Monday, August 15, 2011

İŞTE DÖNDÜM ve TEŞEKKÜRLER HAYAT

Uzun bir ara oldu biliyorum, neredeyse üç ay...Dolu dolu geçen üç ay oldu benimkisi; seyahatler, kıtalar, ülkeler, şehirler, köyler, doğum günleri, antremanlar, hastalıklar,heyecanlar, kutlamalar,misafirler, dostlar ve daha neler neler. Nereden başlayacağımı bilmiyorum yavaş yavaş hepsine değinmek istiyorum ama bildiğim tek şey, hayata teşekkür etmek.
Teşekkürler hayat; sağlıklıyım bu yüzden de en büyük özgürlüğe sahibim-hareket edebilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat;ailem ve yakınlarımın sağlıkları ile ilgili problemleri çözülebilir durumda-bir de dostlarımdan bazılarının sağlıkları eski güzel hallerine gelse

Teşekkürler hayat; dil biliyorum ve başka ülkelerde çok rahat iletişim kuruyorum-iletişim özgürlüğü

Teşekkürler hayat; dostlarım var hem de gerçek dostlar, evimiz dolup taşıyor, paylaşıyoruz, biz gidiyoruz onlar geliyor-paylaşma özgürlüğü

Teşekkürler hayat; hobilerim var, canımın sıkılmasına izin vermiyorum-yanlız kalabilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; küçük şeylerden mutlu olabiliyorum, büyük meblağlar gerekmiyor mutlu olmam için - gönül zenginliği

Teşekkürler hayat; serbest çalışabiliyorum-seçme ve seçilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; aranıyorum, neredesin diye telefonum çalıyor-arayanla soranla görüşme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; sadece satın alarak mutlu olmuyorum, alışveriş merkezi olmadan da yaşayabiliyorum-ıssız bir köyde yaşayabilme özgürlüğü

Teşekkürler hayat; harika bir ailem olduğu için-YAŞAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

Tuesday, June 14, 2011

KUŞ LOKUMU




Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel karelerden biri...Okul çıkışı varsa cebimde azıcık param, kapı önünde gazete kağıdından yapılmış küçük kese kağıdında satılan rengarenk lokumlardan alışım. Kuş lokumu, kuş gibi minicik lokumlar. Hatta dersin bitmesini iple çekerdim ki o yeşil renk olan nanelilerden kalsın satıcıda. En çok rağbet gören oydu nedense. Alıp yemeye başlayınca bir de çabuk biterdi ki, daha okulun sokağını geçmeden hüsrana uğrardım hep, kimseyle karşılaşmak istemezdim ikram etmek zorunda kalmayım diye. Eh bize öyle çok harçlık da verilmezdi, beslenme çantasına ne konmuşsa onunla idare etmek zorundaydık. Bu yüzden lokumlar da çok kıymetliydi. Ne yerken boğazıma kaçması, ne dişlerime yapışması, ne zar zor arttırdığım paranın bitmesi beni almaktan vazgeçiremezdi.


Bugün yine o lokumlarla karşılaştım 21 yıl sonra..Beyaz renkte olanları artık yok galiba ama hepsi yine aynı canlılıkta. Hemen bir paket aldım ama nedense 21 yıl önceki tadı alamadım, cebimde param vardı, çok çok almamı sağlayacak, hasretini çekmeyecektim 1 hafta ondan mı, yoksa artık küçük tatlar büyük mutluluk mu vermiyor bilmem ama eve gelince ve kızımla paylaşınca "aynı jelibona benziyor ama jelibon daha parlak daha güzel" dedi o da ve ben iyice hayal kırıklığına uğradım. Jelibon neredeeeeee benim kuş lokumum nerede...Koydum kaseye, girip çıkıp yiyorum ama ne ben eski ben ne lokum eski kuş lokumu...

Monday, June 13, 2011

Çatışmayı yok mu edelim yönetelim mi



'İnsanın olduğu yerde anlaşmak zordur' derler ya hep, ne kadar kötü aslında. İnsanın olduğu yerde anlaşma olmuyorsa nerede olacak ki? Alemin en akıllı yaratıkları anlaşamıyorsa kim anlaşacak, diyoruz da olmuyor işte. Çatışmaları yok etmeyin yönetin dedik yıllarca hep eğitimlerde. Çatışmanın olduğu yerde hareketlilik olur, verimlilik olur, yeni fikirler çıkar dedik durduk. Diyoruz da niye olmuyor, niye kimse uygulayamıyor?



Son günlerde hep bir çatışma...Bu sizin isteğinizle olmasa bile hayatın akışı sizi tam da çatışmanın ortasına getiriyor bazen. Bu çatışmalarda hep görüyorum ki herkes kırıyor, eziyor, üzüyor hatta üzülüyor. Seçimler yapıldı bitti herkes birbirine yazdı çizdi sanal ortamlarda. Hayat görüşü farklı diye birbirini olmayacak şekilde yargıladı, kendi fikrinde olmayanı aşağıladı durdu. Kimse kimseyi dinlemiyor ama herkes dinlenmek, anlaşılmak istiyor. Annem babam çatışıyor hep kendilerinin nasıl üstün olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Kızımla ders konusunda çatışıyoruz, hangimiz üstünüz bunu kanıtlamaya çalışıyoruz. Bir hediyeye karar vereceğiz, amacının mutlu etmek hoş ortam yaratmak olduğunu unutup ortamları geriyoruz, biz daha çok geriliyoruz ve daha neler neler...Bunların herbirinin sebebi farklı, kişisel görüş ayrılıkları, kendi değer yargılarımız, sistemler ve daha neler neler....Hiç biri verimlilikle, yepyeni bir fikirle bitmiyor, kırılma, gücenme, tepkiyle bitiyor. Niye? Acaba bazen uyum sağlamak, kaçınmak, boyun eğmek gelecekte sağlam ilişkiler yaratmak için etkili olabilir mi? İllaki her çatışmayı kazanmak mı gerekir? Bugün ben bir adım geri atarsam yarın karşı tarafta benim için geri adım atar mı? Bilmem sadece soruyorum, bugüne kadar çözemedim de. Belki çözen vardır...

Friday, June 03, 2011

Anne gözü farklı görür

Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Annesine göre, kızı nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu annesinin.

Ama ilkokula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, önceleri onlara inanmadı. Ama birkaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti.

Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçekbozuğu bir cilde sahipti."Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki, annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden ona yalan söylemişti. Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen, yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen, düzelmiyordu.

Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında, annesinin yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip ondan kızına bakmasını rica etti.

Genç kız, bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla başbaşaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek, kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı gözü görmekten korkuyordu.

Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozuklar tamamen kaybolmuştu. Kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüştü.

Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak; "Sanki yeniden dünyaya geldim,"dedi. "Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?" Yaşlı doktor;"Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!" diye gülümsedi. "Annenin ölmeden önce bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!"

Wednesday, May 25, 2011

Kalbiniz başka beden de atar mı hiç

Bir insanın kalbi nasıl başka bedende çarpar, nasıl başkasının heyecanını, kaygısını, neşesini, üzüntüsünü yaşayabilir kendi bedeninde. Ancak "anne" olunca yaşayabiliyor bu duyguları ve yaşı kaç olursa olsun çocuğunun annelik böyle devam ediyor. 60 yaşındaki babam için babaannem hala endişe duyuyor üşür mü diye...Hiç bitmiyor kalp çarpıntısı çocuk varsa.

Bugün kızım ilk kez tek başına sahneye çıktı piyano solosu için. Eni topu iki parça çalacak ama gelin görün benim heyecanımı. Akşamdan başladı heyecan, sabah onu okula gönderdim hazırlanıyorum, aklım hep onda. Provada heyecanlanacak mı, kendini tanıtacağı metni ezberleyecek mi, çalamazsa üzülürse utanırsa çok üzülür mü, bir sürü heyecan ama hepsi de onun yaşayacaklarını düşünüp duyulan kaygılar...

Okula gittik hep beraber, provadalardı. Sonra konser başladı, sırayla geliyor eserlerini çalıyorlar tek tek...Sıra bizimkine gelmiyor, perdenin arkasından arada görüyorum , çok heyecanlı belli. On kişi geçti yok hala, biliyorum sıkıldı beklemekten, heyecanı dorukta dokunsan ağlar şimdi. Ya ben? Oturduğum yer sırılsıklam terden, ellerim ve ayaklarım sanki yok, kalbim boğazımda atıyor...Babası her an sahneye fırlamaya hazır en önde oturduğumuzdan, kızımız nota defterini koymaya yetişemez ya da mikrofonu açamazsa kendini tanıtırken diye..ne saçma olası şey değil ama işte insan her türlü olasılığı düşünüyor.

İşte o an geldi, elinde defteriyle girdi sahneden..Selam verdi, kendini tanıttı, çalacağı parçaları

-9.Senfoni ve Yaşasın Okulumuz-anons etti ve çaldı. Çalarken yüzünden neler hissettiğini, hangi anda heyecanlandığını hangi anda rahatladığını hepsini okudum, çünkü kalbim ondaydı o an. Ben oydum. Onun eli, onun kolu, onun kulağıydım o an.

Anne olmak demek hakikaten kalbinin başka bir bedende atması demek, bunu tekrar anladım bugün.

Monday, May 23, 2011

Ben her bahar böyle mi olacağım



Ben her bahar böyle mi olacağım?

Her bahar bir heyecan, bir sıkıntı, bir kaygı,bir kalp çarpıntısı...Sebebi bazen belli değil bazen çok belli, bazen bir hastalık bazen bir belirsizlik...Ama her bahar bir hüzün, bir iç sıkıntısı, güneş geç gösterdi yüzünü ondan mı acaba? Ama güneşe göre mi belirlenecek ruh halimiz, öyle şey olur mu? Hava kötüyse biz de kötü, hava iyiyse biz de iyi. Yok canım daha neler...

Toparlanmak lazım, çok şükür etmek lazım, her uyandığımız sabaha, yastığa sağlıklı olarak koyduğumuz başa, aldığımız her nefese, özgürce yediğimiz herşeye binlerce kez şükretmek lazım. Biliyorum bilmesine de işte bazen depresif oluyorum ben. Özellikle de bahar aylarında.

Ben her bahar böyle mi olacağım?

Saturday, May 07, 2011

Beyrut ve çevresi

Beyrut ve yakınındaki şehirler ve bu şehirlerin her birinde gezip görülecek çok yer var ama vaktiniz bizim gibi sınırlıysa anlatacağım üç yeri özellikle gezmenizi tavsiye ederim. Jeita Grotto, Harissa ve Byblos. Beyrutta tavsiye edilen iki önemli turizm şirketi var ve onlar size tüm bölgeleri çok profesyonelce gezdiriyorlar: Kurban ve Nakhal. Kurban’ın gezi günleri bize uymadığından biz Nakhal’i seçtik ve Cuma gününden Cumartesi turu için anlaştık. Cumartesi sabahı dedikleri saatte yani dakik bir şekilde bizi otelden aldılar ve çok konforlu bir şekilde yola koyulduk.

İlk durağımız bir doğa harikası olan Jeita Grotto mağaraları oldu. Beyrut’a yaklaşık 18 km. uzaklıkta olan mağaralara harika yemyeşil bir yoldan giderek ulaşıyorsunuz. Bu blgeyi 1800 lü yıllarda William Thompson adlı bir Amerikalı avlanmaya geldiği zaman keşfetmiş. İki mağaranın arasından geçen nehir zamanında kurtların yaşaması nedeniyle Wolf River olarak bilinse de bugün Dog River olarak biliniyor. Nehir aynı zamanda Beyrut’un içme suyunu da karşılıyor. Önce Upper Cave yani üst mağarayı ziyaret etmek için, otobüsten inip biletlerimizi alarak kırmızı bir teleferiğe bindik. Yemyeşil bir ormanın arasından akan nehrin üstünden geçerek mağara girişine vardık. Mağaraya girdiğimiz anda bir doğa harikası ile karşı karşıyaydık. Hayatımda ilk defa bir mağaraya giriyordum hem de Ortadoğu’nun en büyük mağarası. Üstelik bu mağara öylesine bir mağara değildi; 1,5 milyon yıl boyunca kireçtaşının oluşturduğu sarkıt ve dikitlerin bir tiyatro sahnesi gibi dizildiği olağanüstü bir mağara. İnsanın nefesi kesiliyor manzara karşısında. Üst mağarayı yürüyerek geziyorsunuz ve her bir sarkıt sizi alıp götürüyor geçmişe. O an bir tiyatro sahnesindesiniz rengarenk ışıkların süslediği. Lower Cave yani Alt Mağara ise tekneyle geziliyor. Romantizm, gizem, büyü, korku ne arasanız var bu gezi boyunca. Işık gölgeleri düşüyor suyun üzerine, daracık yollardan ustalıkla geçiyor tekne sürücüsü. Jeita Grotto hakikaten büyülüyor insanı, boşuna Dünyanın Yeni Yedi Harikası aday listesine girmemiş.

Jeita’dan yola çıkıp daha çok Beyrut’lu Hıristiyanların yaşadığı ve genelde yazlık evlerin bulunduğu Junieh’ e doğru yola koyulduk. Beyruttan 25 km. kadar uzaklıkta ve Beyrut’un sırtını dayadığı Harissa tepesine biz otobüsle çıktık. Genelde teleferikle çıkılan bu yolu biz araçla çıkıp teleferikle geri dönmeyi tercih ettik. Harissa, Meryem Ana Heykeli ve Maruni Kilisesinden ibaret ama bir manzara var ki, bizim Çamlıca Tepesi ayarında. Tüm Beyrut ayaklar altında. Zaten neredeyse yol boyunca her yerden koskoca hacıyla kiliseyi ve tepeyi görüyorsunuz. Hıristiyanlığın gücünü hissettirdiği bir tepe harissa.

Özellikle büyük teleferikle ilk etapta indiğiniz yerden görünen manzara bir harika. Bu noktaya kalabalık bir grupla ve büyük kırmızı teleferiklerle iniyorsunuz. Sonrasında dört kişilik teleferiklere binip sahile kadar inerken ki manzara inanılmaz, tabi teleferikler vızır vızır ve apartmanların arasından geçtiği için, Beyrut evlerinin içini, yaşam alanlarını da izleme şansınız oluyor. Şahsen bu apartman dairelerinde oturmak istemezdim, düşünsenize odanızın penceresinin önünden dakika başı bir araç ve insanlar geçiyor, mahrem alan diye bir şey yok. Bu arada yükseklik ve kapalı mekan korkusu olanlar için en iyi yol araçla çıkıp inmek Harissa’ya.

Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan, son durağımız Biblos’a doğru yola çıktığımızda içimi bambaşka bir heyecan sardı. Yaklaşık 8000 yıl önce kurulmuş bu şehir, dünyada görmek istediğim yerler listesinde bulunuyordu. Yaşım ilerledikçe hepsini sırasıyla görmeye başladım ve işte şimdi Biblos’taydım. Sebebi belki de yazının sonunda bahsedeceğim konudan dolayıdır kimbilir…

Biblos özellikle biz kitap sevenler için mutlaka görülmesi gereken bir yer, çünkü modern alfabe ilk kez burada bulunmuş. Harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği ve bugün okuduğumuz kitapların temeli işte burada atılmış. Eski çağlarda Fenikelilerin liman şehri olan Biblos, tarihi kalıntıları, Obelisk tapınağı, kalesi ile göz kamaştırmakla beraber, tarihi çarşısı, hediyelik eşya dükkanları, kafeleri, fosil müzesi ile buram buram tarih kokuyor. Beyrut’a 45 km. uzaklıktaki Byblos ya da Yunanlıların diliyle Jbeil’i görmeden Beyrut’u gördüm demek doğru olmaz.

Gelelim benim Biblos tutkuma, 13.yy. sonuna kadar Biblos, Banu Hamada adlı bir yerel ailenin yönetimindeymiş. Banu; hatun, sultan anlamına geliyor bunu biliyorum ama bu kadar da hakimiyet de pek göz ardı edilecek gibi değil doğrusu.

Dönüş yolunda sahil kıyısında Makhlouf Sur Mer adlı deniz ürünleri restoranında yediğimiz Lübnan mezelerinin ve balığın güzel tadıyla Beyrut’un tadı karıştı ve hoş bir duyguyla ertesi sabahın erken saatlerinde Beyrut’a veda edip güzel ülkemizin yolunu tuttuk.

Tuesday, May 03, 2011

Beyrut'ta yaşam

Gitmeden önce Beyrut hakkında o kadar övgü dolu sözler duymuş o kadar çok yazı okumuştum ki, açıkçası merak ediyor ve pek de inanamıyordum Ortadoğu’nun Paris’i denen şehrin bu kadar muhteşem olabileceğine. Gece yarısı uçaktan inip de havalimanının açık alanına çıktığımızda sıra sıra dizilmiş taksilerin lüks ve son model hallerinden denildiği kadar olduğunu anlamıştık bile. Havaalanından otele kadar olan yol boyunca gördüğümüz binalar , son model arabalar, capcanlı gece hayatı, ışıl ışıl caddeler sanki bir Avrupa şehrindeyiz hissi verdi bize.

Otelimiz Beyrut’un kalbinin attığı Hamra caddesinin tam üstündeydi. İlk gece daha uçaktan iner inmez saatin çoktan bizim sınırlarımızı aştığını bilsek de bu canlı şehri kaçırmak istemedik ve gece yarısını çok çok geçmesine rağmen ünlü Beyrut Amerikan Üniversitesinin önünden yürüyerek Corniche adı verilen sahil boyuna geldik. Bizim aç olduğumuzu bilen ve güzel menüleriyle karşılayan Hard Rock cafe hemen Corniche’in başında. Girişindeki Beatles’a ait dev yazı da enteresan doğrusu; “The Time Will Come When You See We Are All One. Hepimizin bir olduğunu göreceğimiz o gün gelecek.

Madem gece hayatı dedik, Beyrut’un kalbi geceleri Monot Caddesinde atıyor. Gece kulüpleri, barlar ve restoranlar yaklaşık 1 km olan bu dar ve uzun sokakta. Beyrutta ikinci akşamımızda taksi bizi bıraktığında karanlık, ıssız bir sokakta bulduk kendimizi, hatta yanlış geldiğimizi bile düşündük fakat hafif hafif müzik seslerini takip ederek öyle bir ortama girdik ki her yer harika tasarımları olan barlarla doluydu. Lime Bar, tam lime limon renginde hoş bir ambiyansı olan bahçeli ılık Beyrut gecesi için harika bir seçim oldu. Tabi buralarda hayat 23:00 sonrası başladığından bizim için biraz geç bir vakitti ama yine de çocuksuz olunca ve yetişmek ya da sabah erken kalkma derdi olmadığından hakkını verdik diyebiliriz Monot caddesinin.

Gündüz güzelliği ve canlılığı kadar gece de hareketli olan Place de L’Etoile yani Özgürlük Meydanı Beyrut’un simgesi..Venedik için San Marco meydanı, Barcelona için Rampla Caddesi, İstanbul için Taksim Meydanı ne ise Beyrut için de Özgürlük Meydanı ve bu meydana çıkan tüm sokaklar aynı. Özellikle Lübnan Mutfağını tadabileceğiniz çok sayıda restoran bulunan caddede nargile içerek günü tamamlayabilir, dünyanın her yerinden gelen çeşit çeşit insanları izleyebilirsiniz bu meydanda oturarak. Beyrut denince aklımda kalan ilk ve en güzel şey meydandaki cafede oturup elma aromalı nargileyi tüttürmek oldu ne yalan söyleyim, sigara içmeyen biri olarak o kokuyu hiç unutamadım.

Beyrut’un merkezi olan ve downtown olarak adlandırılan bu bölge Beyrut’ta görülebilecek tüm tarihi bina ve eserlerin de toplandığı bir meydan. Savaş zamanında en sıcak çatışmaların olduğu ve yeşil hat olarak adlandırılan bu meydanda şehitler adına yapılmış Place Des Martyrs anıtını, Ömer Paşa Camisini, Parlamento binasını, Roma İmparatorluğu kalıntılarını, Public Parkı aynı anda gezebiliyorsunuz. Beyrutta gezerken binaların üzerinde bulunan savaş izlerini görüyorsunuz sürekli. Taranmış binalar, kurşun izleri, delik deşik duvarlar. Kimileri yeniden restore edilmiş, kimileri hala restorasyon halinde, kimileri de kurşun deliklerinin içini doldurup oturmaya devam ediyor. Dolayısıyla şehirde sürekli bir inşaat durumu söz konusu.

Yeşil hat denilen sınırın kuzeyinde Hıristiyanlar güney kısmında ise Müslümanlar oturuyor, tabi bu ayrım sadece hatta kalıyor yoksa dinlerin kardeşliğinin en güzel örneği Beyrut. Ezan sesi ile çan sesi aynı anda kulağa o kadar hoş geliyor ki.

Beyrut aslında hareketliliği, sürekli trafiği, insanların sabırsızlığı, korna sesleri ile İstanbul’a çok benziyor bu yüzden de maalesef kendimizi çok rahat hissettik Beyrut’ta. Genelde toplu taşıma aracına hiç rastlamadık, herkes ya taksilerle ya da kendi araçlarıyla gidiyorlar bir yerden bir yere. En ilginci de taksilerin pazarlığa açık olmaları öyle ki yarı yarıya iniyorlar pazarlıkla. Taksiye binmeden önce gideceğiniz adresi söylüyorsunuz o size 15 dediyse 5’e gidiyorsunuz.

Ortadoğu’nun Paris’i olur da Paris alışverişsiz olur mu hiç? Hamra caddesi ilk gece gezdiğimizde ünlü markaları barındırıyor gibi görünse de alışverişin merkezi Solidere Bölgesi bence. Hamra caddesi biraz İstiklal Caddesini andırıyor, arada yerel mağazalar, turistik eşya satan mağazalar oysa downtown denilen bölgede Beyrout Souk adı verilen açık hava alışveriş merkezi ve çevresindeki sokaklar, modanın merkezi şeklinde. İşte burada kendinizi hakikaten Paris’te hissediyorsunuz. Ayrıca Doğu Beyrut’taki ABC alışveriş merkezi de görülebilecek yerlerden. Fiyatlar inanılmaz yüksek, herşey çok parlak, taşlı cıngıl cıngıl ama görmeye değer doğrusu. Bu kadar hareketli bir yaşamın olduğu Beyrut’ta yemek başlı başına bir şölen. Lübnan mutfağının ününü zaten hepimiz biliriz mutfakla yemekle aramız biraz iyiyse. Tüm dünyada Çin Mutfağı, İtalyan Mutfağı kadar yeri vardır Lübnan Mutfağının da. Ama yerinde tatmak doğrusu bir başka. Bizim Antakya yöresinin tüm meze çeşitleri burada ve aynı isimle. Hommos – Humus, Kebap, Tabbouleh-Maydanoz, domates, roka salatası, Abbaganush- Abagannuş. Lübnan Mutfağını tadabileceğiniz en güzel yerlerden biri Karam Beirut. Dünyada birkaç ülkede şubesi bulunan Karam, bizim Bursa İskender ya da Develi Kebap gibi artık geleneksel olmuş. Downtownda bulunan bu mekanı tavsiye ederim. Ayrıca Monot caddesinin hemen paralelinde bulunan Abdel Wahap da bir diğer adres Lübnan Mutfağı için. Eğer Lübnan mutfağı ile sınırlı kalmak istemezseniz Fransız mutfağının güzel bir örneği le “Relais de l’Entrocote”. Bizim cafe de Paris diye yediğimiz et ve patates kızartması…Yalnız restoran sadece bu ikiliyi sunuyor başka bir yemek şansınız yok. Monot caddesinde ve Özgürlük Meydanında iki şubesi var ve hakikaten güzel. Bunun dışında İtalyan, Çin, Asya yemeklerini hemen hemen heryerde bulabilirsiniz.

Genç nüfusuyla, güzel alımlı bakımlı genç kızlarıyla kordon boyunu andıran Corniche ve güvercin kayalıklarıyla Beyrut pırıl pırıl parıldıyor. Arap müziğinin sokaklara yayılan kıvrak melodisi, saat başı çan sesi, her renk begonvilleri, sarı renkli taş binaları ve içinizi zaman zaman ürperten savaş kalıntılarıyla Beyrut savaşın izlerini çoktan silmeye başlamış.

Thursday, April 28, 2011

SON NEFES

''Büyütmem gereken bir kızım var, şalteri nasıl kapatırım ki" demiş Arman Kırım pazar günü ropörtajında...Çarşamba sabahı da şalterler kapanmış....ÖLÜM....


Biz istemesek de şalterler iniyor, aynı bundan tam bir yıl önce daha hayatının baharında 37 yaşında aramızdan ayrılan Volkan'ımız gibi. Onun da büyütmesi gereken bir kızı vardı aynı Arman Kırım'ın kızının yaşında. Tıpkı aynı kazada ölen Bahadır gibi, aynı yaşta oğlu vardı onunda...hepsi 8 yaşında bebeler daha. Tıpkı aynı kazada ölen Ali gibi....Babalığa hazırlanan...Bu şalterlere ne oluyor, niye durmadan kapanıyor, kime göre neye göre....ah bir bilebilsem.

Biz daha yarışalım hayatla, yetiştiremeyelim işleri, kariyer koltuklarına yapışalım, bitmesin projeler, paraya doymayalım, aldıkça alalım, sevdiklerimizi ihmal edelim, çocuklarımızla akşamdan akşama görüşelim, büyümesini kaçıralım, lükse, markaya, çula çaputa yatırım yapalım, aramayalım birbirimizi sormayalım, hep küselim, fesatlıklar düşünelim, istemediğimiz şeyleri istemeden yapıp, içimizden geldiği gibi yaşamayalım, ana babamıza hasret olalım, kardeşimizi umursamayalım, işten güçten hiçbirine vakit ayırmayalım, en sevdğimiz arkadaşımızı yoğunluktan unutalım ŞİMDİ. NASILSA DAHA ÇOKKKK VAKTİMİZ VAR, YAPARIZ BİR GÜN HEPSİNİ.


Volkan, Bahadır, Ali, Arman..... ve bugün şalteri inmiş herkesin mekanı cennet olsun.

Thursday, April 21, 2011

DİŞ PERİSİ

Çıkarken de düşerken de bir tantana oldu bizim dişler valla. 11 aylık, neredeyse doğum günü olacaktı ama kızımda hala diş belirtisi yoktu. Akranları altı aylık çıkarmışlardı hatta onun zamanına gelene kadar neredeyse tüm dişleri tamamdı. Ben de aldı mı bir telaş, acaba dişleri çıkmayacak mı, acaba niye geç kaldı bı kadar. Allahtan tam bunları düşünürken biri patlayıverdi de hepimiz bir oh çektik. Çok ağrı sızı olmadı bizde, öyle huysuzluk, ateş filan yaşamadık çok şükür. Tabi diş çıkınca diş buğdayı yapıldı, çoluk çocuk cümbür cemaat toplanıldı, buğdaylar haşlandı, toz şekerle karıştırıldı afiyetle yenildi. Haşlanmış buğday taneleri ipe dizildi toka niyetine kızımın saçına takıldı, kısmetli olsun niyetine. Buğdayın içine para konuldu, hangi misafire çıkarsa kızımı donatsın diye. Makas, kitap, ilaç kutusu, müzik cd si gibi çeşitli meslek gruplarını temsilen nesneler kızımın önüne kondu ki, hangisini seçerse ileride o mesleği yapacak diye. Anlayacağınız diş çıktı çıkmasına ama bizim kutlamalar günlerce sürdü. Eh şimdi çıkan dişlerin dökülme zamanı, ne tuhaf di mi çıksın diye uğraş bekle, sonra da dökülsün. Tabi biz yine geç kaldık, kızımın arkadaşlarının hepsinin dişleri çoktan döküldü hatta yenileri çıkmaya başladı ama bizde tık yoktu bugüne kadar. Artık deneyimli olduğumuzdan "niye dökülmüyor" diye telaş yapmadık hatta geç dökülen dişlerin daha sağlıklı çıkacağını duyunca pek bir rahat davrandık ebeveyn olarak ama gel gör ki kızımız bizimle aynı fikirde değil. Okulda bir prestij meselesiymiş meğerse bu diş çıkması. Dişsiz olmak, öyle gezmek büyümenin bir sembolüymüş ve daha dişi dökülmeyenler için çok da iyi şeyler düşünülmüyormuş. Hergün dişlerine asılmak mı dersiniz, sallanmayan dişi sallanıyor diye sevmeler mi dersiniz, "anne çıkacak di mi" diye günde beş defa sormak mı dersiniz hepsi var. Yani çıkarken bu kadar sıkıntı yaşamadım ama düşerken yandık gibi. İşte bu sabah beklenen an geldi ve benim de günüm aydınlandı. Alt sıradaki orta dişimiz sallanıyor. Ben üzüldüğümü hatta ağladığımı hatırlıyorum küçükken dişim çıkıyor diye. Ne ağlaması koşa koşa, sevinçle gidildi okula haberi vermek için arkadaşlarına. Tuhaf valla tuhaf şimdiki çocuklar. O rahatladı akşam sabah düşer o sallanan diş. Pekala ben ne yapacam şimdi, ilk diş düşmesinde neler yapılıyor, diş perisi diye birşey varmış bilen var mı, ne gibi kutlamalar var acaba, nerede saklanacak çıkan diş, kutu nerede satılır, özel bir yemek var mı pişirilmesi gereken....Aman çıkması ayrı düşmesi ayrı dertmiş bu dişin.

Monday, April 11, 2011

Beni bu kokular öldürüyor

Vazo içinde sapları çürümüş çiçek kokusundan, Sigara içilen ortamda uzun süre bulunan bir insanın kıyafetinin üzerine sinen kokudan, Uzun süre camları açılmamış bir odaya girdiğimdeki ilk kokudan, Birkaç saat önce lahmacun yenilen ortamın kokusundan, Karnabahar pişmiş mutfak kokusundan, Binlerce parfüm denenmiş olan parfümeri dükkanının kokusundan, Paspasları yıkanıp kurumadan serilen araba kokusundan, Eve tamire gelen tamircinin gittiğinde arkasında bıraktığı ayak kokusundan, Çocuk vitamin şuruplarının kapağı ilk açıldığı andaki kokusundan, Ve tüm kokulu silgilerden nefret ediyorum...

Sunday, April 10, 2011

Bu çocuklar başka yerden...

Olay büyük alışveriş merkezlerinden geçer; eşime makosen almak için girdiğimiz bir mağazada, annesi babası ayakkabı bakan beş yaşlarında bir çocuk, mağazanın minik puflarını araba yapmış bir uçtan bir uca itiyordu. Düttt dütt diye oradan oraya giden puflar tabi ki amaca hizmet edemiyordu bu afacan sayesinde, halbuki onlar insanlar rahat rahat oturup ayakkabısını denesin diye oradalardı. Hem çocuğa bunu hatırlatmak hem de biraz onu kızdırmak için "bu araba benim" dedim pufun birini tutup, "yaaaaaaaa benim" dedi tabi, ona acıyacağımı susacağımı sandı velet ama ben tekrar " hayırrr benim" dedim ve pufu çektim kendime doğru. Benimle başa çıkamayacağını anlayan çocuk babasına koştu ve "babaaaa bu araba benim" dedi, babası da "tamam oğlum,senin" dedi, ama o an için çocuğu başından savmak istercesine...İşte çocuğun verdiği yanıt: "araba benimse, ruhsatını benim üstüme yap o zaman bana neeeee yaaa"


Ne babası ne ben böyle bir yanıt tabi ki beklemiyorduk. Daha beş yaşında, hayal gücünü, mavi bir pufun onun arabası olduğuna bu kadar inanmasını, sahiplenmesini herşeyi bir kenara bırakın daha o yaşta "ruhsat" kelimesini, üzerine yapılacak bir olay olduğunu bilmesini bilemedim ben doğrusu. Kızım da bazen buna benzer şekillerde şaşırtıyor beni...Daha geçen gün bir arkadaşım beş yaşındaki kızının "element"ten bahsettiğini anlattı.

Kesinlikle başka bir amaç için geliyor dünyaya şimdiki çocuklar, misyonları çok farklı. Bizden değiller sanki...Dünyayı değiştirmek üzere, yeni bir bilinç ve enerjiyle geldiklerine inanıyorum kesinlikle. Biz onları çoğu zaman hiperaktif, yaramaz, hareketli, meraklı diye adlandırıyoruz ya da üstün zekalı. Ama onlar -kendi değerini bilen, ihtiyaçlarının farkında olan, sistem bozucu ama bunu iyileştirmek için yapan- cevherler...

Monday, March 21, 2011

MAGNETLERİM

En büyük, en zengin kollleksiyonum MAGNETLERİM. Yakında sırf bunun için bir buzdolabı alabilirim. Gittiğim her ülkeden,her şehirden topladığım magnetlerim gözümün bebeği. Hiçbir özel eşyama özen göstermem ama magnetlerime kıyamam, kırılmasına dayanamam. Onları yıllardır topluyorum, baktıkça yine tekrar gidiyorum o yerlere. Şimdi bu yönümü bilen arkadaşlarım da taşıyorlar bana magnet aynı kuzenim gibi. Kolleksiyonumda kuzenim in de payı büyük. İşte magnetin bana göre faydaları;

Seyahat için gidilen yerlerden getirilebilecek en ekonomik, taşıması en kolay, en renkli hediye.

Kolleksiyon yapmak için ekstra bir yer gerektirmez, mıknatıs tutan buzdolabı, aspiratör üstü, termosifon doğal gaz kombisi yeter.

Sadece siz değil, gezen herkes sizin için toplayabilir.

Gittiğiniz yerlerin anıları hep gözünüzün önünde olur.

En önemlisi de rengarenk bir mutfağınız olur

Tuesday, March 15, 2011

Üstüne vazife mi?

İnsanları çok seviyorum, yaşlısı genci, kızı erkeği, zengini fakiri, cahili alimi, güzeli çirkini ayırt etmeden her insanla birşeyler öğrenip alışverişte bulunuyorum. Ama insanlar, karşı taraf bazen sevilmemek için çaba harcıyor. Evet evet kendinden nefret edilmesi, ona sinir olunması ya da iletişimin kesilmesi için çaba harcıyor, belki de isteyerek yapıyor bilemiyorum ama ben bu tip insanları çevremden uzaklaştırmaya çalışıyorum yavaş yavaş.

Biz insanlar her konuda fikir yürütürüz, her konuda enerji harcar çözmeye çalışırız ama bu konular genellikle çözme gücümüzün olmadığı ya da üstümüze vazife olmayan konulardır. Tuttuğu futbol takımını şampiyon yapmaktan, ülkeyi kurtarmaya kadar ahkam keseriz, daha ailemizi yönetip doğru düzgün anne baba olamayız o ayrı...Hep üstümüze vazife olmayan konular için enerji harcar, "ben olsam şimdi çoktan çözmüştüm", "sallandıracaksın bir iki kişi bak görecekler", "böyle siyaset mi olur bana bıraksalar" deriz ama gidip oy kullanmayız. Üstümüze vazife olmayan konuları konuşmak kolaydır çünkü, atıp tutmak, yargılamak, akıl vermek dünyanın en kolay işidir çünkü eylem yoktur. Oysa ki iş, üstüne vazife olan işleri çözmeye gelince ortada kimse yoktur çünkü onun için çaba gerekir, eylem gerekir, kafa yormak ve düşünmek gerekir, elini taşın altına koymak gerekir. Kim yapacak bunları?


Nereden geldi bunlar aklıma, o kadar çok insan "ikinci çocuk düşünmüyor musun", "iki çocuk şart", "kardeş güzel şey","yap bir tane", "çocuğun için yapmalısın, onu tek mi bırakacaksın", "sonra pişman olursun" gibi laflar üretiyor ki bu ara ister istemez insan "acaba ben çok mu bencilim, onların aklı var düşünüyorlar hem de benim geleceğimi düşünüyorlar, ben salağım düşünemiyorum, çocuğuma kötülük mü ediyorum, illa düşünmem ya da yapmam gereken birşeyi atlıyor muyum" diye düşünmeden edemiyor. Ama ben kimseye "üçüncüyü düşünüyor musun", "niye iki çocuk yaptın, pişman olacaksın ileride çok yanlış yapmışsın", "tek çocuk şart, gerisi boş, sanki onlar ileride birbirine bakacak mı", "niye iki tane yaptın, sevgiyi, malı mülkü bölüşecek boşuna çocuk" demiyorum. Üstüme vazife değil çünkü, şimdi yaparım hiç yapmam sonra düşünürüm....bunlar benim bileceğim işler, herkes niye işine bakmaz, üstelik dozu şaşırıp bu konuda kızıma baskı yapanlar var..."Anneyi zehirleyemedik bari çocuğu zehirleyelim" bana böyle geliyor, bu insanları negatif hatta bir arkadaşımın deyimiyle "negatiften beslenenenler" olarak görüyorum malesef, hatta bazen onların, yaptıklarından memnuniyetsiz olup başkalarını da yapmaya zorlayarak "ben çektim, çekiyorum onlar da çeksin" bakış açısında gördüğüm bile oluyor.


Sözüm, beraber paylaştığımız fikir alışverişinde bulunduğumuz ve düzeyli konuştuğumuz sevgili anne arkadaşlarımdan dışarı tabi.


Her insan kapısının önünü süpürse heryer tertemiz olur düşüncesiyle, her insan kendi sorunlarını çözmeye çalışsa başkasınınkine kafa yorup, yorulmasa iyi olmaz mı?

Friday, March 04, 2011

Çikolatalı Makaron

İlk olarak Fransaya gittiğimde denemiştim makaronu ve hayran kalmıştım. O tadı yıllar sonra Türkiye'de Beyaz Fırında ilk olarak denediğimde yine tadı damağımda kaldı ama hiç yapılabileceğini düşünmemiştim...Sanki yapanlar iki gözlü iki kollu değil, ne bileyim öyle rengarenk içi tuhaf kremamsı olan kurabiyeleri sanki ben yapamazmışım gibi. Sonra bayağı ünü yayıldı bu makaronların ve mahalle pastanelerinde dahi boy göstermeye başladı. Bana da bir heves geldi yapma konusunda. Becerikli arkadaşlarım da çok güzel bir şekilde hazırladılar rengarenk makaronları ve ben de ha gayret dedim kendime ve işte bir makaron macerasına giriştim. Gıda boyam olmadığı için ilk olarak çikolatalı yapmaya karar verdim.
Önce makaronları birbirine yapıştırmak için kullanılan kremayı hazırladım, bunu evdeki şokellayla yapanlar da var ama ben krema yapmayı tercih ettim. Eriyince yaklaşık bir su bardağı kadar olan bitter çikolatayı benmari usulü erittim ve üzerine 1/4 su bardağı çiğ krema koyup iyice karıştırdım. Bunu bir kenara bıraktım soğusun diye. 3 yumurtanın akını mikserle iyice beyazlayana kadar çırptım. Bembeyaz bir köpük olunca içine yavaş yavaş yarım su bardağı toz şeker ekledim ve iyice kabarmasını sağladım. Ayrı bir kapta 100 gram çekilmiş kabuksuz bademi, bir su bardağı pudra şekerini ve 3 yemek kaşığı kakaoyu karıştırdım. İyice karıştırdığım bu karışımı yumurtalı karışıma ilave ettim ve tahta bir kaşıkla çok az karıştırdım. Çok karışırsa yumurtalar sulandırıyormuş hamuru. Yağlı kağıt serdiğim fırın tepsisine , karışımı pasta şırıngası yardımı ile 3cm. çaplı daireler şeklinde dizdim. Bu kısmı biraz zor geldi bana. 150 derece olarak soğuk fırına makaronları koydum ve 10 dakika tutup fırını 175 dereceye getirdim ve makaronları 15 dakika daha pişirdim. Pişen makaronları iyice soğuduktan sonra kağıttan çıkarmak birazor oldu, birbirin eşit ölçülerdeki daireleri, daha önceden hazırladığım krema ile yapıştırdım ve makaronlarım hazırdı. Ben de yapabilmiştim sonunda, şimdi amacım mor makaronlar yapmak....
Tatlı hayat güzel yahuuuu...

Tuesday, March 01, 2011

KEYİF

İnsanların "keyif" anlayışı ne farklıdır, dışarıda içilen bir kaç kadeh, en pahalı arabayı almak, en güzel tatil beldelerine gitmek, en komik arkadaşlarla buluşmak, yemek yapmak, ameliyat yapmak, okumak, maça gitmek....say say bitmez. Kiminin keyif anları kimine eziyet, kiminin lüksü kimine sefalet...Bazen maddi, bazen manevi ama insanı insan yapan anlar ve işte beni "ben" yapanlar:
* Üst üste birkaç gün verdiğim eğitim sonrasında, herşeyi bitirip arabaya binip evime döndüğüm dakikalar....Aynı şey eve dönüş için havaalanında beklerken de geçerli, orada içilen çayın bile tadı başka...
* Ekmek makinasının "içine eklenecek malzeme varsa koyabilirsin" alarmının öttüğü an, ceviz, çekirdek içi, zeytin ..bunları eklemek kadar güzel bir duygu yok
* Kadıköy Balıkçılar Çarşısında boş boş gezmek, Altınoluk'tan kahvaltılık alıp, Çiya'da yemek, tadına doyum olmaz
* Evde temizlik yaptıktan/yapıldıktan sonra mis gibi salonda oturup taze demlenmiş çay içmek ve kitap okumak
* Turşu, salça, makarna, domates sosu gibi saklanacak gıdaları evde hazırlamak sonra da bunları sıra sıra dizip "emeğimi" izlemek
* Yeni denediğim bir yemeğin beğenilmesi, keyfime diyecek olmaz
* Görüşmelerim sonrasında karşımdaki kişilerin bana güvenmesi ve işi almam...Son iki senedir "tek başıma" bunu başarabilmek beni keyiflendiriyor
* Sabah herkes evden çıkınca evin bana kaldığı anlar..döneceklerini bilmek keyif veriyor, tersini düşününce hislerimi uzun uzun yazmak isterim başka bir zaman
* Evin kalabalık olması, yenilip içilmesi, yapılan sohbetler, yaşayan bir ev olması.....çok keyifli
* Okuldan servisle gelen kızımın, servisin içinden kafasını uzatıp" beni kim karşılayacak acaba" bakışı ve beni görünce yüzündeki "tebessüm"
* Çok severek aldığım bir kitabı, ilk okumaya başladığım anlar
Yaşam, ancak keyifli anların bolluğu ile güzel. O anları beklemek hiçbir yarar getirmiyor bunu anladım, o anları ancak yaratabilince mutlu oluyor insan, bir ekmek yapmak kimine eziyet belki, bana da bir neşe, bir yaşam enerjisi... "Sıkılmıyor musun" diyenler var bana, insan sıkılmak isterse ne mekan tanır, ne ortam yeter ki sıkılmak isteyelim. Ben de isteyince harika sıkılıyorum,dibine kadar.....

Friday, February 25, 2011

RAFİNERA

Yine uzun bir ara vermişim istemeden, halbuki ertelemek, uzatmak, oyalamak hiç bana göre şeyler değil. Üstelik konu yazmak olunca yemekte, arabada, doktorda, vapurda her yerde yazabilirim. Bu yazdıklarımı bazen hemen bazen bir yıl sonra paylaşıyorum ama bir konu var ki bunu hemen paylaşmam gerekiyor diye düşündüm. Yıllarca zafiyet geçirecek kadar zayıf olan ben evlendikten sonra yavaş yavaş kilo almaya başladım ve anne olunca da artık 'çok zayıf' sıfatından kurtuldum. Şahsen zayıf olmak çok hoşuma da gitmiyor ama çevremde kilosundan rahatsız olan ya da kilolu olmadığı halde bunu takıntı haline getiren o kadar çok kişi var ki ister istemez yediklerime dikkat etmeye başladım iyice. Allahtan yediklerimi kolay eriten bir yapım var da çok derdim olmuyor ama öyle dostlarım var ki kiloları yüzünden ciddi stres yaşıyorlar. Hep gittikleri diyetisyenlerden, uyamadıkları diyet listelerinden ya da verip tekrar aldıkları kilolarından bahsediyorlar. Bugün öyle bir olay yaşadım ki bana gerçekten vay be dedirtti.
Rutin kontrolüm için gittiğim doktorumu neredeyse bir yıldır görmüyordum ve muayene odasına girince 'doktorum yok galiba siz yenisiniz pek de gençsiniz' diyesim geldi, çünkü benim obez olan doktorum gitmiş yerine en az 15 yaş gençleşmiş bir anda dümdüz bir karna sahip manken bir adam gelip oturmuştu koltuğa. Hemen sırrını sordum tabi, sadece diyet dedi. İnanmadım nerede böyle diyetler ya da nasıl uydunuz dedim hemen. Bana RAFİNERA diye bir yerden bahsetti. Çalışan insanların özellikle de çok yoğun iş hayatı olanların bırakın diyet yemeği bulmaya bunları ne yapmaya hatta ne de yemek yemeğe vakti vardır, dolayısıyla ilk bir hafta harika giden diyet programı , iş yoğunluğundan evde uygun yemek olmamasından ya da 'aman boşver bir günden bir şey olmaz' gibi kaçamaklardan hep hüsranla sonuçlanır. Rafinera size diyet listenizdeki yemekleri hergün hazırlıyor, pişiriyor ve sabah kuryeyle eve ya da işinize gönderiyor, ana öğün ve ara öğünler olarak üstelik. Kalori hesaplamaları yapılmış, neyi ne kadar yiyeceğiniz belli..Her gün sizi düzenli arıyorlar, üstelik yemekler gurme kıvamında yani son derece şık ve lezzetli. Kolay ısıtılabilir halde, pratik olarak ayağınıza geliyor her gün yemekler. İster kendi diyetisyeninizin listesini uyguluyorlar, ister onların kendi bünyesindeki diyetisyenlerden yardım alıyorsunuz. Hakikaten çok mantıklı ve uygulanabilir, doktorum ve ailesi o kadar memnunlardı ki şu an normal hayata dönmüş ve yemek sistemlerini oluşturmuşlardı. Rafineranın sayfasına girip başarı hikayelerini okuyunca bana hak vereceksiniz.

Monday, February 14, 2011

Dünya Gençlik Kampı

Şubat tatili klasik adıyla "sömestre" geçmişte, okul yıllarımda hep benim için sıkıcı olmuştur. Annem de öğretmen olduğundan onunla evde beraber olmanın dışında çok fazla birşey yapmazdık. Televizyonun siyah beyaz olduğu o zamanlar sömestre tatilinde renkli çizgi film yayını yapılırdı çok kısa, dört gözle onu beklerdim. Bir de tiyatro, sinema gibi sosyal faaliyetler.

Kızımla beraber geçireceğimiz ilk sömestre için çok önceden araştırma yapmaya başlamış ve ilk hafta olacağımız geniz eti ameliyatından sonra kendimize sportif aktivitelerden biri olan "kayak" sporu için bir kamp ayarlamıştık. Referans ile bulduğumuz bu kamp için tabi öncesinde defalarca telefonda konuşmuştum ilgili kişilerle, sonuçta kampa katılacaklar en az 10 yaşındalar ve benim minik kızım daha 6 yaşındaydı. Her görüşmemde olumlu hislerle kapatmıştım telefonu, beni ikna etmişlerdi, güvenilirliği ve titizlikleri konusunda iyi konuşuyorlardı, 6 yaşındaki kızımın kayak sporunu rahatlıkla yapacağını, benim de kabiliyetim varsa üstesinden geleceğimi, kamptan memnun kalacağımı defalarca söylediler. E tabi böyle konuşacaklardı, sonuçta müşteri kazanmak istiyorlardı bana göre. Kampta ilköğretim, lise, üniversite öğrencileri vardı, bense kızımla katılacaktım ama tabi uyumlu bir veli olarak. Sonuçta kızımın tüm kamp programı onlarınkine dahildi. Baba Atilla Atalay ile uzun telefon görüşmeleri, yaklaşan tarihe doğru oğul Erkan Atalay ile yaptığım soru-yanıtlı uzun konuşmalar neticesinde, 7 şubbata kampımız başladı. 9 şubatta da bitti ve bu beş gün boyunca , Türkiye'de bu kadar kaliteli, bu kadar güvenli, gözünüz arkada kalmadan çocuğunuzu (bizimkinin yaşı biraz büyüyünce) bırakabileceğiniz bir kamp olduğunu öğrendim. Herbir çocuğa özel ders verir gibi ilgilenen eğitimciler (hepsi beden eğitimi öğretmenleri), sıcak, samimi ama mesafeli liderlik, havuz gibi riskli aktivitelerde her zaman gözetmen olan eğitimciler, motive edici davranışlar, bilgilendirme toplantıları, pratik yanında kayağın teori yönünü anlatan uzman kişiler, 6 yaş ile 20 yaş arasında olan hatta deli çağında olan gençlere karşı kullanılan süper bir dil ve gerçek bir profesyonellik. Biz kayak kampına katıldık ama bu kadarla sınırlı değil faaliyetleri, Dünya Gençlik Kampı'nın. Yaz Kampları, Macera Kampları, İngilizce Kampları, Sörf Kampları gibi çok fazla sayıda kampları var. İşin bir başka güzel yanı da uzun süre kamplarına katılan gençlere, kamplarda görevler verip onlara iş imkanı da sağlıyorlar. E daha ne olsun?
Beş günün sonunda yeni bir spor dalında edinilen başarı, grupla hareket edebilme, doğa koşullarıyla-sis gibi- başaçıkabilme becerisi, sosyalleşme...Dünya Gençlik Merkezi herkese tavsiye edilir, biz seneye onlarlayız hele de Meral Hocamız, Önder Hocamız, Cemil Hocamız, fedakar Mehmet Abimiz varsa, siz de ararsanız Duru'nun arkadaşıyız deyiverin, onlar çok iyi bilir:)
DÜNYA GENÇLİK KAMP HİZMETLERİ (CAMP CLUB)
Adres : Yıldız Posta Cad. Emel Apt. A Blok No:14 K:3 D:303 PK: 80280 -
Gayrettepe / İSTANBUL
Telefon : +90 212-274 79 09
PBXTelefon : +90 212-267 33 57
Faks : +90 212-272 66 05

Sunday, February 06, 2011

Arkadaşlarım sağ olsun

Uzun bir haftaydı, kızımın ameliyatı, Ankara'daki patlamalar, sunucu Defne Joy'un ani ölümü, evdeki iki aşkımın gribe yakalanması derken sürekli bir üzüntü, heyecan, kaygı vardı evde. Bu kaygıyı kendi kendime dağıtmanın bir anlamda terapinin en güzel yolu mutfakta vakit geçirmekti. Kızım gribin etkisi ve ameliyat sonrası naz yapmanın devamı nedeniyle pek bir şey yemiyor, zaman zaman yiyemiyor, sürekli sevdiği şeylerle beslenmek istiyordu. İşte onu kuvvetli kılacak ama bir o kadar da zararsız şeyler ne olabilirdi? Yardımıma her zamanki gibi arkadaşlarımın tarifleri ve şık sunumları koştu. Adapazarından usta ahçılar mutfak deneylerinin sahibesi Kevser'in ananas yatağındaki meyva salatası ve pastalin Aylin'in harika Browni'si hem kızım tarafından hem de bizi ziyarete gelenler tarafından tam not aldı.
Ne olacak benim bu mutfak sevdam? Allahım beni mutfağımdan, mutfağımı da benden ayırma...