Thursday, August 24, 2006

AĞLAMA ANNE

ÇOK SEVDİĞİM BİR KARDEŞİM ARMAĞAN ŞAHAN'IN KALEMİNDEN....
AĞLAMA ANNE…

“Anne lütfen fön çektirme, çok sıkıldım, yarın çektirirsin”
“Eee kızım ama sen çektirdin”
“Olsun, sıkıldım diyorum, yarın çektir”
“Peki, peki tamam”



“Denize bak ne garip”
“Aaa gerçekten, hani böle filmlerde dalgalar uzaktan uzaktan gelir ya, öyle olmuş”
“Allah Allah, hayırdır inşallah”




Özetle böyle bir gündü. O zamanlar tam ağabeyimle birlikte dışarı çıkmak istediğim, arkadaşlıklarına özendiğim, kız arkadaşlarını model olarak benimsediğim dönemler… Defalarca ısrar etmiştim beni de götür bir gece çıkarken diye. İstemiyordu tabi, haklıydı da belki kendince. Ama o gece? Hadi kalk tamam gel bu akşam benimle dedi. Şaşırdım. Çok da sevindim. Özenerek giyindim. Öyle ya arkadaşlarına mahcup etmemeliydim, onlar gibi görünmeliydim. Çıktık, yan sokaktan Nilis’i aldık. Onunla zaten çok yakınız, kendimi kasmama gerek yok. Sahilde her zaman buluştukları yerde buluştuk hep beraber. Oturduk, sohbet ettik, eğlendik… Bir ara Nilis tam hatırlayamadığım ama hoşuma da gitmeyen bir şey söyledi bana. Kızdım. 2 gibi eve döndük. Ertesi sabah antrenmanım vardı ve 8’de kalkmam gerekiyordu.




Uyanamadım işte yine, yatağı sallıyordu annem.

“Anne, tamam sallama kalkıyorum” dememle annem üzerime atladı. Cebelleştik uzun bir süre. Ben ittirdikçe o üstüme kapanmaya çalışıyordu. Yatak m sallanıyordu, her yer mi anlayamıyordum.

“Anne ne oluyor?”
“Deprem kızım deprem ama ben hiç böyle deprem görmedim”

O an anladım, müthiş annelik içgüdüleri ile herhangi bir yıkıntı olma ihtimaline karşı benim üstümde duvar olacaktı annem… Etten ikinci bir duvar olacaktı. Hiç tereddüt etmeden, belki kendi ölecekti ama beni kurtaracaktı. Ağabeyime sesleniyorduk. Cevap gelmiyordu. Sonra bir daha… Yok, ses yok. Yavaştan durur gibi oldu. Bitti sandık; bitmemiş. Sonunda bitti, ikimizde hemen kalkıp ağabeyimin odasına koştuk. Neyse ki o da kapıda karşıladı bizi. “Hadi çocuklar hemen dışarı” dedi annem. “Beni bırakın, karanlık önümü görmüyorum yavaş inerim… Siz gidin”. Gider miyiz anne? Gitmeyiz; değil apartman, dünya başımıza yıkılsa yine gitmeyiz. Hep beraber çıktık apartmandan, sokağa koştuk. Durumun vahametini henüz kavramış değiliz, bir apartmanın yan yattığını görüp; “Bu da abartmış” diyoruz. Abartmamış, meğer az bile yapmış…

Sallanmaya devam ediyoruz. Binaların etrafında durmamamız gerektiğini anlayınca annem, Nilgün Teyze’lere gidip, onlarla birlikte sahile çıkmayı öneriyor. Yürümeye başlıyoruz. Zaten çok yakın. Bu arada Nilgün Teyze, Nilis’in annesi. Bir de Nilgün Teyze’nin annesi var, Aliye Teyze. 3’ü birlikte yaşar. Yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra karşımıza Nilis’in sevgilisinin bir arkadaşı çıkıyor. Nilis’in erkek arkadaşını soruyor bize;

“Anıl’ı gördünüz mü?”
“Hayır, neden, ne oldu?”
“Nilis’lerin ev yıkılmış, Anıl çok kötü ama bulamıyoruz” …

Yarı korku, yarı bilinmezlik ve endişe ile birbirimize bakıyoruz. Konuşmuyoruz; tepkimiz adımlarımızı hızlandırmak oluyor. Daha önce görmemişiz ki, tahmin bile edemiyoruz bir evin nasıl yıkılacağını. Sonrasında tahminlere ve hayal gücüne gerek kalmıyor. Buyurun, bir ev nasıl yıkılır? Şaşkın gözlerle ilerliyoruz, inanamıyoruz gördüklerimize… Eee ama anne, hani onları da alıp sahile çıkacaktık? Çok uzatmayacağım… Onlar bizden önce çıkıp gitmişler, daha güvenli bir yere, ama almamışlar bizi, haber bile verememişler, haber vermeyi bile düşünememişler, hem de hiçbiri düşünememiş; ne Aliye Teyze, ne Nilis, ne de Nilgün Teyze…

Yakından tanıdığımız bir aile yanımıza gelmiş, “Gidelim” diyorlar. Sürekli sallanıyoruz ve korkarım gitmek zorundayız. Büyük bir kamp vardır Yalova’da. Hep beraber oraya gidiyoruz. Garip herkes. Haberleri açıyoruz radyodan. Genelde İzmit ve İstanbul’dan söz ediyorlar. Sabahın ilk ışıkları ile beraber içimiz acıya acıya da olsa, hepimiz şehir merkezine geri inmek istiyoruz. Gidiyoruz, bir gelişme yok, gelişme olmadığı gibi acılarda artış var, hızla ve hızlı bir artış…

Herkesin ağzında tek bir kalıp; “Ne, inanmıyorum, o da mı?”

Otururken bir yerde annemin gözünden gelen bir damla yaşı görüyorum… Konuşmuş çünkü Nilgün’üyle, senelerinin arkadaşı ile. Yalan söylemiş, Nilis çıktı demiş; hastanede demiş. Haklı kadın ağlamasın mı? O ağlamasın da kim ağlasın? Biz ağlamayalım da kim ağlasın? Böyle düşünürken birden kendime geliyorum. Ailem yanımda… Annem yanımda, ağabeyim yanımda.

“Ağlama anne, sakın ağlama, ayıp, bak yanımızdakinin oğlu ölmüş, ağlama…”

Sustu annem…

Siz hiç onlarca canınız yok olduğu halde şükrettiniz mi? Bir kişiyi bile kaybedince tutamazken gözyaşlarınızı, onlarcasına bir damla yaş akıtmadığınız oldu mu hiç?


Tuesday, August 15, 2006

LAVANTA

Ben çok küçükken annem bir lavanta torbası işlemişti. O zamanlar çok anlamamıştım ne işe yarar diye. Ama gözüm gibi de saklamıştım. Hala da değerli eşyalarımı koyduğum sandığımda durur. Torbası vardı ama lavantayla tanışmamıştım o zamana kadar. Çiçek miydi ot muydu bilmiyordum. Sonraları küçük keselerin içinde nikah şekeri olarak çıktı karşıma lavanta gittiğim nikahlarda. Çekmecelerime koydum güzel kokusu için. Ama hala o keselerin içini açıp da görmemiştim bu lavanta neye benzer diye. Sonraları sabunlarını aldım, parfümlerini kokladım. Benim lavantayla tanışmam yani yüz yüze gelmem Sapancada gerçekleşti. Evimizin bahçesine duvar kenarlarına ekmişlerdi lavanta çiçeğini. Büyüdükçe büyüyen, leylak rengi zarif bir çiçek oldu karşımda. Bu sefer gittiğimde iyice coşmuş neredeyse duvar boyu kadar olmuştu. Biraz toplayıp vazoya koydum odamı kokuttu harika aromasıyla. Birazını da elimde ufaladım ve kuruması için gazete kağıdına serdim. Haftaya gittiğimde tülden hazırladığım keselere dolduracağım çekmecelerimde yerini almaları üzere. Belki de sevdiğim dostlarıma çam sakızı çoban armağanı olsun diye...

Wednesday, August 09, 2006

KİTAPLARIM


Sıcak sıcak çok sıcak.....
Yaz güzel, yaz sıcak, yaz cıvıl cıvıl ama sahilde.
Burada evde işte hiç de çekilmiyor.
Bir takım aktivitelerle, fikirlerle, işlerle bu sıcakları geçirmeye çalışıyorum.
İş zaten son derce yoğun.
Hafta sonları havuz, alışveriş merkezleri, arkadaş toplantıları derken günler geçiyor.
Bu arada da bolca kitap okuyorum.
Özellikle havuz başında hafta sonları çok keyifli oluyor ya da akşam uyumadan önce.
İşte bu ay okuyup bitirdiğim dört kitap.
Dördünü de tavsiye ediyorum.
Biraz neşe, biraz ders almak, biraz şaşırmak, biraz öğrenmek, biraz dinlenmek, biraz düşünmek için birebir hepsi de.

Wednesday, August 02, 2006

RODIN İSTANBUL'DA

Modern çağın en önemli öncüleri arasında sayabileceğimiz bir sanatçı Rodin.Phidias ve Michelangelo'yla birlikte heykel sanatının gelmiş geçmiş en büyük üç ustasından biri. Sakıp Sabancı Müzesi bir sanat dehasını daha İstanbullu Türkiyeli sanatseverlerle buluşturmuş. Haziran ayından beri devam eden ve Eylülde sona erecek bu sergiyi çok merak ediyordum. Picasso sergisini gezememiştim ama İspanya'da Picasso Müzesine gittiğimden o kadar da üzülmemiştim. Ama Rodin'i kaçırmak istemedim ve bugün kendime tatil verip annemi de alıp sabahtan Emirgan'daki eski adıyla Atlı Köşk şimdiki adıyla Sakıp Sabancı Müzesine doğru yola çıktık. Muhteşem bahçeden yukarı doğru yürürken arkamızda kalan manzara dünyada sayılıdır herhalde. Bu kadar mı güzel olur bir yer bir şehir. Aynı şeyi müzeye girerken de hissettim. Avrupa'da o kadar şehir gezdim müze gezdim İstanbul'dan bu müzeden hiç farkı yok. İçeride sesli bilgi sistemi de olduğundan doküman alma gereği duymadık.
Rodin'in "Düşünen Adam", "Öpüşme", "Cehennemin Kapısı", "Balzac" yapıtları en çok ilgimizi çeken heykeller oldu. Yapıtlarıyla olduğu kadar düşünceleriyle, kavgalarıyla, ünlü aşkları ve çalkantılı yaşamıyla bir çağa damgasını vurmuş bir deha Auguste Rodin. Malesef müzeye girerken cep telefonu kapatma ve fotoğraf çekmeme zorunluluğu olduğundan burada heykelleri anlatmakla yetiniyorum. Ama fırsat bulduğunuzda bu sergiyi kaçırmayın derim. Sabancılara da tarihi, sanatı ayağımıza kadar getirdikleri bir kez daha teşekkürler. Müzenin hemen bitişiğindeki eskiden Sabancı Ailesinin evi şimdi müze olarak hizmete açılan Atlı Köşkü gezerek turumuzu tamamladık.

Tuesday, August 01, 2006

OYUNCAK DÜNYASI



Şimdiki çocuklar çok şanslı. Aslına bakarsanız anne babalar da onların sayesinde şanslı. Küçüklüğümde hayal bile edemediğim oyuncaklara şimdi kızımla beraber doyuyorum. Hatırlarım bir samandan yapılmış eşeğim vardı Cundadan alınmış. Benim için çok değerliydi. Genelde çocukluğum oyuncaklardan çok bahçeden topladığımız yaprakların içine çamur doldurarak sardığımız dolma oyunlarıyla geçti. Tabi tadı da başkaydı bu oyunların. Şimdi kızım Duru'nun odası sanki bir oyuncakçı dükkanı. Aslında ben çok fazla oyuncak almıyorum alma yanlısı da değilim. Genelde bazı oyuncaklarını belli bir dönem için kaldırıp ileriki zamanlarda çıkararak onun özlemesini ve tekrar ilk günkü hevesiyle oynamasını yeğliyorum. Bu konuda babamız biraz daha esnek ve ne zaman dışarı çıksalar baba kız Duru mutlaka bir oyuncakla dönüyor eve.Tabi siz düşünün kimle sokağa çıkmak ona cazip geliyor? Şu anda en popüler oyuncaklarımız ise bu gördükleriniz. Şu iki katlı dubleks evimiz bizim herşeyimiz. Günaydınla başlayıp iyi gecelerle bitirdiğimiz ne senaryolar kuruluyor ve yaşanıyor bu evde bir bilseniz. Ev de ev ama, her objeyi gerçek sesiyle canlandırmışlar. Bu oyuncak geldi geleli Durunun kelime haznesi çok gelişti diyebilirim. Makyaj masamız ise dışarı çıkmadan önce tarandığımız ve aynasında kendimizi seyrettiğimiz yer. Aslında -yeni nesil neden bu kadar akıllı, sanki herşeyi bilerek doğuyorlar gibi- aslında bu soruların yanıtını bu oyuncaklara bakarak verebilirsiniz. Hangisi daha doğru eskiden çok takılıyordum, doğada taşla toprakla büyüyen mi, teknolojiyle, oyuncakla büyüyen mi? Şimdi ikisini de yaşatmaya çalışıyorum kendi çocuğuma. Her ikisinden de öğreneceği çok şey var. Ama ben de bu oyuncaklara bitiyorum ne yalan söyleyim?