Monday, November 29, 2010

Başarılı Çocuk-Başarılı Aile

İki haftadır pazartesileri eğitim alıyorum, evet evet bu sefer ben eğitim alıyorum masanın öteki tarafına geçtim yani. "Başarılı Çocuk-Başarılı Aile" eğitimin adı. Kızımın okulunda uzman kişiler tarafından özenle hazırlanmış bir eğitim, grup çalışması. Çok keyifli geçti ilk dönemi, ikinci dönemde tekrar alacağız ve sonunda sertifikamız olacak. Eğitim verirken her zaman aklımdan geçer, katılımcı olmak ne kolay diye. Oysa başka açıdan bakınca çok da kolay değilmiş katılımcı olmak ya da ben sahne tarafında olmaya alıştığımdan oturmak hele kısıtlı konuşarak oturmak zor geldi biraz bana. Allahtan konu çok yaşadıklarımız ve ortak alanlarımız olunca eh bir de anneler çoğunluktaysa uzmanlara çok laf düşmedi aslında.

Önce sordular bize, başarılı çocuktan anladığımızı. Aman allahım sanki çocuktan değil başarılı robotlardan bahsediyoruz. Başarının altına neler sığdırmaya çalışıyoruz ebeveyn olarak, bırakın çocuğu kanatlı melekler bile hepsinin üstesinden gelememiş de sınıflandırılmış görevleri icabı. Çocuklardan ne çok şey bekliyoruz biz yetişkinler, ne çok hırslarımız var, ne çok yaşayamadıklarımız, ne kadar benciliz aslında. Başarılı aileden ne anlıyorsunuz sorusunun yanıtı daha da feci...Yapamadıklarımız, egolarımız, hayalimizde olmak istediğimiz kişi tipi, ideallerimiz...hepsini içine sığdırmaya çalışıyoruz yine. Söylerken ne güzel atıp tutuyoruz da iş uygulamaya gelince hepsi uçup gidiyor. Bu da yetmezmiş gibi, eğitimin sihirli değnek olmasını bekliyoruz. Bugün katıldık hatta geçen hafta da katıldık, ama çocuğum hala şöyle yapıyor hocam, ee hani eğitim aldım ben hiçbirşey değişmedi....

Çocuğunun, eşinin, annenin, başbakanın, sistemin, ülkenin, okulun, öğretmenin değişmesini istiyorsan önce "SEN" değişeceksin güzel insan, değişim dışarıdan içeriye değil içeriden dışarıya doğru oldukça herşey düzelir. Sen nasıl bir çocuk istiyorsan öyle anne-baba ol önce.

Ohhhh eğitimde söyleyemediklerimi söyledim ne kadar rahatladım.

Monday, November 22, 2010

2 Kasım 2010 Bu Salı Başka Salı

Hani insanın hayatında bazı günler vardır, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin unutmaz. Evlendiği gün, çocuğu olduğu gün, acı bir haber, ölüm...İşte 2 Kasım da benim için hatıramda hep güzel olarak kalacak her zaman tebessümle anacağım bir gün olacak, inşallah kötü 2 Kasımlarım olmaz hiç.
Yıllarca bir okur olarak takip ettiğim Tüyap Kitap Fuarı'nda ilk kez masanın diğer tarafında oturdum ve bu kez yazar olarak kitabımı imzaladım. Evet 2 Kasımda imza günüm vardı ve benim için tarif edilemez bir duyguydu. İnsanın başına gelebilecek en güzel olay, elinde bir kitabının olması...

Ben kitabıma imza atarken günün sürprizi kızkardeşimden geldi, Ozan'ımız dünyaya geldi aynı dakikalarda. Evet tam o güne rastladı Ozan'ın doğumu. Halbuki biz bir gün önce hastanedeydik ve daha doğmasına en az bir hafta vardı. Ama teyzesi gibi aceleci davrandı ve erkenden katıldı aramıza minik yeğenim. Hakikaten bambaşka bir duyguymuş teyzelik; hastaneye nasıl gittiğimi o yolların bana nasıl uzadığını anlatamam.
2 Kasım 2010, ben kitabıma, Ozan dünyaya imza attık beraber. Nice güzel 2 Kasımlara, en kötü günümüz böyle olsun

Wednesday, November 10, 2010

Gap 4, Midyat, Hasankeyf

İşte GAP gezimizin son günü geldi çattı. Ne güzel şey gezmek tozmak, hiçbir sorumluluk olmadan yaşamak. Tek dert nerede ne yesek, ne içsek, ne görsek. Bununla beraber evi de özlemedik değil, artık mutfağımda olmak kendi pişirdiğim yemekleri yiyip, çayımı demlemek istiyorum. Gezimizin son duraklarından biri olan Midyata gitmeden önce bir manastır ziyaretimiz daha vardı, hem de dünyanın en eski manastırlarından biri, Mor Gabriel ya da Deyrul Umur Manastırı. Midyatın 23 km. güney doğusunda meşe ağaçları içinde harika bir mimariye sahip olan manastır aynı Deyrulzafaran gibi aktif halde. Aziz Şmuel ve Aziz Şemun tarafından 327 yılında kurulan manastır Süryani kilisesinin önemli eğitim merkezlerinden biri. İçeride hala yaşayanlar olduğu için heryerini gezemesek de mimarisi, kubbeleri, ceviz kaplamaları ile sadece Türkiye için değil dünya tarihi için de çok önemli bir eser.
Manastır sonrası geldiğimiz Midyat dünyanın en eski yerleşim bölgesi olan Yukarı Mezopotamya’da yer aldığı için tarih boyunca Sümerler, Asurlular, Urartular, Makedonyalılar, Persler ve Romalılar gibi bir çok uygarlığın egemenliğine sahne olmuş. Zaten şehre girince insanların çeşitliliğinden anlıyorsunuz. Süryaniler, müslümanlar burada da iç içe yaşıyor. Midyata girince yine o kalker adı verilen sarımsı harika taş rengi ile karşılaştım. Hakikaten hayran kaldım bu taşa ben. Evler, insanlar, kıyafetler, sokaklar çok farklı bir sosyo-ekonomik gelir seviyesi gösterdi bana. Çok fakir bakımsız ev ve insanların yanında çok modern kıyafetli insanlar ve harika evler. Zaten gezdiğimiz Sıla Konukevi de bu harika evlerden bir tanesi. Midyat denince akla ilk gelenlerden biri de Telkari yani gümüş tel işlemeciliği. Tel halinde gümüşü tahta üzerinde açılmış oyuklara gömerek yapılan süsleme şekliyle aklınıza gelen her türlü takı, süs biblolar, ev eşyaları yapılabiliyor. Bir telkari ustasını izlerken verdiği emek karşılığı aldığı paranın hakikaten çok az olduğunu düşündüm.

İşte bu turda en çok beklediğim an gelmişti, Hasankeyfteydim artık. Orada bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür… Benim için o köy hep Hasankeyf olmuştur. Hiç gideceğimi düşünmezdim ama nedense hep hayallerimdeydi Hasankeyf. Dicle nehrinde Midyat ve Batman arasında kalan köyün şu andaki hali maalesef beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu kadar tarihi ve zamanla yok olan bir yer nasıl olur da bu kadar bakımsız olur. Hiçbir turistik bakım, yenileme düzeltme olmadığı gibi günlük konaklama imkanları da son derece ilkel. Yüksek kayaların binlerce kaya eve ev sahipliği yaptığı, modern bir köprü yanında çok eski bir köprünün tarihi kalıntılarına sahip bu harika köyün bu kadar bakımsız olması zamanla Ilısu Barajı sularının altında kalacağını düşünmenizi bile unutturuyor. Tarihi köprü üzerindeki ev bile insanın şaşkınlıktan kalakalmasını sağlıyor. Ellerinde Osmanlı tapusu olduğu söylenen aileyi köprü üzerinde yaşamaktan kimse alıkoyamıyor. Tarihi ama asıl önemlisi çok tehlikeli olan köprüde yaşamaya devam ediyor yurdum insanı. Başka bir ülkede olsa Hasankeyf nasıl olurdu, nasıl bir imajı olurdu ve çevresindeki sosyal yaşam nasıl olurdu insan bunları düşünmeden alıkoyamıyor kendini. Hasankeyf ile ilgili hayallerimi kendime saklamayı seçerek çıktık dönüş yoluna. Petrol diyarı Batman’dan geçerken at başı denilen aletleri her yerde görüyorduk. Petrolü yer altından çıkartıp yer altındaki borularla rafineriye yollamaya yarayan bu aletler hakikaten tam da at başına benziyor, şehrin girişinde de koca bir yapı var bu şekilde şehri simgeleyen. Kızıltepe gibi Batman da beni şaşırtan yerlerden oldu. Bu kadar büyük bu kadar gelişmiş olduğunu ancak görsem inanırdım.

Hava kararmış, herkes yorulmuş ve dönüş sessizliği çökmüştü otobüse. Uçağa bineceğimiz Diyarbakır’a geldiğimizde artık yorgunluk çökmüştü herkese. Kaburgaci Selim Ustanın harika kaburga dolması , içli köftesi, soğuk aş çorbası bile bu yorgunluğu alamadı.

Güzel tatlar, medeniyetin beşiği olmuş mekanlar, doğu batı sentezi, baharat kokuları, bakırcı tokmakları ile bezeli bir gezi kalmıştı hatırada yorgunluktan daha çok ama. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı….

Tuesday, November 09, 2010

Gap 3, Mardin

Şanlıurfadan ayrılırken üç saatlik bir yolumuz olduğunu duyunca önce biraz gerildim doğrusu, bilmediğin yerlerde üç saat çocuklarla yolculuk…Ama yola çıkınca ne kadar yanlış düşündüğümü ve bambaşka bir coğrafyada bambaşka yollarda , çok alışkın olduğumuz Batı bölgesinden çok uzakta seyahatin keyfine vardım. Örneğin Kızıltepe’den geçmeden Kızıltepe’nin bu kadar büyük ve gelişmiş olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Modern hastaneleri, okulları, kocaman apartmanları ile sanki koca bir ildi. Karayolu ile seyahat etmenin keyifli yanı bu işte, geçtiğiniz her köyün her mahallenin insanını, evini bahçesini, balkondaki çamaşırını gözlemleyip her birinin hikayelerini yazıyorsunuz benim Kızıltepe için yazdığım çeşit çeşit hikayeler gibi…

Mezopotamya’nın yüzük taşı denen Mardin’e yaklaşırken yavaş yavaş o fotoğraflarda, kartpostallarda gördüğümüz tepe üzerine kurulu eski Mardin taş evleri görünmeye başlamıştı. Mardin deyince akla TAŞ gelir de, bu kadar mı anlamlı olur bu kadar mı gizem barındırır taşlar gittiğiniz her yerde. İlk durağımız Mardin Arkeoloji Müzesi ve hemen yanındaki Meryem Ana kilisesi, şehrin tam merkezinde Süryani evlerinin arasında harika bir yapı. 1895 yılında Antakya Patriği Behnam Bani tarafından Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yaptırılan bina, restore edilerek 1995 yılında müze olarak hizmete açılmış. Sarımtırak renkli ve anlatılamayacak bir pastel tonda olan taşlardan yapılmış müzenin Etnografya Salonu’nda sergilenen eserler arasında özellikle Midyat İlçesi’nde köklü bir geçmişi olan gümüş işçiliğinden örnekler, yöresel giysiler, kılıçlar, mırra takımları ve nasıl servis edildiğini anlatan bir maket, hamam takımları, tespihler, bakır eşyalar yer almakta. Müzenin üst katında Hayat Suyu başında Mardin’e şöyle bir tepeden bakınca ne kadar sis de olsa, toz bulutları şehri sarmış da olsa, o günün Cumhuriyet Bayramı olmasından mı bilinmez çok ferah çok mutlu hissettim kendimi. Atamızın ve bayrağımızın her yerde dalgalanması bana bu ülkede doğduğum ve yaşadığım için ne şanslı olduğumu hatırlattı bir kez daha. Müze çıkışında bize tarihi bilgileri anlatacak olan Mardinli Lokman önde biz arkada Mardin sokaklarında gezerken kendimi bir an Floransa’nın dar sokaklarında geziyor hissettim. Kırklar Kilisesinin harika avlusunda soluklanırken hem doğu hem batı kültürünün karışımı olan Mardin’in zaten yıllarca neden medeniyetlerin de beşiği olduğuna şaşırmamak gerektiğini düşündüm. Sırt sırta veren cami ve kiliseler, yan yana yer alan Süryani ve Müslüman evleri, beraber yaşayan halk, koskoca Mezopotamya ovası Mardin için anlatılacaklardan sadece bir kaçı. Evlerin altına yapılan ve ‘abbara’ adı verilen uzun geçitlerden oluşan dar sokaklarda gezerken bir Süryani evini ziyaret ettik. Burası bana Küba evlerini hatırlattı, orada da İspanyol asıllı halk evlerini açıyordu turistler gezsin diye. Tabi tek fark, Süryani evleri oldukça temiz ve bakımlı Kübaya göre.

Mardin’de öğle yemeğini yediğimiz Erdoba Evleri Artuklulardan kalma gerçekten Mardin’de taşın konuştuğunu anlatan harika bir yapı. Ovaya bakan terası, birkaç konaktan oluşan otel odaları ve harika avlusuyla gerçekten seyranlık bir mekan. Günlerdir kuru yediğimizden menünün açılışı mercimek çorbası Erdoba evleri denince ilk aklıma gelenlerden oldu ayrıca. Yemek sonrası gittiğimiz ve İsa’dan sonra 5.yy da inşa edilen Deyrülzafaran Manastırı ya da Mor Hananyon Manastırı hakikaten de harika bir konuma sahip. Mor bu arada Aziz demekmiş. Gerek mimarisi gerekse Mezopotamya ovasına bakan manzarası ile insanda çok başka duygular uyandırıyor Deyrülzafaran. Manastıra girişte biraz sıra bekliyorsunuz çünkü burayı yerel rehberler grup halinde gezdiriyorlar. Siz beklerken kafede safran çayınızı yudumluyorsunuz zaten Deyrülzafaranda safran diyarı demekmiş. Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekanlardaki taş nakışları ile harika bir yapı olan Deyrulzafaran Manastırı, şu anda da Süryani Kilisesinin önemli dini merkezlerinden biri. Güneş tapınağı denilen gezdiğimiz ilk bölüm, beşik tonozlu şeklinde yontulmuş taşlardan olup yüzeyi 25 metrekare imiş. İkinci kısım ise ilginç bir tavan yapısına sahip. Tavanı oluşturan düz ve iri taşlar geometrik yapıda olup aralarında harç, kum, kireç ve benzeri malzeme kullanılmadan birbirine yaslanmış ve kenetlenmiş durumda yerleştirilmiş. Yani bugün benim diyen mimarlar örnek almalı bence. Tabi ben bu bilgileri duyunca biraz panik atak durumu yaşamadım değil. Allahtan Azizler Evi denilen bölüme geçtik de biraz nefes aldım diyeceğim ama o da çok doğru olmayacak. Bazı azizlerin kemikleri ile birlikte Manastır’da görev yapan bazı patrik ve metropolitlerin de burada gömülü olduğunu duyuna insanın içi bir tuhaf oluyor doğrusu. Şu anda burada görev yapan 59 yaşındaki metropolit de ölünce buraya gömülecekmiş. İnsan bu duyguyla, nereye gömüleceğini görerek burada nasıl yaşar acaba?

Manastırdan çıktığımızda hava iyice kararmıştı ve hanımların özellikle yoğun isteği üzerine bir çarşı turu yapma zamanıydı. Telkari yani gümüş işlemeciliği ile ün salmış Mardin sokaklarında gezerken cıvıl cıvıl hayat, ışıl ışıl caddeler harika bir görüntü yaratıyordu. Bakırcılar çarşısındaki antikacıların çoğu Süryanilerden kalma taslar, tabaklar satıyordu. Arap sürmesi, Menengiç kahvesi alınacaklardan Mardin’de.
‘Gündüz seyranlık, gece gerdanlık’ lafı boşuna söylenmemiş Mardin için. Baktığınızda bir kadının boynunu andıran Mardin ışıkları tam bir gerdanlık görüntüsünde. Evlerin sarı sarı ışıkları tam bir renk cümbüşü yaratıyordu otel odasından baktığımda. Unesco’nun ne kadar yerinde bir kararla Mardin’i Dünya Kültür Mirası olarak kabul etmeye hazırlandığına şaşırmamak gerek.

Saturday, November 06, 2010

Gap 2, Şanlıurfa

Harika bir güne uyandık 28 Ekim sabahı, pırıl pırıl bir güneş, Nov Otel’de enfes bir kahvaltı ve gezilecek harika mekanlar. Hayat her zaman böyle keyifli geçse keşke, o zaman bu anların kıymetini bilir miydik acaba? Çocuk sesleri ile iyice neşelenen otobüsün arka koltuklarında Antep’e veda ederek ilk durağımız Birecik’e doğru yola çıktık. Fırat nehrinin üzerine kurulmuş olan Birecik Köprüsünü geçerken, cennet bir ülkede yaşadığım için bir kez daha şükrettim tanrıya. Köprüden görünen manzara bana Güney Doğu Anadolu bölgesi hakkındaki düşüncelerimi hatırlattı o an. Çok daha kuru, çok daha karanlık ve çok daha bakımsız bekliyordum doğrusu. Yapıldığı yıllarda ülkenin en uzun köprüsü ünvanını taşıyan köprüyü geçip Kelaynak Çiftliğinde ilk molamızı verdik. Türkiye'de sadece Birecik'te Kelaynaklar yaşıyormuş. Bu hayvanların Birecik'e üreme için gelmelerinin nedeni, buradaki kayalarda bulunan kalsit maddesinin kelaynak kuşlarındaki üreme gücünü arttırdığı şeklinde anlatılıyor. Birecikte yaklaşık 100 adet Kelaynak var . Daha önceki yıllarda Birecik'ten birkaç Kelaynak kuşu göç etmeleri için bırakılıyormuş. Ama birçoğu yolda hava şartlarından dolayı yada avlandıklarından geri gelmemişler. Bu yüzden nesli tükenmek üzere oldukları için göç amacıyla bırakılmıyorlar artık. Gidenlerin dönmemesinden kaynaklanan bu azalmayı ve nesillerinin tükenmesini önlemek için Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı bünyesindeki Orman Genel Müdürlüğü tarafından 1972 yılında Birecik'te Kelaynak Üretme İstasyonu kurulmuştur. Bu istasyonda önce iki ergin ve dokuz adet yavru kelaynak kuşu ağ ile tutularak kafese konulmuş ve 1977 yılında üretime başlanmıştır. Korunmaya alınan kuşlar siyah yağsız et, rendelenmiş havuç, haşlanmış yumurta ve yem karması ile besleniyorlarmış.

Kelaynaklara veda edip Göklü kasabasını geçip Halfeti’ye vardığımızda tepeden öyle bir manzara görünüyordu ki bir an Türkiyede değil, Como gölündeyiz filan zannettim. Suyun rengi bu kadar mı güzel olur, çevresindeki taşlar bu kadar mı gizemli olur ya da yeşil bu kadar mı canlı olur. Tekne gezisi yapacağımızdan dolayı yanaştığımız iskele aynı zamanda Siyahköşk adlı bir restoran. Türkiyede siyah gülün yetiştiği tek bölge Halfeti’de Fırat nehri üzerinde yaptığımız tekne turunun bende yarattığı duygu, çölde su bulmuş bir insanın duyduğu mutlulukla eşdeğerdir herhalde. İnsana huzur veren bir su, dile gelip sizi tarihin en eski zamanına götüren taşlar, içinde zamanında insanların yaşadığı mağara evler ve büyük bir derinlik…..Şanlıurfa’ya bağlı Halfetinin eski yerleşim alanlarının çoğu Birecik Barajı suları altında kaldığından çok ilginç manzaralarla karşılaşıyorsunuz: yarısından çoğu sular altında kalmış minareler, evler…

Öğle yemeğimizi yediğimiz Siyah Köşk Restoran dünyada siyah gülün yetiştiği tek bölge olan Fıratta tam nehrin kıyısında. Patlıcan kebabıyla ünlü olan Siyah Köşkte siyah gül tohumları varmış, ama alabilir miyim diye sorduğumda aldığım yanıt çok ilginçti doğrusu: Tohumu ya da fidanı başka yere götürseniz bile orada açmıyor tek yetiştiği yer Fırat’ta Halfeti. Siyah Gül hayallerine ve harika Halfeti manzarasına veda edip, Şanlıurfa’ya doğru yola çıktık. İbrahim Tatlıses mi, acılı urfa mı, yoksa ‘Urfalıyam ezeldennn’ türküsü mü bana daha çok Urfayı hatırlatır diye düşündüğümde Balıklı Göl’ü görmeden bunları düşünmenin anlamsız olduğunu Balıklı Göl’e geldiğimde anladım. Urfanın ortasında sanki Türkiye’de değil de Halep’te geziyormuş hissini duyduğum tek mekan oldu Urfa ve Balıklı Göl. Nedense biraz kirlilik, biraz arap esintisinin yarattığı kendine özensiz insanlar topluluğu ve sürekli sağınıza solunuza çarpan sevimli olmaya çalışan ama itici olabilen çocuklar ben de büyük hayal kırıklığı yarattı Urfada. İlk uğradığımız yer olan Balıklı Göl ya da Ayn Zeliha ya da Halil-Ür Rahman gölü Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında düştü yer olarak hafızamda her zaman yer etmişti. Hikayesi ise bu kadar kısa değilmiş tabi; İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü kalenin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur. Her iki göldeki balıklar halk tarafından kutsal kabul edilerek yenilmemekte ve korunmaktaymış. Durunun balıklara simit atmasını engellemeye çalışarak ilgisini Urfa Kalesine çekmeye çalıştık ama Balıklı Göl kadar ilgisini çekmedi maalesef kale. Damlacık adı verilen tepe üzerinde kurulan kale, 25 kuleli ve tek kapılıymış. Efsanelere göre İbrahim Peygamber burada bulunan ve mancınık görevi gören iki sütundan fırlatılarak ateşe atılmış ve benim Ayn Zeliha Gölü ismini tercih ettiğim göl haline gelmiş koca ateş. Aşağıdan baktığınızda iki sütun hala tüm ihtişamıyla duruyor. Bizim derdimiz daha çok tarihi yer görmek, kızımızın derdi nereden dondurma alırım olunca biraz tartışma biraz muhabbet, Hz. İbrahimin doğduğu mağarayı ve hemen önündeki Hz. İbrahim camisini dışarıdan görmekle yetindik. İçeri girenlerin çok misafirperver bir şekilde karşılanmadığını duyunca, mağaranın içinde bulunan ve pek çok derde, hastalığa iyi geldiği bilinen şifalı suyun anlamını yavaş yavaş yitirdiğini düşünmekten alıkoyamadım kendimi doğrusu.

Otobüsümüze binip Türkiye’nin en büyük barajına doğru yola çıktığımıza artık hava yavaş yavaş kararmaya Urfa ışıklanmaya başlamıştı. Şanlıurfa ve Adıyaman arasında kalan ve Fırat üzerine kurulmuş enerji ve sulama amaçlı barajın inşaatı 1983 yılında başlamış ve 1992’de işletilmeye başlamış. 8 tribüne sahip barajın yüksekliği 169 metre imiş, hakikaten insan büyüklüğü karşısında şaşırıyor. Dünyanın en büyük altıncı barajı olan Atatürk Barajının yapımında tamamen Türk işçileri çalışmış. Baraj kıyısı değil ama tepesinde çaylarımızı içip artık iyice kararan havada yola koyulduk ve Urfa’da otelimize yerleştik. Akşam yemeği sonrası harika bir sıra gecesi bizi bekliyordu. Hep televizyonlarda gördüğüm, türkülerle işlenen programlarda baş konu olan Urfanın adeti Sıra Gecesine gidiyordum işte. Hem de ne sıra gecesi, daha otobüsten indiğimizde davullarla karşılandık. İnsanoğlu ne seviyor ilgiyi…Kendimi çok önemli hissettim bu karşılama karşısında.
Urfa’da birbirine yakın yaş grubundaki kişilerin haftada bir, birinin evinde olmak üzere bir araya gelip belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara verilen isimmiş Sıra Gecesi. Urfa kültüründe çok önemli yeri var, çünkü Urfalı gençler eskiden topluluk içinde oturup kalkmayı, gelenekleri, konuşmayı, saygıyı bu gecelerde öğrenirmiş. Urfada müziğin gelişmesinde de önemli bir faktör bana kalırsa. Zira bizim sıra gecesi bol türkülü, davullu, zurnalı geçti. Hele kına gecesi canlandırması gecenin finali oldu.
Urfa deyince çiğköftesiz olur mu, Urfalı gençlerin önümüzde yoğurduğu acıyla pişen bol bulgur az et çok acı karışımı en çok bizim çocukların ilgisini çekti. Hey hayat ben 36 yaşımda ilk Sıra Gecesine gittim kızım 6.

‘Urfalıyam ezelden, gönül geçmez güzelden, gönlümün gözü çıksın sevmez idim ezelden…..’ sesleriyle otele vardığımızda ben hala benim için çok özel bir film olan EŞKIYA’nın film müziği ŞU FIRAT’IN SUYU AKAR SERİNDİR ile günü bitirdim ne yalan söyleyim. Gönlüm Fırat’ta kaldı.