Her güzel şeyin sonu varmış. İşte Viyana'da da son günümüz. Yine her zamanki gibi evime, vatanıma, sevdiklerime dönmenin keyfi sararken bir yanımı, diğer yanımı da tatile veda etmenin hafif hüznü sarmış halde kahvaltıya indik. Otelimizde kahvaltı o kadar çeşitli ve lezzetli, salonun manzarası o kadar güzeldi ki kalkmak içimizden gelmiyordu o sabah. Hava da sanki bizi uğurluyor ve "siz gidiyorsunuz diye üzgünüm" der gibi kapalı ve serindi, belli ki yağmur gelecekti.
Yine yollara düşüp 1683 yılında Osmanlı kuşatmasının sona erdirilmesinde önemli bir rol oynayan kumandan Prens Eugene için yazlık konut olarak yapılmış Belvedere Sarayı'na çok kısa bir mesafe kat ederek vardık. Hafif eğimli bir tepede bulunan Belvedere, 2 bölümden oluşuyor: Aşağı ve Yukarı Belvedere. Yukarı Belvedere'de Avusturya Galerisine ait resim kolleksiyonları var ki Gustav Klimt'in Jugenstill kolleksiyonu gerçekten de muhteşem. Sarayın içindeki Klimt'in çok sevdiğim "The Kiss" adlı eserini sanki ilk kez görüyormuş gibi izledim. Aşağı Belvedere'de ise Prens Eugene'nin kişisel odaları ve resmi odalar yer almakta. Buraları kapalı olduğu için gezemedik. Belvedere'nin de çok güzel bir bahçesi var, özenle yapılmış bir bahçe.
Belvedere'den çıkıp tekrar şehrin merkezine dönüp Hofburg Sarayının çıkışında bulunan Demel Cafe'ye girdik. Bu kafede normalde yer bulmak o kadar zormuş ki, şansımıza içeride tam da arka mutfağın yanında yer bulduk. Mutfakta olan biten herşeyi görüyorsunuz, önünüzde hazırlanıyor tüm tatlılar. Elmalı Strudel nasıl hazırlanıyor çok net izledik. Bu arada Demel Cafe ile Hotel Sacher arasında uzun yıllar çekişme yaşanmış Sachertorte'nin isim hakkı için. Sonunda Hotel Sacher kazanmış ve Demel Cafe kendi sachertorte'sinin adını değiştirmiş ve "Demel Sachertorte" yapmış. Biz daha önce tatığımız için bu kez, ben Schwarzwalder Kirschtorte yani Karaorman Pastası Erkan da elmalı strudel'i denedi. İkisi de muhteşemdi. İnsanın karnı doysa gözü doymuyor bu pastalar karşısında.
Saat 12:00 de otel odamızı boşaltmamız gerektiğinden hemen otele geldik ve valizlerimizi resepsiyona teslim edip bu kez Wien nehrinin iki yanında uzanan ve 1862 yılında açılan Stadtpark'a yürümeye başladık ve işte o anda bir yağmur başladı ki, sanki çivi taneleri yağıyordu gökyüzünden. Daracık Viyana sokakları, sıkı bir bahar yağmuru, bir anda sessizleşen şehir ve yanınızda sevdiğiniz, daha güzel bir an olabilir mi? Niyetimiz öğlen için Nordsee'den yiyecekler alıp parkta piknik yapmaktı ama bu kez havanın azizliğine uğramıştık. Parkın heykellerle süslü taç kapısından içeri girince cennete geldiğimizi sandık. Yeşilin en canlısı, çiçeklerin en renklisi, ördeklerin en güzelleri ve göletlerin en temizi bu parktaydı. Parkta ayrıca müzisyenlere ve sanatçılara adanmış anıtlar vardı ki II.Johann Strauss'un keman çalarken betimlendiği yaldızlı heykel favaorim oldu. Biraz ileride Wien nehrini kesen demir bir köprüye geldik. Köprünün ortasında durup yağmuru ve setleri izlemek muhteşemdi. Parkta gerçekten çok güzel bir ambiyans vardı ve tam banklarda oturup yemek yiyip kuşları dinleme zamanıydı ama her yer çok yaştı malesef. Parktan ayrılıp yine aynı yerde Nordsee'nin harika deniz mahsullerine döndük ve sırılsıklam bir şekilde yemeklerimizi yedik. Dedim ya insanın karnı doysa gözü doymuyor, Kartner Strasse üzerindeki ünlü Gerstner Cafe'nin de tatlarını denemeden Viyana'dan ayrılırsam gözüm arkada kalacaktı. Allahtan Erkan da dünden razıydı, hemen girdik ve yine o güzel tatlarla başbaşa kaldık. Bu kez tercihim çilekli strudel oldu. Çilek, krema ve ince hamur o kadar uyumluydu ki, başka alemlere götürdü bu tatlar beni...Artık Viyana'dan ayrılmalıydık yoksa üç günde on kilo almış olarak dönecektik eve.
Yine CAT'i kullanarak çok kolay bir şekilde havalimanına vardık. Küçük bir alan ve birkaç küçük kafeden birine oturduk uçağımızın kalkma vaktine kadar. Burada bizim simitin susamsızı olan Breeze'i denedik çay eşliğinde. Hakikaten de çok güzeldi tadı.
Çok sevdiğim şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın hayata gözlerini yumduğu şehir Viyana işte böyle başladı ve bitti bizim için. Viyana'dan geriye hoş anılar bir de Tarancı'nın "YAŞ OTUZ BEŞ YOLUN YARISI" dizeleri kaldı.
No comments:
Post a Comment