Monday, April 30, 2007

KUZGUNCUK

İstanbul'da bir güzel, İstanbul kadar güzel....
Kuzguncuk. Şehrin merkezinde ama bir o kadar şehirden uzak. Hala kaldı mı böyle yeşillik, kaldı mı böyle komşuluk, kaldı mı böyle mahalle denecek kadar güzel ve sıcak. Dizilere mekan olan, camiyle sinagogun, kilisenin yanyana olduğu hala külahta çekirdek satan bakkalın, boncuk kapılı kasabın, manavın ayrı ayrı dükkanlarda halkla buluştuğu mekan Kuzguncuk. Kuzguncuk deyince aklıma hep Perihan Abla dizisi gelir. Çocukluğumun en güzel dizisi. "Bu mahallede yaşar, bizim Perihan Abla, büyük küçük herkesin dostu Perihan Abla. Kimin başı sıkışsa koşar Perihan Abla işte bu mahallede yaşar Perihan Abla....." Hem de hemen sağdaki bu evde yaşardı. Bu pazar arkadaşlarımızla kahvaltı etmek için işte bu mahalledeydik. Kuzguncuk'un o meşhur caddesinin üzerinde Perihan Abla sokağının tam karşısında Sitare kafede. Tüm çeşitlerin ev yapımı olduğu bu mekan öyle pazar sabahı herkesin açık büfe tabaklarını karıştırıp ortalığa saçma sapan görüntüler çıkarmadığı, bir peynir için sıra beklemek zorunda kalmadığınız küçük, samimi, herşeyin emekle hazırlandığı sevimli bir kafe. En önemlisi de İstanbul'un en eski ve kendini, özünü koruyabilen en eski semtlerinden birinde. Hani çay saatinde bilir misiniz, fırından alınan ekmek hamuru küçük parçacıklar halinde kızgın tavada kızartılır ve çay-peynir ikilisiyle yenir. İşte kahvaltıda bulunan güzelliklerden biri de bu. Bayıldım o anne hamuruna.




Kahvaltı sonrası Kuzguncuk'u gezmek, arnavut kaldırımlı dik sokaklarına tırmanmak, bahçesinde salıncak bulunan evi görünce Duru'nun buradan ayrılmaması nedeniyle evin bahçesine tanrı misafiri olmak, Kuzguncuk ve Kuzguncukluların ne kadar sıcak, medeni, nesli tükenmişlerin bir parçası olduğunu görmek, arkadaşlarımızın arkadaşlarının deniz ve köprü gören evlerini keşfetmek.... Güzel bir pazardı anlayacağınız ve güzel bir İstanbul ve güzel bir Türkiye. Ve orada olamasak da gönüller Çağlayandaydı.

Tuesday, April 24, 2007

BARBİE
















İlk çıktığı zaman ya da benim onları ilk tanıdığım zaman ancak ortaokul yıllarımdı galiba. Belki de vardı ama biz bilmiyorduk. O zaman Barbie ve erkek arkadaşı Ken vardı sadece. Kolları ayakları kırılırdı bir tek. Birkaç da değişik elbiseleri var
dı. Şimdi daha 3 yaşındaki kızımın 4 tane var barbie bebeği sonrasını düşünemiyorum.
Prag'daki oyuncak müzesindeki Barbie sergisi bana çocuk olmayı hatırlattı yeniden. Binlerce barbie bebeği birarada görmek çok hoştu.

Friday, April 20, 2007

PRAG SON

15 Nisan Pazar, 4. Gün

İşte son günümüz. Artık sevdiklerime aileme kavuşmama çok az kaldı. Yurtdışı gezilerinin en güzel ve heyecanlı yanlarından biri de bu; sona yaklaştıkça evine yurduna kavuşmanın güzel coşkusu. Ben gidip gezmeliyim değişik memleketler görmeliyim ama bir süre sonra yuvama dönmeliyim ve o yuva ülkem olmalı. İşte bu dönüş sevinciyle bu son günümüzü son derece zevkli geçirmeliydik. Prag çok güzel bir şehirdi gerçekten de, görülecek çok yer var ve anlatmakla bitmez.


Bu son günümüzde Prag'a ilk geldiğimiz gün rehberimizin çok kısa panaromik bir tur ile bizi gezdirdiği yerleri sindirerek gezme kararıyla annemle çıktık yola. Bugün biraz Prag'ın toplu taşıma araçlarını kullanmaya karar verdik ve otelimizin önünden metroya bindik. İki durak sonunda şehir merkezinde indik ve meşhur 22 numaralı tramvaya bindik. Bu 22 numara niye meşhur çünkü neredeyse bütün Prag'ın şehir turunu yapıyorsunuz bu tramvayla. Önce Prag Kalesine gittik. Burada ilk olarak Ulusal Galeri'yi daha sonra da Prag Kalesi Resim Galerisini gezdik. Koleksiyonun büyük kısmı 1648'de İsveç ordusunca yağmalanmışsa da ilgi çekici resimlerin çoğu hala burada. Kaleden aşağı doğru "Altın Yol" boyunca yürüdük. Altın Yol adını 17 yy.da burada yaşamış olan kuyumculardan alıyor. Yol üzerindeki oyuncak müzesinde eski zamanların oyuncakları sergileniyordu ve gerçekten minyatür boyutlardaki oyuncaklar çok ilgi çekiciydi. Ama müzenin en üst katında açık olan Barbie sergisini görünce ağzım açık kaldı. Duru'nun burada olup da vereceği tepkiyi hayal ettim. Herhalde buradan dışarı çıkaramazdık onu. Bu kadar Barbie nasıl bir araya gelmiş aklım almadı. Daha sonra bu güzellikleri buradan sizlerle paylaşacağım.


Kalenin merdivenlerinden inip Kampa adasına yürüdük ve Vltava nehrinin kenarında oturup biraz nehir manzarası seyrettik. Zamanı durdurma imkanı olsa, bu anı durdurmak isterdim. Vltava'nın kenarında, Charles Köprüsünün altında pırıl pırıl havada yanımdan geçen ördekler....İnsanın ömrü uzuyor bu anlarda. Yaklaşık 15 dakika kadar huzuru içimize çekerek adanın bir başka güzel noktası yazar Franz Kafka'nın müzesine girdik. Karşımızda duran Charles Köprüsü yine kalabalık ama yine güzel. 31 aziz heykelinin bulunduğu bu köprüde 16.azizin heykeline elinizi koyup dilek tuttuğunuzda bu dileğiniz gerçekleşiyormuş rivayete göre. Biz de adet yerini bulsun dedik ve heykele ellerimizi sürdük. Köprü üzerinden yürüyerek şehri turlamaya devam ettik. Yavaş yavaş Prag saatlerimizin sonuna yaklaşıyorduk. Yurtdışına çıktığımda en sevdiğim şeylerden biri de market alışverişi yapmak oluyor. Değişik baharatlar, peynirler, soslar almak, orada yaşayan insanların kullandıkları ürünleri görmek benim için çok değişik oluyor. Prag'ın en ünlü marketi Tesco'dan birkaç küçük ıvır zıvır alarak artık alacaklarımızı da bitirmiştik. Göreceklerimizi gördük alacaklarımızı aldık paramız da bitti. Eh son noktayı yine en güzel meydanda Staromestska Kafede çaylarımızı içerek koyduk ve turun bizi alacağı nokta olan otelimiz City Center'a doğru yürüdük.



İşte Prag, Hitlerin bile bombalamaya kıyamadığı Prag.. Gerçekten de rüya gibiydi.

Thursday, April 19, 2007

DEVAMIN DEVAMI

14 Nisan Cumartesi, 3. Gün


Prag'da üçüncü günümüzde sabah kahvaltısının ardından yollara düştük yine. Bugünkü planımızı alışveriş ve sanat üzerine yaptık. Sabahtan ilk olarak eski şehir merkezindeki belediye binasında açık olan Sara Saudkova'nın fotoğraf sergisini gezdik annemle. Siyah beyaz çıplak kadın, erkek, çocuk fotoğraflarından oluşan sergi çocuk ve doğallık teması üzerine kurulmuş. Buradan çıkışta hemen bitişiğindeki şu meşhur havarilerin çıkıp gösterilerini yaptığı saat kulesine çıktım. Sadece ben çıktım çünkü belli bir kata kadar merdiven çıkılması gerektiğinden annem bu yüksekliği göze alamadı ve beni aşağıda bekledi. Belli bir kata kadar merdivenle daha sonra da asansörle çıkılan kulenin zirvesindeki ödül bütün yorgunluğuma değdi doğrusu. Prag'ı dört bir yandan ve tepeden izlemek müthiş bir duyguydu doğrusu. Aşağıda annemle buluştuğumuzda o da iki sergi gezmenin keyfiyle beni bekliyordu. Prag'a gidip de "Black Light Theatre" şovunu görmeden dönmeyin diyenleri dinleyip akşam 20:00 deki gösteri için ünlü Paris Caddesindeki tiyatrodan biletlerimizi aldık. Bu tiyatrodan şehrin birçok yerinde var ama tur rehberinden ve birkaç Türkten duyduğumuz en iyi şovun burada sergilendiği imiş. Bakalım akşama izleyip göreceğiz.
Artık alışveriş zamanı gelmişti. Bizim Prag'da bulunduğumuz tarih Paskalya Bayramlarının sonuna rastladığı için hala meydanlarda kurulmuş olan pazar ve alışveriş yerleri kalkmamıştı ve buralardan değişik ve uygun fiyata hediyelikler alma fırsatımız oldu. Ünlü ayakkakabı mağazası Bata'nın da merkezi Çek Cumhuriyetiymiş meğer. Burada Türkiye'ye göre daha uygun fiyatlı ayakkabılar bulmak mümkündü ama tabi benim odak noktam Duru idi ve daha çok ona alışveriş yapmayı tercih ettim. Ayrıldığımızdan beri kızım burnumda tütüyordu.
Akşam da olmuştu ve alışverişlerimizi bitirip yine meydanımıza döndük, kahvelerimizin ardından tiyatroya yöneldik. Biletler numaralı değil ve istediğiniz yere oturma şansınız var tabi bunun için erken gitmeniz gerekiyor. Saat 20:00 de başlayan şov için kapılar 19:30 da açıldı ve en güzel yerlerden annemle kendimize koltuk bulduk ve şov başladı. Black Light Theatre kesinlikle Prag'da ilk görülmesi gerekenlerin başında geliyor. Capcanlı kostümler giymiş dansçılar sahne üzerinde çok değişik şovlar sergiliyorlar. Hepsi de sanki bilgisayar efekti gibi. Gerçekten de geldiğimize deydiğini konuşarak annemle otelimize döndük ve Prag'da üçüncü günümüzü de dolu dolu yaşadık.

Wednesday, April 18, 2007

PRAG GÜNLERİ DEVAM


13 Nisan 2007 Cuma , 2. Gün

Prag'da yine güneşli bir güne kalktık cuma sabahı. Bugün 2 saat uzaklıkta Karlovy Vary şehrine yolculuğumuz...Saat 10 gibi otobüse bindik ve ilk durağımız Prag'ın dışında bulunan "Lapis" adlı Türk mücevherat mağazası. Efendim Pragda en ünlü şeylerden biri de Çek Granadası diye bilinen bizim lal taşı olarak tanıdığımız taşlar. Bu lal taşı meğerse Çeklere aitmiş ve kayaların üzerinde bite bu taşlar işlenerek çeşitli amaçlarla kullanılıyormuş. 5 katlı Lapis mağazası da en ünlü üretim ve satış merkezlerinden biri ve mağazanın neredeyse tüm çalışanları Türk. Bu kadar Türk'ü bir arada Prag'da bulmak çok zor olduğundan Türk havasını içimize çekerek Lapis'in güzel çaylarından içip kısa molamızı tamamlayarak Karlovy Vary'ye doğru yolumuza devam ettik. Karlovy Vary diğer adıyla Karlsbad bir kaplıca cennetiymiş. Çok fazla SPA merkezi ve termallerin olduğu bu şehirde 1916 yılında ulu önderimiz Atatürk de tedavi amaçlı bulunmuş ve burada kalıp bu güzelliği görünce Yalova Termal'in yapım emrini vermiş.
Şehre geldiğimizde burası bir şehir mi cennet mi gerçekten karar vermekte zorlandık. Viktorya dönemini yansıtan tarihi bulvarların olduğu, manolya bahçelerinin bulunduğu, en güzel mücevher ve kristal mağazalarına sahip bu şehir bence dünyada görülmesi gereken ilk yerlerden biri. Şehrin belli yerlerinden 55 derece akan su neden buranın bir termal cenneti olduğunu çok açık gösteriyor. Zaten şehrin adı Karslbad da "Kral'ın Banyoları" anlamına geliyormuş. Bizler Türk geleneği şifa niyetine suları yüzümüze sürerek şehri turlamaya devam ettik. Ama bence bu şehir kaplıca özelliğinden çok, ortasından geçen nehir, kıyı boyunca muazzam binaları ve parklarıyla çok daha ünlü olmalı. Annemle şehrin altını üstüne getirerek Casino Royal filminin çekildiği mekanları ve James Bond'un filmdeki ünlü casinosunun olduğu Grand Otel Pupp un önünde fotoğraf çektirerek köprü üzerine kurulmuş bir kafede cappucinolarımızı yudumlayarak Karlovary turumuzu bitirdik. Otobüse döndüğümüzde herkes mis gibi havanın etkisiyle çarpılmış bir biçimde uykuya daldı. Ta ki ünlü bira fabrikası Krusovice'e gelene kadar. Çekler tam bir birakolik. Ülkede 500 çeşit bira varmış hatta bazı restoranlar biralarını kendileri yapıyorlarmış. Zaten biranın yapımında kullanılan şerbetçi otu denilen bitki de yol boyunca tarlalara çoktan ekilmiş ve eylül ayında yapılacak hasatı bekliyor. Öyle normal bira bardaklarıyla da içmiyorlar devasa kaplarda servis ediliyor biralar ve tüm cafelerde sudan ucuz. Krusovice fabrikasının bahçesine de iki tane dev fıçı şeklinde prefabrikler yapmışlar: birinden bira alıp içiyor diğerinden kasalarla bira satın alabiliyorsunuz. Ben de hatıra olarak bardak ve iki şişe birayla buradan mini bir alışveriş yaptım. Otele döndüğümüzde akşam olmuştu ve Karlovy Vary'den aldığımız ufak tefek hediyeliklere bakarak annemle biraz günün yorgunluğunu atmaya çalıştık. Prag gerçekten de incik boncuk hediyelik açısından cennet. Akşam bu kez de şehrin diğer bir tarafı olan ve New Town diye adlandırılan Yeni Şehir'de gezmek için düştük yola. Otelimizden yürüyerek yaklaşık 2km. sonra vardığımız Vaclav Meydanı tam bir Paris'in Champ Elysee 'si. Komünist rejimin devrildiği meydan olan Vaclav çok geniş bir cadde ve Champ Elysee'nin sonundaki zafer anıtı gibi bu caddenin sonunda da Ulusal Müze ve hemen önünde de Aziz Vaclav'ın atlı heykeli var. Bu meydandaki binaların çoğu otel ve restoranlara dönüştürülse de, ortaçağ da at pazarı olarak kurulan meydan çok önemli bir alışveriş merkezi aynı zamanda. 700 metre uzunluğundaki meydanın sonunda KFC'den aldığımız yiyeceklerimizi bulduğumuz en güzel manzaralı bankta yerken annemle harika ve ışıl ışıl parlayan tarihi Europe Oteli de bize gülümsüyordu. Son olarak eski şehir meydanında limonlu çaylarımızı yudumlarken önümüzdeki saat kulesi de çalmaya başlamış ve çıkan havariler bizi uğurluyordu, sabaha görüşene kadar.

Tuesday, April 17, 2007

PRAG GÜNLERİ


12 Nisan 2007 Perşembe, 1. Gün

İşte nihayet beklenen gün gelmişti ve Prag'a hareket etmiştik. Konsolosluğun yanlış vize tarihi verişi, uçağa binmek için işlemlerimizi yaptıracağımız anda uçakta ismimizin görünmemesi gibi bir sürü aksilik bizi yıldıramadı ve annemle başbaşa Prag seyahtimiz için kendimizi Çek Havayollarının uçağında bulabilmiştik perşembe sabahı 7:30 da. Anne kız olarak çok seyahat ettik ama ilk defa yurtdışına çıkıyorduk sadece ikimiz. Daha önce Almanya maceramız var birlikte ama kalabalıktık o zaman. Uçağımız tam zamanında kalktı ve 2 saat süren yolculuktan sonra Prag'ın uluslararası tek hava alanı olan Ruzeyne'ye iniş yaptı. Uçaktan indiğimizde 21 derece hava sıcaklığıyla Prag ve tur yetkilisi bizi bekliyordu. Turun tüm görevi bizi Prag havaalanından alıp kısa bir sehir turu yaptırmak ve 4. günün sonunda da otellerimizden alıp havaalanına transferlerimizi yapmaktı. İlk rotamız Prag Kalesi idi, otobüs kalenin girişinde bizi bıraktı ve 6 km.lik yürüyüş rotamız buradan başladı. Prag Kalesi deyince öyle aklınıza surlardan oluşan bir yapı gelmesin, bizim Rumeli Hisarı filan gibi değil. Dar sokaklardan, değişik binalardan oluşan bir mekan burası adeta bir mahalle. Prag kentinin tarihi 9.y.y. daPrens Borijov'un kurduğu bu kale ile başlıyormuş. Kale, Prag'ın meşhur Vltava nehrine yüksekten bakıyor. Kale sokaklarının içinden geçerken "Altın Yol" denilen yolda küçük küçük evler insanı tarihe götürüyor. Kalenin arka tarafında Prag'ın en büyük katedrali olan Aziz Vitus Katedrali bugüne kadar Avrupa şehirlerinde gördüğüm en göz alıcılarından biriydi. Prag kalesinden aşağı inerken, yol boyunca hediyelik eşya satan tezgahlara insan bakmadan yapamıyor. Kaleden aşağı inerken turdan ayrılıp annemle başbaşa sindire sindire gezeceğimiz yerleri bir bir kafama ve elimdeki haritamla Prag el kitabıma kaydediyorum. Kaleden aşağı inip küçük mahalleye doğru ilerledik. Kalenin eteklerine kurulan ve küçük mahalle diye adlandırılan bu bölge, dar ve dik sokakların olduğu, romantik binaların bulunduğu bir bölge ve eski şehre meşhur Charles Köprüsü ile bağlanıyor. Kampa adası adı verilen bölgede bulunan köprüyü yazıyla anlatmak mümkün değil. Üzerinde çok fazla sayıda heykel olan bu köprü bence dünyanın en romantik mekanlarından biri. 520 metre uzunluğundaki köprü, harcına yumurta karıştırılarak güçlendirildiği söylenen kumtaşı bloklarından yapılmış.Günün her saati kalabalık olan bu köprüyü turdan ayrıldıktan sonraki zamanımızda daha detaylı gezmek fikri kafamızda köprüyü geçip Eski Şehre doğru yürümeye devam ettik. İşte Old Town denilen Eski Şehir meydanı. Prag'ın kalbi. Tyn Kilisesi, Aziz Niklaus kilisesi, Eski Belediye Sarayı ve meşhur Belediye Sarayı Kulesi ve üzerindeki Astronomi Saati Prag'da mutlaka görülmesi gereken yerler arasında. Her saat başı çalan saatte 12 havari geçit gösterisi yapıyor tabi bunlar tamamen görselliğe dayalı bir tören ve yüzlerce insan her saat başı bu töreni izlemek için meydana doluyor. İlk önce saatin solunda bulunan ve Ölüm'ü simgeleyen iskelet sağ elinde tuttuğu ipi çekiyor. Ölümün öteki elinde ise ters çevirdiği uzun bir kum saati var. Ardından iki pencere açılıyor ve havariler önlerinde Aziz Petrus ile bir daire çizerek sağdan sola doğru yavaşca dönüyorlar. Bunun sonunda bir horoz ötüyor ve saat başını belirten çan çalıyor. Hareket eden diğer figürler arasında, başını sallayıp duran bir Osmanlı, aynada kendine bakan Kibir ve Yahudi tefecinin simgelediği Açgözlülük bulunuyor.Bu astronomi saatinin amacı sadece doğru zamanı göstermek değil, ay ile güneşin dünya etrafında dönüşlerini de canlandırıyor. Buradaki gösteriyi izledikten sonra bu meydana çok yakın olan otelimize doğru ilerledik. Bavullarımız bizden önce gitmişti zaten otele. Şehir meydanına 5 dakika yürüyüş mesafesinde olan otelimiz City Center Prag'ın en eski alışveriş merkezi olan Kotva ile karşılıklı. Otele gelip kendimizi yatağa zor attık. Eh sabahın dördünden beri ayaktaydık üstelik tam 7 km de yürüdük. Annemle öyle bir uykuya dalmışız ki üç saat nasıl geçmiş anlamadık. hava o kadar güzeldi ki; içimizi ısıtan güneş morallerimizi de tam anlamıyla yerine getirmişti. Otelden çıkıp önce meydandaki U Prince Otel'in kafesinde 5 çayımızı içip tatlılarımızı yerken şehrin güzelliğini ve çeşit çeşit milletlerden insanları gözlemleme fırsatı bulduk. Çaylar gerçekten de berbat diyebilirim Prag'da aynı suları gibi. Çay kültürleri hiç yok. Koskocaman bir su bardağına suyu dolduruyorlar ve yanına da poşet çay, buyurun size çay. Bu da yetmezmiş gibi çok kaba, asık suratlı ve saygısız bir halkı var. Çok duymuştum bu konudaki ünlerini ama açıkçası bu kadar kaba olabileceklerini beklemiyordum. Ama bu seyahatte hiçbirşey bizim moralimizi bozamayacağı için çaylara çok takılmadan Prag'ın şık en güzel ve en pahalı mağazalarının olduğu Parizska caddesine doğru yürüdük. Paris caddesi denilen bu caddede Dior'dan Cartier'e kadar pek çok ünlü mağazalar sıralanmış. Bu caddenin de bulunduğu mekan Yahudi Mahallesi olarak biliniyor Prag'da. Paris caddesinden yürüyüp mağazları seyrederek, Yahudi mahallesini geçip buradaki sinagogları gezmeyi başka bir güne bırakarak Rudolfinum'un önüne çıktık. Burası Vltava nehrinin kıyısında çok büyük bir konser mekanı. Bizim Atatürk Kültür Merkezi gibi, insanların buluşma noktası. Rudolfinum, Çek Flarmoni Orkestrasına ev sahipiği yapıyor. Buradan tekrar eski şehre doğru yürüyerek Prag'ın en ünlü ve en işlek sokağı olan Karel'e kadar geldik. Özellikle sokakta bulunan ve üzerinde altın yılan sembolü olan "Altın Yılanlı Ev" 1714 yılında kurulmuş çok eski bir cafe. Şu an restoran olarak da kullanılan bu mekanda altın bezekli rölyeflere de rastlamak mümkün. Karel'de yaptığımız gezi, hediyelik eşya dükkanları, kafeler gerçekten Prag'da unutamayacağım anlardandı. Artık hava da kararmıştı ve bu hoş ve tatlı serin havada faytonla şehir turu yapmaktan daha zevkli ne olabilirdi. Annemle hemen bir faytona bindik ve ışıl ışıl şehri bir kez de faytonla turlayarak Fridays de güzel bir akşam yemeğiyle Prag'da ilk günümüzü bitirdik. Ertesi gün gideceğimiz ve çok güzel olduğunu duyduğumuz Karlovy Vary şehrini düşünerek uykuya daldık.

Monday, April 09, 2007

BAHARI BEKLEYEN KUMRULAR GİBİ


İşte ana kız biz böyleyiz uzun zamandır.
"Baharı bekleyen kumrular gibi". Güneş azıcık yüzünü gösterse kendimizi dışarı atıyorduk, parklara gidiyor deniz kenarında taş atıyorduk. Ama bu hafta sonu beklediğimiz oldu ve tam bir bahar havası yaşadık. Cumartesi çalışıyor olduğum için tüm enerjimi pazara ayırdım ve ailecek evde olduğumuzdan tüm pazarı dışarıda geçirdik. İnanılmaz trafiğe, kalabalığa rağmen güneş kemiklerimizi ısıttığı gibi gönlümüzü de ısıttı. Her yer lale bahçesi olmuş, cıvıl cıvıl renkler, kuşlar..Hava güzel olunca insan hiçbir olumsuzluğa yenik düşmüyor. Herşey daha bir güzel daha bir canlı daha bir sıcak geliyor bana. Bugünlerde havam iyi anlayacağınız.

Thursday, April 05, 2007

SON ZAMANLARDA

Uzunnnn zamandır yoktum ama yine buralardayım işte. Neler mi oldu niye mi yoktum?


*Yoğun ve yoğunnn çalışıyorum. Aylardır eğitimlerimde çok farklı kişilerle tanışıyorum ve bu çok hoşuma gidiyor.


*29 Mart doğum günümdü ve eğitimdeydim. Katılımcılarım pasta , eşim ve kızım çiçekle beni şaşırttı.


*Yurtdışı seyahatlerim yaklaşıyor ve ben heyecanlanıyorum.


*Duru ve ben grip olduk hem de çok garip bir şekilde ve yoğunlukta.


*Müjdat Gezen'in "Tuhaf Bir Aile" adlı tiyatro oyununu ve Zülfü Livaneli'nin "Mutluluk" filmini izledim ve ikisini de çok beğendim.


*Kendime yazlık kıyafet aldım çok beğendim.