Tuesday, November 09, 2010

Gap 3, Mardin

Şanlıurfadan ayrılırken üç saatlik bir yolumuz olduğunu duyunca önce biraz gerildim doğrusu, bilmediğin yerlerde üç saat çocuklarla yolculuk…Ama yola çıkınca ne kadar yanlış düşündüğümü ve bambaşka bir coğrafyada bambaşka yollarda , çok alışkın olduğumuz Batı bölgesinden çok uzakta seyahatin keyfine vardım. Örneğin Kızıltepe’den geçmeden Kızıltepe’nin bu kadar büyük ve gelişmiş olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Modern hastaneleri, okulları, kocaman apartmanları ile sanki koca bir ildi. Karayolu ile seyahat etmenin keyifli yanı bu işte, geçtiğiniz her köyün her mahallenin insanını, evini bahçesini, balkondaki çamaşırını gözlemleyip her birinin hikayelerini yazıyorsunuz benim Kızıltepe için yazdığım çeşit çeşit hikayeler gibi…

Mezopotamya’nın yüzük taşı denen Mardin’e yaklaşırken yavaş yavaş o fotoğraflarda, kartpostallarda gördüğümüz tepe üzerine kurulu eski Mardin taş evleri görünmeye başlamıştı. Mardin deyince akla TAŞ gelir de, bu kadar mı anlamlı olur bu kadar mı gizem barındırır taşlar gittiğiniz her yerde. İlk durağımız Mardin Arkeoloji Müzesi ve hemen yanındaki Meryem Ana kilisesi, şehrin tam merkezinde Süryani evlerinin arasında harika bir yapı. 1895 yılında Antakya Patriği Behnam Bani tarafından Süryani Katolik Patrikhanesi olarak yaptırılan bina, restore edilerek 1995 yılında müze olarak hizmete açılmış. Sarımtırak renkli ve anlatılamayacak bir pastel tonda olan taşlardan yapılmış müzenin Etnografya Salonu’nda sergilenen eserler arasında özellikle Midyat İlçesi’nde köklü bir geçmişi olan gümüş işçiliğinden örnekler, yöresel giysiler, kılıçlar, mırra takımları ve nasıl servis edildiğini anlatan bir maket, hamam takımları, tespihler, bakır eşyalar yer almakta. Müzenin üst katında Hayat Suyu başında Mardin’e şöyle bir tepeden bakınca ne kadar sis de olsa, toz bulutları şehri sarmış da olsa, o günün Cumhuriyet Bayramı olmasından mı bilinmez çok ferah çok mutlu hissettim kendimi. Atamızın ve bayrağımızın her yerde dalgalanması bana bu ülkede doğduğum ve yaşadığım için ne şanslı olduğumu hatırlattı bir kez daha. Müze çıkışında bize tarihi bilgileri anlatacak olan Mardinli Lokman önde biz arkada Mardin sokaklarında gezerken kendimi bir an Floransa’nın dar sokaklarında geziyor hissettim. Kırklar Kilisesinin harika avlusunda soluklanırken hem doğu hem batı kültürünün karışımı olan Mardin’in zaten yıllarca neden medeniyetlerin de beşiği olduğuna şaşırmamak gerektiğini düşündüm. Sırt sırta veren cami ve kiliseler, yan yana yer alan Süryani ve Müslüman evleri, beraber yaşayan halk, koskoca Mezopotamya ovası Mardin için anlatılacaklardan sadece bir kaçı. Evlerin altına yapılan ve ‘abbara’ adı verilen uzun geçitlerden oluşan dar sokaklarda gezerken bir Süryani evini ziyaret ettik. Burası bana Küba evlerini hatırlattı, orada da İspanyol asıllı halk evlerini açıyordu turistler gezsin diye. Tabi tek fark, Süryani evleri oldukça temiz ve bakımlı Kübaya göre.

Mardin’de öğle yemeğini yediğimiz Erdoba Evleri Artuklulardan kalma gerçekten Mardin’de taşın konuştuğunu anlatan harika bir yapı. Ovaya bakan terası, birkaç konaktan oluşan otel odaları ve harika avlusuyla gerçekten seyranlık bir mekan. Günlerdir kuru yediğimizden menünün açılışı mercimek çorbası Erdoba evleri denince ilk aklıma gelenlerden oldu ayrıca. Yemek sonrası gittiğimiz ve İsa’dan sonra 5.yy da inşa edilen Deyrülzafaran Manastırı ya da Mor Hananyon Manastırı hakikaten de harika bir konuma sahip. Mor bu arada Aziz demekmiş. Gerek mimarisi gerekse Mezopotamya ovasına bakan manzarası ile insanda çok başka duygular uyandırıyor Deyrülzafaran. Manastıra girişte biraz sıra bekliyorsunuz çünkü burayı yerel rehberler grup halinde gezdiriyorlar. Siz beklerken kafede safran çayınızı yudumluyorsunuz zaten Deyrülzafaranda safran diyarı demekmiş. Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekanlardaki taş nakışları ile harika bir yapı olan Deyrulzafaran Manastırı, şu anda da Süryani Kilisesinin önemli dini merkezlerinden biri. Güneş tapınağı denilen gezdiğimiz ilk bölüm, beşik tonozlu şeklinde yontulmuş taşlardan olup yüzeyi 25 metrekare imiş. İkinci kısım ise ilginç bir tavan yapısına sahip. Tavanı oluşturan düz ve iri taşlar geometrik yapıda olup aralarında harç, kum, kireç ve benzeri malzeme kullanılmadan birbirine yaslanmış ve kenetlenmiş durumda yerleştirilmiş. Yani bugün benim diyen mimarlar örnek almalı bence. Tabi ben bu bilgileri duyunca biraz panik atak durumu yaşamadım değil. Allahtan Azizler Evi denilen bölüme geçtik de biraz nefes aldım diyeceğim ama o da çok doğru olmayacak. Bazı azizlerin kemikleri ile birlikte Manastır’da görev yapan bazı patrik ve metropolitlerin de burada gömülü olduğunu duyuna insanın içi bir tuhaf oluyor doğrusu. Şu anda burada görev yapan 59 yaşındaki metropolit de ölünce buraya gömülecekmiş. İnsan bu duyguyla, nereye gömüleceğini görerek burada nasıl yaşar acaba?

Manastırdan çıktığımızda hava iyice kararmıştı ve hanımların özellikle yoğun isteği üzerine bir çarşı turu yapma zamanıydı. Telkari yani gümüş işlemeciliği ile ün salmış Mardin sokaklarında gezerken cıvıl cıvıl hayat, ışıl ışıl caddeler harika bir görüntü yaratıyordu. Bakırcılar çarşısındaki antikacıların çoğu Süryanilerden kalma taslar, tabaklar satıyordu. Arap sürmesi, Menengiç kahvesi alınacaklardan Mardin’de.
‘Gündüz seyranlık, gece gerdanlık’ lafı boşuna söylenmemiş Mardin için. Baktığınızda bir kadının boynunu andıran Mardin ışıkları tam bir gerdanlık görüntüsünde. Evlerin sarı sarı ışıkları tam bir renk cümbüşü yaratıyordu otel odasından baktığımda. Unesco’nun ne kadar yerinde bir kararla Mardin’i Dünya Kültür Mirası olarak kabul etmeye hazırlandığına şaşırmamak gerek.

No comments: