Monday, August 31, 2009

PEMBE DOMATES, YEŞİL BİBER

Dalından bir şey koparıp yemek kadar güzeli var mı? Çocukluğum hep bahçeli evlerde geçtiğinden ağaçtan dutu, elmayı, inciri yemenin, dalından domatesi, biberi koparmanın, kozalakların içinden fıstık çıkarmanın ne kadar zevkli olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Hele hele bir çocuk için bunu yapmanın keyfi ve heyecanı bambaşkadır. Bunun için de sırf bu sene Duru dalından bir sebze toplamanın keyfine varsın diye bahçeye biber, domates, çilek gibi bakımı çok zor olmayan meyve sebzeleri diktik. Tabi benim için ise en heyecanlısı pembe domates ekmekti çünkü hep görüyor, tadıyor ama bahçemde hayal edemiyordum. Ekerken de acaba olur mu diye meraklanıyordum. İşte artık pembe domateslerim oldu ve dalındalar. Hakikaten de tadı bir başka, devasa boyutta ama ben kendim ektiğim için biliyorum ki hormonlu değil. Hele biberler çıtır çıtır.. Sabah kahvaltı öncesi taze taze dalından kopan pembe domates ve yeşil biberli bir kahvaltıya kim hayır diyebilir ki? Tabi şu an Duru'dan bize sıra gelmiyor domatesleri toplamak için, adeta başında bekliyor kızarsınlar da alayım diye. Ve toplanıp eve tam gelemiyor domatesler anında ısırık atıp yemeye başladığı için. Onun da ileride bu günlerini anlatacağını bilmek, bir sebzeyi koparıp yemenin nasıl bir haz olduğunu hissettiğini görmek bile yeter. Ama pembe domates yine de bir başka :)))))))))

Friday, August 21, 2009

BABAANNEMİN KAVANOZLARI

Biz küçükken babaannemin bir evi vardı, müstakil, bahçesi olan ve içinde sebzeleri, meyveleri yetişen. Bir de evinin altında kileri vardı, bahçede yetişen bu sebzelerin, meyvelerin konserve olarak, turşuların, reçellerin, eski Uludağ gazozların saklandığı. Bayılırdım bu kilere girmeye, karıştırmaya. Hele o gazozun tadı, hala aklımda ve hiç öyle bir tada rastlamıyorum artık.
Benim o kiler kadar büyük bir yerim yok şimdi ama ondan heveslenerek her yıl yaptığım turşularım, reçellerim, domates soslarım var, ama babaannemin kavanozları yok. Hepsi aynı boyda, kapakları aynı ve üstünde kumaş süsleri olan kavanozlardı onlar. Açmaya kıyamadığınız, resim gibi karşınızda duran. Hatta abartıp mutfakta dekor olarak kullanabilirdiniz. Şimdi zaten eski tip kavanoz da yok, yaptıklarımı saklamak için kaç gündür aranıyorum ama ya süslü püslü, ya da yamuk yumuk cam kaplar...Reçelleri, turşuları yapıyorum, çok yakında şık kavanozlarım da olacak ama şimdilik bunlarla idare ediyorum. Yeri gelmişken, yazın son domateslerinden, çileklerinden, böğürtlenlerinden yararlanmak, kışa hormonsuz olarak yemek istiyorsanız şimdiden çalışmanın tam zamanı.
Kolay gelsin.

Wednesday, August 19, 2009

4.YILIM KUTLU OLSUN

19 Ağustos 2005...ilk kez blog yazmaya başladığım gün. Tam dört yılım geçmiş, anılarımı, acılarımı, sevinçlerimi, deneyimlerimi paylaştığım dört yıl...Kızım beş yaşında ve sanki bu blog bir diğer çocuğum. Uzakta olunca özlediğim, bir yorum görünce heyecanla okuduğum, yeni dostlar edindiğim, içimi döktüğüm, bana ait olan alanım. İlk kez yazmaya başladığımda bu kadar uzun süre yazabileceğimi tahmin bile edemezken, bugün o kadar çok okurum var ki beni sürekli takip eden, yazmazsam sanki verilmiş bir sözü yerine getirmedim gibi hissediyorum. İşte böyle zaman geçmiş ve tam dört yıl geride kalmış. Bu süre zarfında neler olmuş, kızım 5 yaşına gelmiş, okula başlamış, anneannemi kaybetmişiz, sallantılar, sarsıntılar, mutluluklar, heyecanlar, geri gelmeyecek dakikalar, saniyeler. Hayat böyle geçiyor işte, hiç birşeyi ertelememek, anın kıymetini bilmek, yazmak istiyorsa yazmak, gezmek istiyorsa gezmek, yarın ölecekmiş gibi bugünü yaşamak, hiç ölmeyecekmiş gibi yarını yaşamak gerek. Dört yıl olmuş işte, ha bugün ha yarın derken. Artık ufkum çok geniş, masmavi bir denizde, uçsuz bucaksız bir okyanusta bir nokta olsam da, çok daha geniş bakıyorum hayata ve küçücük bir nokta da olsam biliyorum ki bir yerlere sesim gidiyor.
Dört yıl içinde beni okuyan, beni tanıyan, beni bu sayede tanıyan, tanımayan herkese ayrı ayrı teşekkür ederim.

Tuesday, August 18, 2009

KULAĞINIZA KÜPE OLMASIN

Çok küçük değildim ilk kulağım delindiğinde, ilk diyorum çünkü sonra bir kez daha deldirmiştim iki küpe takmak moda diye. İlkini hayal meyal hatırlıyorum, iğne ile delinmişti ve bir süre halka şeklinde küpe takmıştım. Sonrakini çok iyi hatırlıyorum, bir eczanede tabanca şeklinde bir alet ile delmişlerdi. Çok sık küpe takmasam da delikler hiç kapanmadı, hala istediğim zaman kolayca takabiliyorum. Neden mi yazıyorum şimdi bunları, malum bir kızım var hem de en süslü olanından. Bir sürü küpesi oldu doğduğundan beri , doğumgünlerinde, doğumunda gelenlerle birlikte. Bugüne kadar ben deldirmedim kulağını, o istesin öyle dedim hep. Ve işte o gün geldi, sürekli kulağımı deldirelim diye tutturuyor. Ben de modern tıbbın faydalarından yararlanmak için önce en yakın hastaneye gittim onunla, kulağımızı deldirmek istiyoruz dedim. Hastane ortamında sadece yetişkin kulağı deliyoruz dediler, çünkü iğne ile deldiklerinden acısına çocuklar dayanamıyormuş. Ne önerirsiniz dedim, iyi, güvenilir bir eczaneye gidin dediler. Önce hastanenin hemen karşısındaki ecaneye uğradık, "tabi deliyoruz, kimin" dediler ve beş yaşındaki kızımı görünce, "aaa ona kıyamayız , delmiyoruz" demezler mi. Eee ne yapacaz dedik, hastaneye gidin dediler, e hastane zaten size yönlendirdi be kardeşim. Anadolu yakasındaki en güvendiğimiz, en büyük hatta şirket misali eczaneye gittik, arabayla bir hayli yol kat edip. Efendim artık eczanelerin, Avrupa Birliği uyum yasasına göre kulak delmesi yasak demezler mi? Hoppala yani, kapılarında "ağrısız kulak delinir" yazısı ne pekiyi? Bu arada kızımın söylentileri de işin cabası, tutturdukça tutturuyor. Çıktık bari, Bağdat Caddesine gidip birşeyler içelim bunun üstüne dedik ve önce bizim meşhur Ahmet Usta'ya uğradık, bir kaç gümüş vermek için. Bir de ne görelim, kocaman yazılarla "kulak delinir, burun delinir, kaş delinir..." Meğer Golden House burnumuzun dibindeymiş. Duru çok sevindi tabi, ammmmaaaa tabancayla hemen deleriz lafını duyunca, işte o an sabahtan beri kulağını deldirmek için gıkı çıkmadan gezen kızım bir anda vazgeçti. Ne dediysem ikna edemedim, daha sabah o istiyor ben vazgeçirmeye çalışıyordum, o an işler tersine döndü. Bir kulak deldirmek bu kadar zor hale getirilebilir yani. Zamanında yorgan iğnesiyle kulak deldirenlerin canı yok muydu? Siz siz olun, kulak filan deldirmeyin, bırakın kulağınıza küpe olmasın.

Monday, August 17, 2009

MALDİVLER

Rüya gibi bir yere gittiğimizi biliyorduk ama , bu kadar mı güzel olabilir bir yer, bir deniz bu kadar mı berrak olabilir ve bir manzara bu kadar mı etkiler insanı. Yolun uzunluğuna, maceralı oluşuna rağmen her şeye değer Maldivler. İstanbul’dan Dubai’ye, Dubai’den Male’ye, oradan deniz uçağıyla kalacağımız adaya ve uçak okyanusa indiğinden bizi otelimize götüren tekneye kadar neredeyse 15 saat süren bir yolculuktan sonra bir cennete geldik adeta. Hint Okyanusunun ortasında sadece palmiyeler, tropik bitkiler, begonviller, hindistan cevizleri ve masmavi sulardan oluşan Sun Island, Maldivlerdeki küçüklü büyüklü 1200 adadan sadece biri, ama büyüklerinden. Her ne kadar en hareketli ve aktiviteli adalardan olsa da, bizim tatil köylerine bakınca ıssız kalıyor doğrusu.

Odamız hemen deniz kıyısında, tarantula ve bukalemunların cirit attığı adada odanızdan dışarı çıktığınız anda bunlardan korkmaya başlarsanız, işiniz çok zor. Zira her yer yeşil olduğundan bunlar çok fazla ürkütmüyor sizi. Odamızın en güzel yanı, bahçemizde duş olması. Etrafı tamamen duvarla örtülü olduğundan çok rahat ağaçların ve yeşilliğin içinde, kuş sesleri arasında duşunuzu alabiliyorsunuz, hatta hiç sudan çıkmak istemiyorsunuz.

Maldivlerde deniz ise anlatılacak gibi değil, rengarenk balıklarla yüzüyorsunuz bir kere. Turkuvaz rengi denir ya hani, yeşille mavi arası, işte öyle bir deniz ve bembeyaz kum. Üçümüz de şnorkellerimizi takıp denize daldığımızda hem çevremizdeki balıkları hem de birbirimizi görüyorduk, adeta dev bir akvaryumda yüzer gibi. Yavru köpek balıkları yanınızdan geçiyor yüzerken ve siz bunu o kadar doğal karşılıyorsunuz ki, bir an kendinizi balıkadam gibi hissediyorsunuz.
Hint Okyanusunda ve Sri Lanka’nın güneyinde yer alıyor Maldiv Cumhuriyet. ve tamamen bağımsız bir ülke. Başkenti Male ve aynı zamanda en büyük kenti de. Uçak zaten Male’ye iniyor ve neredeyse bizim Kadıköy kadar bile yok. 1200 kadar küçük adadan oluşan Maldiv’de sadece 201 adada yerleşim var. Biz de Dhigurashu adlı adaya bir gezi yaptık ki, sadece 650 kişilik nüfusu vardı. Maldivliler Müslüman ve oteller hariç, içki satışı ve kullanımı kesinlikle yasak. Halkı ise son derece güleryüzlü, ya da oteldeki personel öyleydi.
Maldivlere giderken gece hayatı, eğlence gibi beklentiniz varsa sonunuz hüsran olur. Deniz, güneş ve kum haricinde bir hareket yok adalarda. Bizim adamız ki, en hareketli olandı, yine de birkaç müzik, disko, internet cafe, spa dışında çok fazla bir aktivite yoktu. Ama zaten bunların hiçbirini aramıyorsunuz, doğa ve deniz sizi öyle büyülüyor ki, sanki başka bir şeyle meşgul olursanız bunları kaçıracakmışsınız gibi geliyor.
Adada her yere bisikletle ulaşabiliyorsunuz ki, yıllarca bisiklet kullanmasını öğrenemeyen ben, orada yarım saat içinde çok da iyi bir kullanıcı oldum. Duru ve Erkan birinde, ben diğerinde begonvil ve hindistan cevizi ağaçları arasında yaptığımız ada turları hayatımda unutamayacağım anlardan oldu. Hele bir akşam , balık beslemeye giderken muson yağmurlarına yakalanıp sırılsıklam bir halde üçümüzün orman içinde bisikletle gitmesi vardı ki , istesek planlasak bunu asla gerçekleştiremezdik. Mutluluğun bir resmiydi o an sanki.
















Adanın her köşesinde ayrı bir manzara var, bir yandan tropikal kokteyllerinizi yudumlarken uçsuz bucaksız okyanusu seyredebiliyor ya da, bungalovların önünden yürüyerek bir Tai restoranında köpek balıklarını izleyebiliyorsunuz.

Cennetten bir köşe olan Maldivler her ne kadar balayı cenneti diye akıllarda yer ettiyse de, deniz seven bir çocuğunuz varsa ve siz onunla seyahat edebiliyorsanız, mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Hele 100 yıl içinde sular altında kalacağı da söyleniyor, vakit ve nakit bir arada uygun olduğunda Maldivleri görün, bir kez daha gitmeyi isteyeceksiniz.

Tuesday, August 04, 2009

KISA BİR ARA



Kısa bir süre, bir haftacık kadar

yokum, fotoğraftaki yere gidiyorum. Hazırız, kızım, kocam ve ben. Kamera, fotoğraf makinesinin şarjı doldu, deniz gözlükleri alındı, tatil moduna girildi. Süprizler dönüşte....

LİKÖR ZAMANI

Kahve tiryakisi değilim hatta son yıllarda iyiden iyiye içmemeye bile başladım ama o yanında ikram edilen likör yok mu işte ona dayanamıyorum. Aman ne çeşidi çıktı hem de; sakızlı, cappucino'lu, ayvalı,sütlü ve daha kaç çeşit...Annem anlatır hep, çocukluğunda bayramlarda kahve, çikolata yanında da likör ikram edilimiş misafirlere. Hele Ermeni komşuları kendileri yaparmış vişne likörünü, Kiça Teyzenin likörü der durur hep. Bu yaz her türlü meyvenin bol olduğu Sapanca'da ben de aldım vişneleri ve canım arkadaşım Ayşenin tarifi ile vişne likörümü hazırladım. Hatta hala hazırlanıyor da diyebilirim. Çünkü bir ay gibi bir süre 2 kilo vişneyi (sapları ayıklanmış) 1,5 kg. toz şeker ile plastik bir kaba koyup güneşte iyice bekletiyorsunuz. Ara sıra vişneleri çalkalamakta fayda var. Bir ay dolunca, isterseniz vişneleri süzüp, ister süzmeden cam kaba alıp içine 1 şişe votka, bir şişe kanyak, 2 çubuk tarçın, 24 karanfil ekliyorsunuz ve böylece likörünüz hazır hale geliyor. Bu cam kapta likörü saklayıp, kullanacağınız zaman süzerek servis yapabilirsiniz. Ben şahsen vişneleri süzdüm, karanfil ve tarçını da tüle sarıp, likörün içine attım. Böylece servis yaparken süzme durumum olmayacak. Vişneleri de çekirdeklerini çıkarıp pastalarda süs olarak kullanmak için buzluğa attım.



Hafta sonu yan eve taşınan komşularımıza da küçük bir şişe hediye olarak götürdüm bile...