Tuesday, August 31, 2010

BAK POSTACI GELMİYOR

Kızım yanıma geldi ve "ben mektup yazıp birine yollamak istiyorum" dediğinde öylece kaldım. Kendim yılbaşı kartlarını el yazısıyla yazıp gönderiyorum her yıl sevdiklerime ama uzun zamandır kimseye mektup yazmamıştım. Halbuki ne çok severim yazmayı, eskiden mektup arkadaşlarım vardı yurtiçi ve yurtdışından. Onlardan mektup almak harikaydı. Bir de lisede çok sevdiğim kimya öğretmenim vardı Sibel Hoca. O yurtdışına Abudabi'ye yerleşmişti ve onunla yazışmıştık. Bana oradaki günlerini, markette Türk markası çubuk kraker görünce nasıl sevindiğini yazmıştı, hala saklarım o mektupları. Ne güzeldir o kağıtlar, özel setler alırdım süslü zarfları, kağıtları olan.



Kızıma hemen bir kağıt verdim ve yeni yazmayı okumayı öğrendiğinden ne istiyorsa onu yazdı. Güzelce zarfa koyduk hatta zarfı yaladı yapıştırmak için....herşey aynı buraya kadar. Sonra postaneye gittik..İşte o çok değişmiş, postane olmuş banka. Numara alınıyor, makinalar var, herşeyi ayırıp organize eden. Hiç postacı görmedik, pul yapıştırmadık ama yine de çok keyif aldık. Genetik galiba bazı şeyler, yazmayı sevecek o da belli. Şimdi kütüphaneye gitmek istiyormuş, bir sürü kitabı bir arada görmeyi bekliyor heyecanla. Ben de merak ediyorum, kütüphaneler bıraktığımız gibi mi?

Saturday, August 28, 2010

TAŞOZ ADASI

Her ne kadar planladığımız Yunanistan gezimiz son bulsa da daha görmediğimiz Taşoz(Thassos) Adası olunca bir gün daha tatilimizi uzatıp, Selanik’ten Kavala’ya doğru yola çıktık. Kavala’yı geçince Xanti’ye gelmeden Keramoti’ye sapıp bineceğimiz feribota doğru yol aldık. Yol çok sakin ve yeşillik. Küçük köylerden geçerek yol ayrımından yaklaşık 15 km. gidince Keramotiye ulaştık, son derece minik Çınarcık’a benzer bir yer ama feribotlar muhteşem. Eski gibi gözükseler de arabaları aldıkları yer iki katlı ve çok araba aldığı için sık sık ulaşım sağlanıyor adaya. Feribot saatini kaçırma diye bir durum söz konusu değil yani. Feribotta manzara harika, martılar sürekli size eşlik ediyorlar. Hatta elinizde yiyecek bir şey varsa dikkat etmekte fayda var, her an kapıp kaçabilirler. Feribot yaklaşırken adaya uzaktan şöyle bir baktım da epey büyük bir adaya benziyordu. 40 dakikalık bir yolculuktan sonra adaya vardık yolları takip ederek Patos’a doğru yola çıktık. Kavalalıların deniz için günübirlik de olsa denize girmek için tercih ettikleri Taşoz adası boyunca ilerlerken adanın yeşilliği karşısında hayran kaldık.

Taşoz çok ama çok büyük bir adaymış gerçekten de. Konaklamayı düşündüğümüz Patos’a doğru yol alırken adanın büyüklüğü ve yol boyu gördüğümüz mavi yeşilin tonları karşısında büyülenmiştik doğrusu. Sık sık ıssız koylarla karşılaşmamıza rağmen denize girmek ve konaklamak için Patos’a gitmeyi seçtik. Taşoz merkezden yaklaşık 20 km. sonra Patos’a vardık ama biraz daha yol kat edip öğle yemeğimizi Aliki’de salaş bir tavernada yedik. Aliki aynı zamanda bir kazı arkeoloji alanı ama biz buralarda hava sıcaklığı dolayısıyla gezmedik. Sahilinde yan yana birkaç salaş balıkçısı olan Aliki’de insanlar hem denize giriyor hem yemek yiyor. Harika bir manzara karşısında yediğimiz yemek sonrası , gelirken uğrayıp seçtiğimiz Kamari Otel’e yerleştik ve kendimizi denize attık. Otel, zeytin ağaçları içine konumlanmış ve kocaman havuzu ve yeşilliği olan bir mekan. Deniz, havuz, yeşillik ve odalarının şık dizaynı ile Kamari Otel’de güneşi batırdık ve akşam yemeği için Patos’un merkezine indik. Günlerdir deniz mahsülleri ve balık yemekten bıkmış olacağız ki, şehrin en iyi pizzacısı olduğu idda edilen ilk restorana kendimizi attık. Patos tam bir turistik mekan, hediyelik eşya dükkanları, barlar, kafeler, deniz kokan sokaklar.Yunanistan’a hele de Kavala’ya gelince Taşoz Adası mutlaka uğranması gereken bir mekan.
Dört dolu gün böyle geçti. Dedeağaç, Makri, Gümülcine, Fanari, İskeçe,Kavala, Selanik, Halkidiki, Yeni Mudanya, Taşoz Adası, Aliki, Patos….Geriye güzel anılar kaldı bir de Ulu Önder’imizin hatırları…Her seyahatin en güzel yanı yurda dönmek tabi, bayrağımızı görünce keyfime diyecek yoktu doğrusu.

Friday, August 27, 2010

SELANİK VE HALKİDİKİ YARIMADASI

Kavala'dan çıkıp öğle sonrası Selanik'e geldiğimizde şehrin merkezinde kalacağımız Mediterranean Otelini bulmamız hiç de zor olmadı. Selanik o kadar düzenli bir şehir ki her yere çok rahat ulaşabiliyorsunuz. Zaten düzeni dışında herşeyi ile Türkiye'ye benziyor özellikle de İzmir'e. Selanik sahilinde Beyaz Kule'ye doğru yürürken kendinizi İzmir Kordonboyu'nda yürüyor hissediyorsunuz. Otelimiz ünlü Aristoteleus Meydanına birkaç yüz metre mesafede olduğundan ve şehri gezmek için de geç bir saat olduğundan önce ünlü Tsimiski caddesinde alışveriş yapmak daha sonra da meydanın çevresine sıralanmış şık kafelerde birşeyler içmek bize cazip geldi. Aristoteleus Meydanı bizim İstiklal caddesi gibi çok ünlü ve çok merkezi. Güvercinleri, sokak satıcıları, simitçisi ile her ne kadar ayrı ülkeler olsak da aynı kalpleri taşıdığımızın bir göstergesi. Akşam Yemeği öncesi, Beyaz Kulenin önünden kalkan "Thessaloniki on the go" yani Selanik şehir turu yapan otobüse bindik ki, şehrin önemli tarihi eselerinin yerini, dar sokaklarını, Atamızın evini ve Türk konsolosluğunu görme şansımız oldu.
Selanik'in ortasından geçen Egnatia Caddesi tam anlamıyla şehri tam anlamıyla ikiye bölüyor: Yukarı ve Aşağı Selanik. Yukarı Selanik eski şehir yani kalenin de olduğu, geleneksel tavernaların, eski evlerin bulunduğu, aşağı Selanik ise daha turistik, meydanların , alışveriş caddelerinin, kordonboyunun bulunduğu daha modern şehir. Kaleye çıkıp Termaikos Körfezi ve tüm kente bakarken eski şehirden yeni şehri çok daha iyi gözlemleyebiliyorsunuz. Selanikte yolda yürürken Roma, Bizans, Osmanlı ve Helen mimarisinden örneklerle sık sık karşılaşabiliyorsunuz. Agia Sofia yani bizim Ayasofyanın küçük bir örneği de hemen şehrin merkezinde. Heryerde bir arkeoloji kazı çalışması var bir de buna metro kazısı eklenince Selanikte bayağı bir trafik sorunu var bu arada.
Şehrin doğu tarafında eskiden Yahudi mezarlığı varmış. Şimdi 95 bin öğrencinin okuduğu ve ülkenin en büyük üniversitesi Aristotelaus bulunuyor. Atatürk'ün doğduğu evden sonra beni en çok etkileyen eser, Agios Dimitrios kilisesi oldu ki, İstanbul için Ayasofya ne ise, Selanik için de burası öyle. Aziz Dimitrios zengin bir ailenin çocuğu olarak 260 yılında Selanikte dünyaya gelmiş ve Selanik şehrinin koruyucusu olarak düşünülüyor. Kilisenin birkaç metre ilerisinde işte günlerdir beklediğim anı yaşıyordum. Yılllar yılı kitaplarda, dergilerde okuduğum ATATÜRK 1881 YILINDA SELANİKTE DOĞDU yazısının hemen altında yer alan pembe evin önündeydim. İşte Atam bu evde doğmuştu ve ben o evin içindeydim. Anlatılamaz bir duyguyudu yaşadığım, o eve girince sanki Atatürk içeriden çıkacakmış gibi hissettim. Günlerdir başka bir ülkede gezen ben o eve girince kendimi yurdumda hissettim. Herkes tanıdıktı, annesi Zübeyde Hanım güleryüzüyle karşılıyordu bizi, Atamın eşyaları her yerde, babası sert bakışıyla bize bakıyordu. İşte Atatürk bu mistik odada doğmuştu. Atatürk'ün evi bugünkü Selanik'in Aya Dimitriya mahallesinde ve Apostolu Pavlu caddesi üzerinde 75 numarada. Bitişiğinde Türk Konsolosluğu var.Duru'nun daha ilkokula başlamadan buraları görmesi bu duyguyu yaşaması eminim okula başladığında ona çok daha başka şeyler katacak. Ne Mutlu Türküm Diyene Atam, nur içinde yat. Seni çok sevdiğimi biliyordum ama bu kadar çok sevdiğimi daha iyi anladım bu gezi ile.

Arabayla yurtdışına çıkmanın en büyük lüksü istediğin uzaklıktaki yere çok daha rahat ve konforlu gidebilmen. Biz de Atamızı ziyaretten sonra arabayla Halkidiki Yarımadasını gezmek üzere çıktık yola. İlk durağımız yol üstündeki New Muadania oldu evet evet Yeni Mudanya. Burası dediğim gibi tam bir Türkiye aslında, Yeni Mudanyadan sonra gelen yerleşim yerinin adı da Yeni Tire. Mudanyada yine klasik olarak taze balıklarımızı yedik ve Halkidiki yoluna devam ettik. Halkidiki Yunanistan’ ın ikinci büyük şehri Selanik ili ile sınırlarını paylaşmakta olan üç uzantısı bulunan bir yarımada. Çam ormanları ile kaplı yollardan görünen masmavi deniz, yol boyu karşılaşılan şirin köyler, yarımadanın en güzel tarafları. Biz de yol üzerinde kısa bir mola için durakladığımız harika deniz keyfi yaparak yarımadanın keyfini çıkarmaya başladık. Son durağımızı Marmara ise hakikaten denizi ile muhteşemdi diyebilirim. Uzun ama keyifli yeşil-mavi karışımı bir geziden sonra Kalenin eteklerinde ışıklar içinde Selaniki seyrederek ve Hüsrev Hatemi'nin Selanik Şarkısını anarak günü bitirdik.
Eski duyarlıkları özleme hiç,
Aramak boşuna, yok onlar...
Giriş kapısı yıllardır çivili,
Kırık camlı otelde olmalılar;
Çünkü onlar da Selânik’deMetrûk bir otelde öldü.
Vardar kapısı mıydı ey kalbim,
Yoksa Egnatia caddesi miydi?
Günlerimiz zaman çeşmesinden,
Akarak tükendi bitti;
Beyaz kuleler ömrümüzde ender...
Ve güvercinlerdir ki sevinçler,
Muttasıl kaçarlar bizden.
Ah Namıka Hanım, bilmem kimdiniz.
Bana mümkünse söyleseniz...
Neden bu Hüzün Bedesteni?
Bir de nedendir ki sevinçler,
Hep terkederler beni.

Wednesday, August 25, 2010

KAVALA

Alexandroupolis, Gümülcine, İskeçe ve bir sonraki durağımız KAVALA. İşte yıllar boyu tarih derslerinde okuduğum KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA'nın memleketine geldim. Keşke bu dersleri okurken görme şansım olsaydı buraları, eminim çok daha akılda kalırdı. Sahil kenti Kavala'ya arabayla girerken sanki Monako'ya gelmişiz gibi hissettim. Aynı orası gibi dağlara kurulmuş ve onun gibi yaşam standartları yüksek bir şehir belli ki.
İpsala'ya 174km. uzaklıkta bulunan Kavala'ya 1923 deki nüfus mübadelesinde Kapodokya Rumları yerleştirilmiş. Kavala müslümanları ise başta Kapodokya olmak üzere Anadolunun diğer yerlerine gönderilmiş. Yani aslında Kavala resmen Tekirdağ ile kardeş şehir olsa da duygusal anlamda Kapadokya ile kardeş.
Şehrin merkezinde tam da meşhur Kavala kurabiyecisinin karşısında otopark bulup arabamızı park edip şehri yürüyerek keşfe çıktık. İlk olarak merkezde bulunan Nikolai Kilisesini gördük. 1530’da İbrahim Paşa adına Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı cami, 1926’da kiliseye dönüştürülmüş. Yunanistan'da bu şekilde önce cami olup sonra kiliseye dönüştürülen çok sayıda eser var. Kilisenin ana caddeye bakan tarafından yukarı kaleye doğru yürürken sanki Safranbolu'da geziyoruz gibi hissettik. Evlerin mimarisi, kahvede oturan insanlar, sokak isimleri birer küçük Türkiye adeta. Yol boyu hediyelik eşya dükkanları sıralanmış, hatta birinde alışveriş yaparken sahibi ressam bayan İstanbuldan geldiğimizi öğrenince, Binbir Gece dizisindeki Şehrazat ve Onur'un sık sık buluştukları içinde şadırvan olan kahvenin nerede olduğunu sorması ilginç oldu. Yunanistan'da şu an en çok izlenen dizi imiş meğerse. Tabi bir İstanbul gezgini olan ben, kahvenin adresini bayana verince bir sürü el yapımı hediyenin de sahibi oldum. Bu bayan resim çizip bunları magnet olarak satıyor ve İstanbulda da bu kahvenin manzarasını çizip magnet yapmayı çok arzu ediyormuş. Kimbilir belki yine yolum düşer de bu kez onlardan satın alırım.

Hediyelik eşya dükkanlarını geçip sağda ilerlerken Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın külliyesi çıkıyor karşınıza. Şu an otel olarak kullanıldığı için içini tam gezemedik ama otel olarak son derece güzel ve bakımlı doğrusu. Kavala'ya gidince burada kalmak isterim doğrusu, İmaret Hotel...35 derece öğle sıcağında kaleye çıkan dik yokuşu tırmanmak hepimizi yordu ama yol boyu evlerin balkonlarının güzelliği, rengarenk saksıları ve çiçekleri ile karşılaştığımız manzara herşeye değdi. Yolun sonunda Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın atlı heykeli ve Halil Bey Camii sizi bekliyor. Kalenin çıkışında bir kafe var ki, manzarası ve iç dekorasyonu bir harika. Burada mutlaka soluklanmak o havayı koklamak gerek.

Yavaş yavaş acıkmıştık ve önceden araştırdığım "Panos ve Zafira"yı aramaya yeni başlamıştım ki, sahilde tam önünde duruyormuşuz farkında olmadan. Bizi kapıda güleryüzlü ve çok iyi Türkçe konuşan Swetlana karşıladı ve onun önerileriyle harika bir ziyafet çektik. Panos ve Zafira, 1965 de Yunanistana göçmen olarak döndüklerinde Kavala Limanda bu şirin restoranı açmışlar. İşlerine olan sevgileri ve merakları ile kısa sürede çok başarılı olmuşlar ve ünleri dünyaya yayılmış. Ben de araştırdığımda BBC Good Food ve LA Times Gourmet tarafından ödüllendirildiklerini okumuştum. Burada yediğimiz deniz mahsüllerinin, otların ve balığın tadı uzun süre hafızamızda kalacak sanırım. Bu arada Panos ve Zafira şu an 90 yaşındalarmış ve köylerinde mutlu bir hayat sürdürüyorlarmış, kendilerinden sonraki nesil işe aynen devam...
Güzel bir yemeğin ve kahvenin ardından, meşhur Kavala kurabiyelerimizi de alıp Selanik'e doğru yola çıktık. Bekle bizi Ata'm sana geliyoruz az kaldı...

Tuesday, August 24, 2010

ALEXANDROUPOLİS, KOMOTİNİ, XANTİ, FANARİ

İşte tamamen kendi rotama göre oluşturduğum ve arkadaşlarımızla beraber gezeceğimiz Batı Yunanistan turumuza çıktık. İstanbul'dan İpsala'ya kadar olan araba yolculuğumuz ve İpsala sınır kapısından Yunanistan topraklarına geçişimiz sorunsuz oldu. Her zaman ilginç gelmiştir bana, araba ile bir ülkeden diğerine geçmek. Beş metre aralıklarla farklı bir ülkeye geçiyorsunuz: Türkiye toprakları içinde Tekirdağ'a bağlı İpsaladasınız, arabanız beş tekerlek dönmüyor ki, Yunanistan'dasınız. Hava aynı, ağaç aynı, Meriç nehri aynı ama işte gel gör ki bazı kafalar çok ayrı.. Bu arada Türkiye ile Yunanistan'ı ayıran Meriç Nehrinin harika bir manzarası var.

Sabah beşte evden çıkışımızla, sınırı geçmemiz tam 4,5 saat sürdü ki saat dokuz buçukta Yunanistan topraklarında idik ve ilk durağımız gece de konaklayacağımız Alexandroupolis yani Türkçe adıyla Dedeağaç oldu. Dedeağaç, İpsala sınıra sadece 40km. uzaklıkta ve harika bir sahil şehri. İstanbuldan buraya haftasonu için balık yemeğe geliyormuş insanlar. Dedeağaç adını Meriç nehrinden alıyor, Yunanca adıyla Evros. Kalacağımız otel aynı adı taşıyan parkın içinde Grand Hotel Egnatia. Denize sıfır olarak konumlanmış ve kocaman havuzuyla otel çocukların çok ilgisini çekti tabi, onları tutmak ne mümkün. Önce deniz sonra havuz faslı yapıp yol yorgunluğumuza biraz daha yorgunluk katıp çevreyi gezmek için otelden ayrılıp arabamıza atlıyoruz ve ilk durağımız Gümülcine'ye doğru yola çıkıyoruz.

Komotini yani Gümülcineye girmeden onun çok yakınlarında Fanari'de öğle yemeği için mola veriyoruz. Bizim Rumeli Kavağına çok benzer olan bu şirin beldede Panorama adlı restoranda yediğimiz balık ve deniz ürünlerinin tadı hala damağımda. Geminin güvertesinde oturmuş gibi bir manzara, pırıl pırıl güneş, harika salatalar daha ne olsun ki. Fanariden ayrılıp İskeçe yani Xanti'ye giderken yolda solumuzda kalan Vistonis Gölünün manzarası muhteşem. Yol boyu direklere sıralanmış kuşları ve havadaki leylekleri izleyerek İskeçeye varıyoruz. Çok fazla turistik yeri olmayan bu şehir bizim Anadolu kasabalarını andırıyor. İskeçe dönüşü uğradığımız Gümülcine (Komotini) bana Edremit'i hatırlattı daha çok. Şehrin merkezinde parkta içtiğimiz kahveler, park, insanlar Türkiye'den çok farksızdı. Hatırladım ki, lisede okul müdürümüz rahmetli Şükrü Sarı Gümülcineliydi, ne çok severdik onu.
Sıra sıra dizili olan şehirleri şöyle bir gezip tekrar Alexandroupolis'e döndük ve sadece 12km. uzaklıkta bulunan Makri'de denize girdik. Makri, doğal plajıyla ve sarı kumu ile ünlü, kıyısında bir iki tane balık restoranı bulunan ve mutlaka görülmesi gereken bir yer. Makri'nin en ucunda bulunan Agia Paraskegi plajı hakikaten de denizinin berraklığıyla muhteşem. Kuavn Aktn adlı balık restoranı aynı zamanda oturmak ve güneşlenmek için de ideal. Dedeağaç gerçekten de deniz mahsüllerinin zenginliği, tazeliği ve ucuzluğu ile bizi çok şaşırttı. Yunan salatası denilen ve bizim çoban salatanın malzemelerinin biraz daha irice doğrandığı salata da tek fark içinde beyaz peynir olması.


Akşam şehrin merkezine indiğimizdeki kalabalık bizi çok şaşırttı. Gündüz tek tük dışarıda gördüğümüz kişilere nazaran akşam denize karşı sıralanmış kafelerde oturan, yürüyen insan kalabalığı ilginçti. Sanki şehir akşamları uyanıyordu. O akşam Fenerbahçenin Selanik'in Paok takımıyla oynadığı maçın da etkisiyle her yer kalabalıktı ve herkes dışarıda maç izliyordu. Tabi biz Fenerbahçeli olarak çok ses çıkarmadan cadde boyunca ilerledik.

Sabahın ilk saatlerinde İstanbul'da başlayan günümüz, son saatlerde Yunanistanın Alexandroupolis şehrinde bitti. Geriye, Gümülcine, İskeçe, Fanari anıları kaldı.







Wednesday, August 18, 2010

TAM BEŞ YIL OLDUUUUUU



Tam beş yıl olmuş, 19 Ağustos 2005 de başlamışım bu bloga yazmaya. Bu kadar devam eder miyim hiç düşünmedim o zaman ama gelen her yorum beni heveslendirdi, coşturdu hatta çıkardığım kitaba hazırlık oldu. Beş yıl...dile kolay...üzüntüler, sevinçler, ölümler, özlemler, yemekler, geziler, anlar ve daha neler neler....


İşte bugün beşinci yılımı kutluyorum sizlerle.


İyi ki doğmuşsun LACİVERT

Tuesday, August 17, 2010

İSTANBUL KEŞİF ROTALARI 2010

Gezmeyi çok seviyorum, yeni yerler, yeni tatlar, yeni mağazalar, yeni insanlar, yeni köyler, yeni şehirler...Dondurmacıdan mobilyacıya, kasaptan antikacıya herşey önemli benim için. Almasam da bakmak en büyük zevkim. Kızımla hikayemizden yola çıkarak yazdığım kitap ' Hayat Çocukla Güzel'de de özel yerler anlatmıştım ki geçenlerde çok sevgili arakadaşım Bora Sarı, işte tam bana göre bir kitap hediye etti bana: "İstanbul Keşif Noktaları" .

Pukkaliving.com’un Bilsar desteğiyle hazırladığı bu kitap, klasik rehber kitaplardan ya da kılavuzlardan çok farklı. Modadan mobilyaya, yeme içmeden sanata kadar 166 İstanbul mekânı ele alınmış. Şehir 10 ayrı bölgede inceleniyor. Her bölümün başına bölge haritası konmuş.


Evde bir yandan devam eden tadilat, iki gün sonra çıkacağımız haftasonu tatilinin hazırlıkları, sıcaklar derken hiç ummadığım bir anda bana hediye edilen bu güzel kitap günlerime renk getirdi vallahi. Hele ki arkadaşımdan gelince. İşte size kitaptan birkaç alıntı, daha fazlası için tüm kitapevleri ve internet emrinizde.


KİŞİYE ÖZEL ANTİJEN: Nilüfer Karaca’nın Galatasararay’daki dükkânında elbise, bluz, ceket-pantolon ve ilginç yağmurluklardan oluşan bir kadın koleksiyonu var. Modacı değil “terzi” olduğunu söyleyen Karaca, istediğiniz elbisenin modelini getirirseniz dükkândaki kumaşlardan üstünüze göre dikiyor. (212) 251 86 14 2.


CINDIRELLA’NIN RÜYASI NR.39: Nişantaşı’ndaki bu dükkân/atölyede hem kendi hayallerini hem de sizinkileri forma çeviriyorlar. Sahibi, modern zaman kunduracısı İpek Yılmaz’ın elde hazırladığı kalıplardan çıkarıp gerçek deriden, tüllerden ve simden ayakkabı yapıyorlar. (212) 241 40 59. Bağdat Caddesi şubesi: (216) 355 39 79 3.


MODA’DA KUZEY IŞIĞI ARDEN: Moda Caddesi’ndeki Arden Butik adını sahibi Arden Kürkçüoğlu’ndan alıyor. Avrupa’nın indie (bağımsız) tasarımcıları Line of Oslo, Moods of Norway, Just Female ve Mariona Gen ve ünlü tasarımcıların H&M için hazırladıkları gayet hesaplı fiyatlarla satılıyor. (216) 346 67 83 4.


KELEBEK KORSE: İstiklal Caddesi’ndeki 43 senelik dükkânın sahibi İlya Avramoğlu. El yapımı korse ve iç çamaşırlarının yanı sıra gipür tarzı korseleriyle de nam salmış. (212) 293 61 21 5.


VIE EN ROSE TOZPEMBE: Cihangir’deki dükkânda sadece doğal malzemeler kullanılarak yapılan ürünlerin içinde kahve, badem yağı, lavanta ve papatya var. Yüz kremi, çaylar, sabunlar, doğal deodorantlar, aromaterapi esansları, yağlar, ballar, temizleyiciler ve bitki özleri bu ufacık tefecik dükkâna sığışmış. (212) 252 09 07