teyzem, eniştem, Duru ve ben akşam üstü Sapancaya g.tmek üzere yola koyulduk. Direksiyonda ben, kopilot eniştem, arkada Duru ve teyzem. Duru'ya rağmen güzel bir yolculuktu. Sapancaya gittiğimizde babam bizden önce varmış bizi bekliyordu köpeğimiz ceycey ile. Her yer yemyeşil, mis gibi hava. Cumartesi sabahı bize katılan annem ve küçük teyzem ile daha da bir kalabalıklaştık. Öğleden sonra ERkan'ın gelmesiyle Duru ve benim de iyice keyfimiz yerine geldi. Mangallar, çaylar, börekler derken akşam üstü babamın da önerisiyle bir çevre turu yapalım dedik. Geçen sene açılan ve evimize sadece 25 km. uzaklıkta olan Kartepe kayak merkezine gitmek üzere yola dizildik. Yol bir harikaydı, tepelere çıktıkça aşağıda kalan Sapanca Gölünün manzarası mükemmeldi. HeleMaşukiyeden geçip o güzelim ormanlar göründükçe insan yeşilin her tonuna doyuyor. Otele geldiğimizde ring seferler yapan ve tüm dağı size gezdiren teleferiklerin çalışmaya başladığını gördük. Teyzem eniştem ilk, Duru ve Erkan ikinci, küçük teyzem ve ben de üçüncü koltuklara oturarak ara arkaya başladık turumuza. Yaklaşık yarım saat süren bu turu herkese hafta sonu gezilerinin içine dahil etmelerini tavsiye ederim. Dev Grren Park oteli, İzmit Körfezi ve güzelim tepeleri ve yeşili değişik açılardan görüyorsunuz. Babam korktu mu yoksa üşengeçlik mi yaptı bilinmez ama bizimle binmediği için çok şey kaçırdı. Tabi Erkanın özellikle uçurumlardan geçerken Duru'yu zapt etmesini de keyifli anlar olarak saymazsak ender yaşanan anlardı bu anlar. Dönerken yaklaşık Kartepeden inmeye başladığımızın 10 km. sinde babam solda toprak kuytu bir yola girdi. Biz de onu arkadan takip ettiğimizden biz de girdik. Herhalde kestirmeden köye inecek derken "Ayrı Gezegen" isimli bir mekana geldik. Burası kuytu, insan eli değmemiş tam bir doğa harikası. Arkanızda kocaman dev vadi, önünüzde sapanca gölünün bir kısmı. Ve in cin yok... Doğa ve siz. Babam burayı nasıl keşfetti bilmiyorum ama orada dermeçatma bir harap evde kalan ve burayı sahiplenmeye çalışan adam ile çoktan ahpab olmuştu bile. Ayrı gezegen adını da buraya o adam vermiş zaten. Tarif etmeyi çok isterdim burayı ama gerçekten çok kuytuda öyle kolay kolay bulunamaz. Yaramaz kızımla tepeden aşağılara bakmak da teleferikle gitmek kadar heyecanlı idi ama artık bu hafta sonu macera demekti. Hafta sonu ne yapalım derseniz Maşukiye-Kartepe-Kırkpınar turu tavsiye ederim.

Monday, May 22, 2006

İSVİÇRE I,II

17 Mayıs Çarşamba
İşte üç günlük İsviçre seyahatimiz başlamak üzereydi. Erkan'ın orada toplantısını fırsat bilip ben de onunla yola koyuldum. Sabah Duru'yu yine uyurken bıraktık. Onu uyurken bırakıp gitmeyi ona yapılan bir haksızlık gibi düşünsem de uykusunu bölüp vedalaştıktan sonra tüm gününün kötü geçeceğini bildiğim için kızımı öpüp koklayarak 8:45 uçağına binmek için evden ayrıldık. Havaalanı o kadar kalabalıktı ki tüm uçuş öncesi işleri bitirdiğimizde ancak 10 dak. kahvaltı yapabilmek için vaktimiz kalmıştı. Uçağın boş olmasını fırsat bilip arkalardaki üçlü koltuğa boylu boyunca uzanmıştım ki; bir sallantı ve gümbürtüyle uyandım. Çok kötü türbülansa girmiştik. Pilotun uçuş ekibini hızlı ve panik bir şekilde yerlerine oturması için uyarmasıyla iyice korktum. Hava gayet açıktı, pırıl pırıl bir güneş vardı ve nasıl böyle sallandık halen anlayabilmiş değilim. Tam 12:00 de Basel-Mulhouse havaalanına indik. Bizi Erkan'ın şirketi adına karşıladılar ve kalacağımız Ramada Plaza Oteline geldik. 32 katlı dev bir otel burası ve aynı zamanda kongre merkezi. Eski şehir denilen merkeze yürüyerek 15 dakika. Yani gayet güzel birkonumu var otelin. Erkan'la eşyalarımızı otele koyduktan sonra hemen dışarı çıktık. Hava sıcaklığı 22 derece ve enfes bir güneş vardı. Otelimizden çıkıp dosdoğru yürüdüğümüzde Mittlere Rheinbrüche (Orta Köprü) adı verilen meşhur köprüye geldik. Altından Ren nehri geçiyor ve çevresinde eski tarihi binalar var. Nehrin kenarına beton merdivenler yapılmış ve Basel halkı güneşli havayı fısat bilip yerlere yayılmışlar bile. Tarihi ve güzel evlerin dizili olduğu Rheinsprung ve Augustinergasse caddelerinden yürüyüp Münsterplatz'a çıktık. Burada ünlü Münster Kilisesine dışarıdan bakmakla yetindik. Nasıl yürüdük, nerden geldik bilmiyorum ama meyve, sebze ve çiçeklerin satıldığı, rengarenk bir manzaranın olduğu Marktplatz'a gelmiştik. Burası gerçekten çok renkli bir mekan. Bizim Mısır çarşısını andırıyor. Burada en göze çarpan bina 16 yy.dan kalma Rathaus (Eski Belediye Sarayı) Bina muhteşem bir altın çanla süslenmiş. Yapının tamamı parlak kırmızı renkte. Buranın tam karşısında Schiesser Pastanesinde bir kahve molası verdik. 1870 de açılan ve o ünlü Basler Leckerli denilen meşhur kurabiyelerden ve camekanında dizili harika pastalardan tatmadan da yapamadık. Daha sonra yürüyerek Historical Museum ve Kunstmuseum (güzel sanatlar müzesi) u gezdik. Hemen yanındaki Kunsthalle de değişen geçici sergilerin olduğu ilginç bir yer. Aynı mekanda bulunan belediye tiyatrosunun önündeki çeşme de oldukça ilgimizi çekti doğrusu. Çeşme, suya tüküren 9 karakterin mizahi bir temsiliymiş. Şehrin güney batısında bulunan hayvanat bahçesini gezmek için harika bir zamandı ve trene atladığımız gibi ver elini Zoologischer Garten. Burası tam çocukların mekanı. 13 hektara yayılmış bir arazi üzerinde 600 farklı türden 4.000 hayvanın yaşadığı bir hayvanat bahçesi. Goril, gergedan, penguen, yunus, pelikan gibi çoğu hayvanı ilk kez burada gördüm. Tabi burada sürekli Duru'yu andık. Orada olsaydı ne kadar mutlu olurdu güzel kızım.
Akşam Ren Nehrinin kıyısında dizili kafelerden birinde içilerimizi yudumlayıp sokak çalgıcısının güzel müzikleriyle yorgunluğumuzun bir o kadar da mutluluğumuzun tadına vardık. Tek eksiğimiz biricik Duru'muzdu.
18 Mayıs Perşembe
Sabah Erkan gün boyu sürecek toplantısına gitmek için odadan erkenden ayrıldı. Odamız 31 katlı binanın onuncu katındaydı ve pencereler yere kadar camdı. Tüm Basel yattığım yerden ayaklarımın altındaydı sanki. Biraz uzun zamandır yapamadığım yatak keyfi yaptım doya doya. Daha sonra otelde harika bir sabah kahvaltısı yaptım acele etmeden çayın tadına vara vara. Gün boyu sevgili Dilek'in bana Basel'de tavsiye ettiği yerleri gezmek görmek istiyordum. İlk olarak alışveriş mi yapayım yoksa gezilip görülecek yerlere mi gideyim diye çok düşünmedim. Çünkü Basel zaten o kadar büyük bir şehir değil ikisini de aynı anda yapabilecek kadar küçük. İlk olarak otelden çıkıp yürümeye başladım, yolumun üstünde bana ilginç gelen bütün mağazalara uğradım. Aklımın bir köşesine not ettim nerede ne var. Orta köprüden geçip eski şehre vardım. Markplatza uğramadan yapamdım yine. Burada eski belediye binaının hemen yanındaki Globus adlı çok katlı alışveriş merkezine girdim. Bizim Çarşı Mağazalarına benziyor burası. İsviçre dedikleri kadar pahalıymış gerçekten de. Şöyle bir fiyatlara göz gezdirdim de bu mağazada öyle çok yanına yaklaşılabilir gibi değil. Ama Globus'un Gurme bölümüne gerçekten bayıldım. Aklınıza gelen gelmeyen her türlü yiyecek, içecek, sos malzemeleri ve daha fazlası burada. Buradan ufak tefek hediyelik aldıktan sonra Avrupa şehirlerinde uğramadan edemediğim H&M mağazasına girdim. Barselona'daki H&M beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Tekstil konusunda genelde herşey Türkiye'den gittiği için tercih etmiyorum ama aksesuar, çanta ve özellikle de çocuk aksesuarları ucuz ve bol çeşitli oluyor. Duru için buradan alışveril yapmak çok hoşuma gidiyor.Yine kendimi tutamayıp Duru için toka, ayakkabı, güneş gözlüğü, elbise derken fazla abarttığımı görüp kendimi dışarı attım. Ama o da ne; bir oyuncakçı dükkanı. Dilek el boyası ve tahta oyuncaklardan bahsetmişti. Gerçekten de çocukların doğum günleri ve partilerde yüzlerini boyamak için kullanılan boyalar, el boyaları son derece sağlıklı ve Dünya Sağlık Örgütü onaylı. Tahta oyuncaklarda aklım kaldı ama taşıması zor olacak diye hemen önünden geçmeyi tercih ettim. Öğen olmuştu bile. İsviçrelilerin günlük alışverişini yaptığı Coop mağazalarındn birine girip en üst katta kendime Fish&Chips ısmarladım.Çok da yorulmuştum hani. Yavaş yavaş derken nasıl olduğunu anlamadan elim torbalarla dolmuştu. Yemek sonrası otele döndüm, biraz dinlendim. Bu arada dünkü havadan eser yoktu: yağmurdan göz gözü görmüyordu. Otobüsle şehrin batı kapısı olan Splenton denilen bölgeye gitmeye karar verdim. Elimde harita ve küçük cep kitapçığımla Marktplatz'dan 3 numaralı trene binip Splenton'da indim. Basel'de ulaşım çok kolay, heryere tren var.Gerçekten Old Town dedikleri yerler buraları olsa gerek. Harika cumbalı, sardunyalı evler. Burada üniversite ve müzik akademisini gezdim. Otele döndüğümde yorgunluktan ölüyordum ama akşam olmuştu ve Erkan'ın iş grubuyla beraber akşam yemeğine davetliydik. Bir ŞATO'ya.Evet harika , şaheser, rüya gibi bir şatoya yemeğe gittik. Burası otelimize yaklaşık yarım saat uzaklıkta Bottmingen diye bir şato.Yani eskden bir şatoymuş. Anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği bir mekan. Suların üstünde dev bir kale. "The Castle of Bottmingen" 14.yy. ortalarında inşa edilmiş. Asma bir köprüden geçip şatoya giriyorsunuz, harika bir bahçesi var ve içinde değişik ebatlarda salonlar. Hepsi restoran olarak kullanılabiliyor. 15 kişilik salondan tutun, 150 kişiye kadar alıyor. Bizi çok güzel bir kokteylle karşıladılar. Sıak olarak cevizli, zeytinli ekmekler ve sosisli kurvasanlar.Erkan'ların ekibinden Norveçli bir bey piyanonun başına geçti ve güzel bir müzik ziyafeti çekti. Asıl ziyafet ise adeta düğün masaları gibi hazırlanmış salona geçince başladı. Masaların üzerleri taze çiçeklerle süslenmişti ki içlerinde orkide bile vardı. Önce York (Grup İnsan Kaynakları Direktörü) açılış konuşması yaptı. Daha sonra da yemek başladı. Bizim masamızda dört tane Çekoslovak bayan vardı. Hanımlar çok tatlıydı ve gece boyu hoş sohbetler yaptık. Menü harika bir "Basler Mehlsuppe" ile başladı. Meşhur Basel çorbası. Ardından Ravioli. Ana yemek olarak "Emince de veau a la Zurichoise Rösti au beurre Legunes du marche"... Yani Rosto yanında fırın patates ve ıspanak ograten vardı vallahi. Ama tatlıyı daha doğrusu tatlının tabağını söylemeden geçemeyecğim. Düz bir beyaz porselen tabağın kenarına bitter çikolat ile desen çizmişler ve kırmızı şeker ile de çiçek yapmışlar. Tobleron çikolatalı mus sanki kendinden desenli bir tabakta sunulmuş gibiydi.
Harika bir geceydi. Kendimi "Alice Harikalar Diyarında" oyununda gibi hissettim o gece.

Sunday, May 14, 2006

ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN.

Kucağıma aldığım anda herşey değişti, hayat o an başladı ve o an işte anne olmak bu dedim...Her gün farklı her gün değişik her gün yeni bir gün ama herşey onlarla güzel. Benim kızım ve annemin kızı ben. Anne-kız olmak. Bundan güzeli var mı? Benim de annemle hikayem böyle başlamıştı 32 yıl evvel şimdi böyle devam ediyor.

Aşağıdaki yazı Cosmopolitan dergisinden. Benim çok hoşuma gitti.
* Defalarca, sabaha kadar ateşten yanan çocuğunun alnını silerek "Bir şey yok, annen burada canım" diyenlerin,
* Doğurduğu çocuğunu bir daha hiç göremeyenlerin ve o çocuklardan birini evlat edinip kalbinin en kıymetli yerine yerleştirerek annelik görevini üstlenenlerin,
* Her sabah ağlayan çocuğuyla okula gidenlerin ve çalıştığı için çocuğu okula gitmeden evden çıkmak zorunda olanların,
* Toplumda boynu bükük dolaşan katil, hırsız ve diğer suçluların annelerinin,
* Kendisi hapiste olanların,
* Okuldaki müsamere için kostümler diken, kurabiyeler pişiren, akşam üzeri kahvaltısı ile çocuğunu bekleyenlerin (ve de bekleyemeyenlerin ve dikemeyenlerin)
* Düğme dikmekten aciz olsa da, oğlunun okul cekedinin üçüncü düğmesini, bir ve iki arasında, ilik olmayan bir yerlere dikenlerin,
* Sağlık sorunları ile doğan çocuklarına hem bakıp hem koruyanların,
* Çocuğu için işini bırakıp kendini ona adayanların ve çocuğu daha iyi imkanlara sahip olsun diye durmadan çalışanların,
* Her gece defalarca masal okuyanların,
* Gecenin ikisinde hiçbir neden olmadan yatağından fırlayarak bebeğinin nefesini kontrol edenlerin,
* Her gün yer silerek, tuvalaet temizleyerek çocuğunun doktor olduğu günü hayal edenlerin,
* Verilen tüm imkanlara rağmen okumayan veçalışmayan çocukları olanların,
* Çocuğu ilk kez yalnız okula giderken içi yanarak gülümseyenlerin,
* 14 yaşındaki çocukları burnunu deldirdiğinde, kapıları çarpıp odalarından çıkmadığında, bebekleri sürekli ağladığında, sadece dudaklarını ısırmakla yetinenlerin,
* Kendi çocuklarının evde olduğunu bilmelerine rağmen, alışveriş merkezinde her bir çocuk "Anne" diye seslendiğinde dönüp bakanların,
* Doğum yaptığı günden beri manikür-pedikür yüzü görmeyenlerin, manikür-pedikür yüzünden çocuğunu görmeyenlerin,
* Doğum gününde çocuğunun mezarına oyuncak ayı götürmekle yetinmek zorunda kalanların,
* İşe ceketinin omzunda beyaz kusmuk lekeleri, darmadağınık saçlar ve mor halkalı gözlerle gidenlerin,
* Çocuğuna ulaşamayan, onunla kopmuş olanların,
* Çocuğu yatılı okula gittiği için komşularının "Ben kıyamam valla!" demesine katlananların,
* Televizyonda ya da bir haberde herhangi tanımadığı bir çocuk ile ilgili acıklı bir haber gördüğünde yaptığı işi bırakıp koşarak eve giden ve kendi çocuklarına sarılma gereği duyanların,
* Oğullarına yemek yapmayı, kızlarına araba tamir etmeyi öğretenlerin,
* Oyuncak reyonundan geçerken krize giren çocuğunun yerden kalkıp ağlamayı kesmesini bekleyenlerin,
* Yeni bebeklerinin uykusuz geceleri ve bez değiştirmeleriyle başa çıkmaya uğraşan genç annelerinin ve çocuklarının serbest kalma zamanı geldiğinde inanmakta zorlanan olgun annelerin

HEPSİNİN ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN.

Saturday, May 13, 2006

İYİ Kİ DOĞDUN ELİZ DORA

Duru çok şanslı bir çocuk. Çevresinde bir sürü arkadaşı var o bunun daha çok farkında olmasa da. Henüz çok arkadaşlık kavramı gelişmedi ama bazen çok sıcak davranabiliyor yaşıtlarına, bazen de çok agresif ve kıskanç tabi. Çevremizde onun yaşıtında çok çocuk var; Gediz, Efe, Oğuzhan, Mehmet, Barış, Deniz ve bugün 2 yaşına giren Eliz Dora. Evet bugün kızımın arkadaşının doğum günü partisi vardı. Bu tam bir partiydi: bir cafede, balonlar, palyaço, oyunlar, yarışmalar...Nevra yani benim meşhur eczacı arkadaşım (Eliz Dora Eczanesinin sahibi) harika bir doğum günü hazırlamıştı kızına. Üniversite yıllarında beraber olduğumuz arkadaşları gördüm bugün hepsinin ellerinden tuttuğu çocukları ile beraber.... Kimi ikinciye hamile. Ne kadar yaşlandığımı ama bir o kadar da mutlu olduğumu hissettim. Zaman geçmiş ve biz bu zamanda dünyaya harika çocuklar getirmiştik. HEpsi sağlıklı, hepsi mutlu, hepsi kendiyle barışık, hepsi akıllı, hepsi güzel insanların çocukları. Çocukların kimisi büyük kimisi küçük kimisi bebek...cıvıl cıvıl, rengarenk,harika bir gündü.
İyi ki doğdun Eliz Dora. Hayat sana hep bugün olduğun gibi mutlu günler göstersin bebeğim anneciğin ve babacığınla.

Tuesday, May 09, 2006

BİR KAHVENİN BİN YIL HATIRI VARMIŞ

"Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane."
Ne güzel ne anlamlı bir söz. Erkan içmese – o da kırk yılda bir hafta sonları – eve türk kahvesi alacağım bile yok. Annemlerin öyle yemek sonrası kahve içme adeti hiç yoktu, babamı daha bir kere kahve içerken görmedim. Bundan dolayı olsa gerek, benim de aram hiç iyi olmadı kahveyle. Ama fal baktırmayı da çok sevdiğimden hep yarım olarak içmeyi tercih ettim ya da başkasına içirip kendi niyetime kapattırdım. Gelgelelim ta ki Nurgül işyerimizde işe başlayana kadar. Herkese kahve yapıp getiriyor ve içenlerin de suratlarındaki o zevkten dört köşe olmuş hal yok mu…. Ben de onları görünce heves ettim ve Nurgül den orta şekerli bir kahve de ben istedim. Aman allahım bir kahve pişiriyor tam istediğim gibi, bol köpüklü, telvesi bol ve ne acı ne tatlı hafif bir bitter çikolata tadında. Her öğlen yemek sonrası işte yanda fotoğrafını gördüğünüz bu sahne işyerinde masamda tekrarlanıyor.

Soldaki fotoğraf da 29 Ekim 2004 'de Erkan'la gittiğimiz Safranbolu gezisinde bir kahvehanede bize sunulan kahve şekli. Çok hoş değil mi?
Kahve ve kahve kültürü dünyaya Türkiye'den yayılıyormuş. Türkiye'de ilk kahvehane İstanbul'da, İstanbul'da da Tahtakale'de açılıyor. Bu ilk kahvehane, tanınmış kişilerin ve bilginlerin buluşma, sohbet noktaları oluyor. Tıpkı bugünün cafe'leri gibi. Memleketin ileri gelenleri ve makam sahipleri kahvehaneden çıkmaz oluyorlar. Tiryakiler burada içilen kahvelere "Kara İnci" adını veriyorlarmış.Türk Kahvesi, tadı ağızda en uzun süre kalan kahve türü imiş. Tüm yönleriyle, sağlık koşullarına en uygun kahve. Türk Kahvesinin, Türkiye'de yetişmeyen "Arabica" türü, yüksek kaliteli çekirdeklerden üretilirmiş. "Türk kahvesi" denilmesinin nedeni ise aslında bir pişirme yöntemiymiş. O mükemmel tadı koruyabilmesi için, kavrulduktan hemen sonra tüketilmeli ya da aromasını koruyacak şekilde paketlenmeli diyorlar.Pişirilip servis edilen Türk Kahvesinin tortusu, fincanın dibinde kalır, buna telve ismi verilir. Bu da sağlıklı oluşunun bir göstergesi. Ayrıca Türk Kahvesine özgü fal geleneğinin doğmasının da nedeni.Türk Kahvesini ilk kez kavurup öğüterek Türk toplumuna sunan Kurukahveci Mehmet Efendi.
( Bu bilgiler
http://www.bigglook.com/ dan alınmıştır.)

Sunday, May 07, 2006

SENİ SEVİYORUM

SENİ SEVİYORUM çünkü bunca sahte yaşamdan sahte kişilerden sahte eşlerden farklısın, gerçeksin. Yapmacık değilsin.
SENİ SEVİYORUM çünkü kendini seviyorsun,kendine saygı duyuyorsun.
SENİ SEVİYORUM çünkü bana saygı duyuyorsun, bana değer veriyorsun.
SENİ SEVİYORUM çünkü senden çok şey öğreniyorum. Ve sen de benden çok şey öğrendin. Birbirimizi yeniliyoruz.
SENİ SEVİYORUM çünkü büyüklük taslamıyorsun, gösteriş yapmıyorsun, neysen o sun.
SENİ SEVİYORUM çünkü seninle geleceğe dair planlar yapabiliyorum. Çünkü beraber yürüyoruz.
SENİ SEVİYORUM çünkü.........
Sadece varlığın bile bana yetiyor. Karşılıksız, çıkarsız, bazen çocuğum, bazen babam, bazen lise aşkım gibi seviyorum. Ve hep seveceğim.

İYİ Kİ DOĞDUN AŞKIM, İYİ Kİ HAYATIMDASIN, İYİ Kİ BİZİMLESİN.