Wednesday, November 04, 2009

Antakya'yı yaşamaya devam

Zaman ne kadar da çabuk geçiyor insan hoş şeylerle uğraşıp işten, güçten, dertten, tasadan uzak olunca. Geze geze üçüncü günümüz olmuştu neredeyse biz farkına varmadan. Bugünkü yolculuğumuzun ilk rotası Samandağ'a doğru yol alırken birçok yere uğrayarak gideceğimizi söylemişti Burçak ama yol boyunca sanki Antakya'da değil de Karadeniz bölgesindeymişiz gibi hissettim. Yemyeşil dağlar, ormanlar, yeşilin binbir tonu, meyve ağaçları, köyler...

İlk durağımız öyle bir kanyondu ki, hani eşyalarınız olsa yanınızda inip, rafting yapasınız gelir. Batı ayaz denilen kanyon sanki İsviçre Alplerinin eteklerindesiniz hissi yaratıyor ya da Karadeniz'in yemyeşil ormanlarındasınız gibi. Kanyonun hemen üstünde yer aldığımız köprü Fransız Köprüsü olarak biliniyor. Hakikaten temiz havadan ve manzaranın muhteşemliğinden olsa gerek büyüye kapılmış gibi hissettim o an kendimi ve bu büyü bir sonraki durağımızda daha da etkisini hissettirdi ve ben daha da çarpıldım.



Öyle bir yerde çay molası vermiştik ki, tabiat harikası, tarih hazinesi, azamet örneği...Hıdır Bey köyündeki dev Hz. Musa Ağacı'ndan bahsediyorum. Rivayete göre Hz. Musa ve Hz. Hıdır birlikte Hıdır Bey köyüne gelirler. Hz. Musa su içmek için asasını toprağa saplar ve orada unutur. Asa kaldığı yerde filizlenerek bir çınar ağacına dönüşür. İşte bu çınar ağacı, bizim altında oturup çay içtiğimiz Hz. Musa ağacı. Genişliği 35 metre olan ağacın içine giriyorsunuz hatta 10 kişi rahatlıkla sığıyor içine. Ağaçtan medet uman kişiler ağacın içine çaput bile bağlayıp dilek dilemişler. Kahvenin çevresi de harika meyve bahçeleriyle dolu. Şu an turunç mevsimi olduğundan dalından mandalina, portakal koparmanın zevkine vardık Hıdır Bey'de.


Çaylarımızı içip, dileklerimizi dileyip, şifalı sudan da içtikten sonra Türkiye'nin yaşayan tek Ermeni köyü Vakıflı'ya doğru yola koyulduk. Vakıflı köyü, 40 haneli yaklaşık 150 kişilik nüfusu olan ve Türkiye'de 2004 yılından bu yana organik tarımı uygulayan ilk köy.Köyün girişinde bulunan Meryem Ana Kilisesi 1895 yılında yapılmış ve halen ibadete açık bir kilise olmakla beraber din görevlisi yok şu anda. Din görevlisi olmayınca doğal olarak ayin de olmuyor. Önemli olaylarda -nikah, ölüm gibi- İstanbul'dan din görevlisi geliyormuş.Bize kilise hakkında bilgi veren köy halkından Vahey Bey bu konudan oldukça muzdaripti doğrusu, haksız da sayılmaz hani. Biz kendisini değil ama evini gördük Avedis Amca köyün en yaşlısıymış ve İsmet İnönü, Erdal İnönü ile ilgili anılarını Burçak'tan dinledik. Köyün içinde biraz yürüyüp tertemiz pırıl pırıl evlerini izleyerek aracımıza bindik. Bugün çok keyifli, doğal, yeşil, taze geçiyordu. Yol boyunca karşılaştığımız manzaralara doyamıyordum ki not alayım. Nar, mandalina bahçeleri, kıpkırmızı güller, ekmek pişiren köylü kadınlar, sanki bir ressamın tuvali gibi rengarenkti.

Artık Samandağ'a geliyorduk. Musa Dağı, Kel Dağı ve Saman Dağı arasında bulunan Asi nehrinin Akdenize döküldüğü deltada kurulmuş ilçe, aynı zamanda çok önemli tarihi eserlere de ev sahipliği yapıyordu. Doğal bir liman olan Samandağ çok uzun bir sahile sahip. Burada ilk gördüğümüz yer, Kapısuyu bölgesinde bulunan Dor Mabedi oldu. Tanrıların kralı Zeus adına yapıldığı söylenen mabetten bugüne kalan sadece sütunun taş kalıntıları.

Seleukeia Pieria antik kentininin aşağı şehir kısmında bulanan M.Ö 1. yy da yapılmış olan Titus Vespasianus Tüneline geldiğimizde gerçekten ''ağzı açık kalmak'' deyimini bizzat yaşadım. Dağdan gelen suların yarattığı sellerin taşıdığı kum ve çakılların limanı doldurmasını engellemek için yapılan tünel adeta bir dünya harikası. Öyle sanıldığı gibi kapalı bir mekan da değil. Toplam 1380 metre olan tünel, doğayla iç içe bir yürüyüş parkuru gibi. Titus tünelininin hemen sonundaki tarihi hazine Kaya Mezarlığı yani Beşikli Mağara tam bir mimarlık harikası. Geniş alana yayılan mezarlık, kayalık yamaçlara oyularak yapılmış. Baktığınızda karşılıklı birbirine paralel iki mezar görüyorsunuz. Beşiğe benzediği için Beşikli Mağara denmiş. Mezarların tavanlarında görülen istiridye kabuğu şeklinin kalıntıları, burada donanmaya ait birilerinin yattığı gibi bir rivayete konu olmuş. Antakya'ya gelip buraları görmeden dönseydik herhalde çok şey kaybederdik, Samandağı Çevlik bölgesi hakikaten de ülkemizin tarihi açıdan zengin bölgelerindenmiş ve bugüne kadar hiç haberim olmamış.







Samandağı'nda Hıdır Bey türbesinin hemen yanıbaşında Dervişhan'da yediğimiz balık ile hakikaten bugünkü gezimizin Karadeniz turuna neredeyse eş değer olduğunu düşündüm bir an.

Buraya yazarken ya da okurken bir solukta bitiyor da gün ama gezerken öyle olmuyor. İşte hava kararmaya başlamış, bir Antakya günü de bitmeye yaklaşmıştı. Güzel insanlar, güzel yerler, güzel yemekler...İnsanoğlu güzele ne çabuk alışıyor. Ne haber, ne domuz gribi, ne başka şey...Sanki bu ülkede yaşamıyor gibi oluyor insan ve gerçeğe dönünce, gerçeği düşününce kötü oluyor, zor durumdakileri, gezmeyi bırakın yaşamaya hayatta kalmaya çabalayan insanlara üzülüyor, bir yandan kendi olanaklarına şükrederken niye ülkemde buraları herkes göremiyor, niye medenice, sağlıkla, temiz, ferah, refah bir ülkede yaşayamıyor benim insanım, üstelik bunları hak etmiş bir maziye sahip iken deyip düşünmeden, üzülmeden edemiyor ya da BEN EDEMİYORUM.

No comments: