Saturday, November 06, 2010

Gap 2, Şanlıurfa

Harika bir güne uyandık 28 Ekim sabahı, pırıl pırıl bir güneş, Nov Otel’de enfes bir kahvaltı ve gezilecek harika mekanlar. Hayat her zaman böyle keyifli geçse keşke, o zaman bu anların kıymetini bilir miydik acaba? Çocuk sesleri ile iyice neşelenen otobüsün arka koltuklarında Antep’e veda ederek ilk durağımız Birecik’e doğru yola çıktık. Fırat nehrinin üzerine kurulmuş olan Birecik Köprüsünü geçerken, cennet bir ülkede yaşadığım için bir kez daha şükrettim tanrıya. Köprüden görünen manzara bana Güney Doğu Anadolu bölgesi hakkındaki düşüncelerimi hatırlattı o an. Çok daha kuru, çok daha karanlık ve çok daha bakımsız bekliyordum doğrusu. Yapıldığı yıllarda ülkenin en uzun köprüsü ünvanını taşıyan köprüyü geçip Kelaynak Çiftliğinde ilk molamızı verdik. Türkiye'de sadece Birecik'te Kelaynaklar yaşıyormuş. Bu hayvanların Birecik'e üreme için gelmelerinin nedeni, buradaki kayalarda bulunan kalsit maddesinin kelaynak kuşlarındaki üreme gücünü arttırdığı şeklinde anlatılıyor. Birecikte yaklaşık 100 adet Kelaynak var . Daha önceki yıllarda Birecik'ten birkaç Kelaynak kuşu göç etmeleri için bırakılıyormuş. Ama birçoğu yolda hava şartlarından dolayı yada avlandıklarından geri gelmemişler. Bu yüzden nesli tükenmek üzere oldukları için göç amacıyla bırakılmıyorlar artık. Gidenlerin dönmemesinden kaynaklanan bu azalmayı ve nesillerinin tükenmesini önlemek için Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı bünyesindeki Orman Genel Müdürlüğü tarafından 1972 yılında Birecik'te Kelaynak Üretme İstasyonu kurulmuştur. Bu istasyonda önce iki ergin ve dokuz adet yavru kelaynak kuşu ağ ile tutularak kafese konulmuş ve 1977 yılında üretime başlanmıştır. Korunmaya alınan kuşlar siyah yağsız et, rendelenmiş havuç, haşlanmış yumurta ve yem karması ile besleniyorlarmış.

Kelaynaklara veda edip Göklü kasabasını geçip Halfeti’ye vardığımızda tepeden öyle bir manzara görünüyordu ki bir an Türkiyede değil, Como gölündeyiz filan zannettim. Suyun rengi bu kadar mı güzel olur, çevresindeki taşlar bu kadar mı gizemli olur ya da yeşil bu kadar mı canlı olur. Tekne gezisi yapacağımızdan dolayı yanaştığımız iskele aynı zamanda Siyahköşk adlı bir restoran. Türkiyede siyah gülün yetiştiği tek bölge Halfeti’de Fırat nehri üzerinde yaptığımız tekne turunun bende yarattığı duygu, çölde su bulmuş bir insanın duyduğu mutlulukla eşdeğerdir herhalde. İnsana huzur veren bir su, dile gelip sizi tarihin en eski zamanına götüren taşlar, içinde zamanında insanların yaşadığı mağara evler ve büyük bir derinlik…..Şanlıurfa’ya bağlı Halfetinin eski yerleşim alanlarının çoğu Birecik Barajı suları altında kaldığından çok ilginç manzaralarla karşılaşıyorsunuz: yarısından çoğu sular altında kalmış minareler, evler…

Öğle yemeğimizi yediğimiz Siyah Köşk Restoran dünyada siyah gülün yetiştiği tek bölge olan Fıratta tam nehrin kıyısında. Patlıcan kebabıyla ünlü olan Siyah Köşkte siyah gül tohumları varmış, ama alabilir miyim diye sorduğumda aldığım yanıt çok ilginçti doğrusu: Tohumu ya da fidanı başka yere götürseniz bile orada açmıyor tek yetiştiği yer Fırat’ta Halfeti. Siyah Gül hayallerine ve harika Halfeti manzarasına veda edip, Şanlıurfa’ya doğru yola çıktık. İbrahim Tatlıses mi, acılı urfa mı, yoksa ‘Urfalıyam ezeldennn’ türküsü mü bana daha çok Urfayı hatırlatır diye düşündüğümde Balıklı Göl’ü görmeden bunları düşünmenin anlamsız olduğunu Balıklı Göl’e geldiğimde anladım. Urfanın ortasında sanki Türkiye’de değil de Halep’te geziyormuş hissini duyduğum tek mekan oldu Urfa ve Balıklı Göl. Nedense biraz kirlilik, biraz arap esintisinin yarattığı kendine özensiz insanlar topluluğu ve sürekli sağınıza solunuza çarpan sevimli olmaya çalışan ama itici olabilen çocuklar ben de büyük hayal kırıklığı yarattı Urfada. İlk uğradığımız yer olan Balıklı Göl ya da Ayn Zeliha ya da Halil-Ür Rahman gölü Hz. İbrahim’in ateşe atıldığında düştü yer olarak hafızamda her zaman yer etmişti. Hikayesi ise bu kadar kısa değilmiş tabi; İbrahim Peygamber, devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tek tanrı fikrini savunmaya başlayınca, Nemrut tarafından bugünkü kalenin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından ateşe "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" emri verilir. Bu emir üzerine, ateş suya odunlar da balığa dönüşür. İbrahim bir gül bahçesinin içersine sağ olarak düşer. İbrahim'in düştüğü yer Halil-ür Rahman gölüdür. Rivayete göre Nemrut'un kızı Zeliha da İbrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yerde de Aynzeliha Gölü oluşmuştur. Her iki göldeki balıklar halk tarafından kutsal kabul edilerek yenilmemekte ve korunmaktaymış. Durunun balıklara simit atmasını engellemeye çalışarak ilgisini Urfa Kalesine çekmeye çalıştık ama Balıklı Göl kadar ilgisini çekmedi maalesef kale. Damlacık adı verilen tepe üzerinde kurulan kale, 25 kuleli ve tek kapılıymış. Efsanelere göre İbrahim Peygamber burada bulunan ve mancınık görevi gören iki sütundan fırlatılarak ateşe atılmış ve benim Ayn Zeliha Gölü ismini tercih ettiğim göl haline gelmiş koca ateş. Aşağıdan baktığınızda iki sütun hala tüm ihtişamıyla duruyor. Bizim derdimiz daha çok tarihi yer görmek, kızımızın derdi nereden dondurma alırım olunca biraz tartışma biraz muhabbet, Hz. İbrahimin doğduğu mağarayı ve hemen önündeki Hz. İbrahim camisini dışarıdan görmekle yetindik. İçeri girenlerin çok misafirperver bir şekilde karşılanmadığını duyunca, mağaranın içinde bulunan ve pek çok derde, hastalığa iyi geldiği bilinen şifalı suyun anlamını yavaş yavaş yitirdiğini düşünmekten alıkoyamadım kendimi doğrusu.

Otobüsümüze binip Türkiye’nin en büyük barajına doğru yola çıktığımıza artık hava yavaş yavaş kararmaya Urfa ışıklanmaya başlamıştı. Şanlıurfa ve Adıyaman arasında kalan ve Fırat üzerine kurulmuş enerji ve sulama amaçlı barajın inşaatı 1983 yılında başlamış ve 1992’de işletilmeye başlamış. 8 tribüne sahip barajın yüksekliği 169 metre imiş, hakikaten insan büyüklüğü karşısında şaşırıyor. Dünyanın en büyük altıncı barajı olan Atatürk Barajının yapımında tamamen Türk işçileri çalışmış. Baraj kıyısı değil ama tepesinde çaylarımızı içip artık iyice kararan havada yola koyulduk ve Urfa’da otelimize yerleştik. Akşam yemeği sonrası harika bir sıra gecesi bizi bekliyordu. Hep televizyonlarda gördüğüm, türkülerle işlenen programlarda baş konu olan Urfanın adeti Sıra Gecesine gidiyordum işte. Hem de ne sıra gecesi, daha otobüsten indiğimizde davullarla karşılandık. İnsanoğlu ne seviyor ilgiyi…Kendimi çok önemli hissettim bu karşılama karşısında.
Urfa’da birbirine yakın yaş grubundaki kişilerin haftada bir, birinin evinde olmak üzere bir araya gelip belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara verilen isimmiş Sıra Gecesi. Urfa kültüründe çok önemli yeri var, çünkü Urfalı gençler eskiden topluluk içinde oturup kalkmayı, gelenekleri, konuşmayı, saygıyı bu gecelerde öğrenirmiş. Urfada müziğin gelişmesinde de önemli bir faktör bana kalırsa. Zira bizim sıra gecesi bol türkülü, davullu, zurnalı geçti. Hele kına gecesi canlandırması gecenin finali oldu.
Urfa deyince çiğköftesiz olur mu, Urfalı gençlerin önümüzde yoğurduğu acıyla pişen bol bulgur az et çok acı karışımı en çok bizim çocukların ilgisini çekti. Hey hayat ben 36 yaşımda ilk Sıra Gecesine gittim kızım 6.

‘Urfalıyam ezelden, gönül geçmez güzelden, gönlümün gözü çıksın sevmez idim ezelden…..’ sesleriyle otele vardığımızda ben hala benim için çok özel bir film olan EŞKIYA’nın film müziği ŞU FIRAT’IN SUYU AKAR SERİNDİR ile günü bitirdim ne yalan söyleyim. Gönlüm Fırat’ta kaldı.

No comments: