Thursday, October 30, 2008

NORBEKOV

'' İnsanın hasta, çirkin ve fakir olmaya hakkı yoktur.''


Bu cümleyi söyleyen Mirzakarim NORBEKOV, kim mi; birazdan bahsedeceğim. Olumlu düşünme, pozitif enerji, reiki, kişisel gelişim ......daha uzar gider bu kelimeler ve benzerleri. Son yıllarda gittikçe artan bu yaklaşımların ve spiritüel kavramların, bu konudaki yayınların zaman zaman abartılsa da insanlığa çok faydası olduğuna inanlardanım. Artık kitapçılarda neredeyse koca bir bölüm sadece bu tarzdaki kitaplara ayrılmış durumda. Tabi bunun sebebinin nelere dayandığı büyük bir tartışma konusu olabilir ama ne olursa olsun bu bilgiler insana çok şey katıyor ve sadece birini uygulasa öğrendiklerinin bu bile kar bence. Geçen hafta bugüne kadar duymadığım ve bugüne kadar duyduklarımdan çok daha farklı olan bir sistemle tanıştım, tanıtım toplantısında. NORBEKOV SİSTEMİ. Uluslararası Bağımsız Tıp Uzmanları Birliği tarafından Alternatif Tıp Sistemleri arasında en etkili sistem olarak geliştirilmiş. Mirzakarim Norbekov tarafından yaratılan bu sistem, insan doğası üzerine yapılan araştırmaların yanısıra, insan organizmasının potansiyeli hakkındaki çağdaş fikirleri de içine alıyor. Bu sistem yalnızca çağdaş tıp bilgileri ile eski çağ kaynaklarını birleştirmekle kalmıyor, onları yaratıcı ve güçlü yöntemler haline getirerek sunuyor. Bu sistem hipnoz içermiyor, herhangi bir mucize ilaç ya da şifa da sunmuyor. Yalnızca hastaya, onu ölüm ve hayat çizgisine getiren hastalıkla başa çıkabilmesi için hangi yoldan gitmesi gerektiğini gösteriyor. İlaç kullanmadan, ameliyatsız, hipnozsuz, yalnızca organizmanın iç rezervleri harekete geçirilerek pek çok kronik ve tedavisi imkansız sanılan hastalık tamamen iyileştirilebiliyor. Kanserli, felçli, yıllardır gözlük kullanan kişilerin bunlardan nasıl kurtulduklarını bizzat dinledim.


Bu sistemi 10 gün aralıksız verdikleri seminerle yapıyorlar. Seminer katılımcısının kazanmış olduğu olumlu ve güçlü irade, onun aile içindeki uyum iklimini yeniden kurmasına, anne-baba ve çocuklar arasında uyum ve hoşgörüyü oluşturmasına, iş yerindeki anlaşmazlıkların ön koşullarını ortadan kaldırmasına yardımcı olmakta.


Seminere katılan kişi, aşağıdaki cimnastik hareketlerini müzik eşliğinde uyguluyor ve aldığı derslerden sonra sadece sağlığını değil, tüm hayatını yeniden kurabiliyor.


1. Omurga ve eklem cimnastiği

2. Kas cimnastiği

3. Damar cimnastiği

4. İrade cimnastiği

5. Hayal gücü cimnastiği

6. Görme, işitme, koklama cimnastiği

7. Hormonal denge cimnastiği

8. Duygu cimnastiği

9. Ciltteki pürüzleri giderme egzersizi

10. Yüz ve fiziksel görünümü düzeltme egzersizi


Yirmi sene önce doktorlara, tedavilere ve diyaliz makinesine mahkum olarak yaşıyorken, geleceğinin olmadığını hissediyorken, hatta kendini öldürmeyi bile düşünürken bu sistemi yaratan ve ilk kendisini iyileştiren Norbekov'un, sistemini ve onu tanımak için Sistem Yayıncılıktan çıkan ''Aptalın Deneyimi'' adlı kitabı da okuyabilirsiniz.
Ben bu sefer ki seminere katılamadım ama bir sonra açılacak olana katılmayı çok istiyorum.


Tuesday, October 21, 2008

KIŞA HAZIRLIK

Nedense sevilmez çok fazla sonbahar, annem hep "ölüm" mevsimi der. Ölümün mevsimi mi olur bilmem ama çok da kayıp hatırlatır bu tarihler bana. Sonbaharın, özlediğim kışlık kazaklarımın yavaş yavaş çıkması, herkesin artık evinde oturup arkadaşlarla görüşmelerimizin daha sıklaşması ve daha çok kitap okuma gibi güzel yanları var benim için. Kışa hazırlık, özlediğim kıyafetlerim, yeni bir yılın heyecanı ve kendi kendime yarattığım yaparken de heyecan duyduğum şeyler. Sıcak şarap hazırlama, kışın yiyeceğimiz turşuyu kendim yapma, bahçeden toplanan böğürtlenlerle yapılan reçelleri stoklama ve bunlardan keyif alma. Sıcacık yanan bir şöminenin başında uyuyan köpek, kebap yapılan kestaneler, sıcacık sahlep.. sonbaharı sevmiyorum ve bu kadar kötü haberlerin olduğu zamanlarda sonbahar daha da karartıyor içimi. Bunlar bana zevk veriyorsa ve kışa hazırlıyorsa devam turşu kurmaya, kitap okumaya ve anı yaşamaya... Yarın ne olur bilinmez.

Friday, October 17, 2008

MOJITO

Küba Kübaa'da kaldı ama mojitolar bizle geldiiii pek tabi ki. Ben oralardan Havana Club romunu boşuna mı taşıdım ve de National Hotel çubuklarını. Filmin karşısına geçip ne içmek gerek dedim ve kendi kendime yanıtladım, tabi ki mojito. İşte hazırladığım mojitonun tarifi, Erkan kendine göre biraz şeker ve rom ekledi ama ben tam damak tadımda hazırlamıştım. Bu nedenle siz ölçülerde kendinize göre oynamalar yapabilirsiniz.


2 kişilik:


1 limon suyu

8 nane yaprağı

1 ölçek rom (3/4 çay bardağı)

2 çay kaşığı şeker

Soda


Şeker ve 4 nane yaprağını havanda iyice ezdim ve içilecek bardaklara koydum, üzerine limon suyunu ekledim ve karıştırdım. Kırık buzları ve sodayı ekledim ve karıştırdım tekrar. En son rom ve kalan nane yapraklarını ekledim. Ve tabi ki çubuklar...Hem de National Hotel..

Thursday, October 16, 2008

KÜBA'DA SON GÜN

İşte artık Küba'da son günümüzdü ve Havana'daki serbest zamanımız. Güneşli bir cumartesi sabahı istediğimiz saatte kalkmanın rahatlığıyla son derece aheste kahvaltımızı yapıp, otelimizin harika bahçesinde kahvemizi içip, Erkan'la son kez ve yalnız Havana'yı keşfe çıkıyoruz.

Küba'nın 3 milyon nüfuslu başşehri Havana diğer şehirlere göre farkını hissettiriyor özellikle de cumartesi günü. Biz yine Eski Havana bölgesinden başlıyoruz gezmeye ve bu kez yavaş yavaş, sindirerek ve inceleyerek geziyoruz her yeri. İlk durağımız Ernest Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" adlı eserinin büyük bir kısmını kaleme aldığı Hotel Ambos Mundos. Amerikalı ünlü yazarın bu otelde kaldığı oda restore edilerek minik bir müze haline getirilmiş. Otel, Havana'nın en canlı caddelerinden biri olan Calle Obispo üzerinde olduğundan bu caddede gezmeye devam ettik ve Galer'a Forma adlı Küba'nın ünlü galerilerinden birinde bulunan resim sergisini gezdik, buranın hemen çıkışında bulunan Mücevher Müzesi ise diğer ülkelerde görmeye alıştığımız müzelerden çok farklı idi.

Obispo, bizim barlar sokağı olarak adlandırdığımız Beyoğlu sokaklarına çok benziyor. Canlı, kalabalık ve çok şık mağazaların olduğu bu caddede kendinizi biraz Avrupa sokaklarında hissediyorsunuz. Yine bu cadde üzerinde bulunan 28 Eylül müzesi, Küba'nın mücadele yıllarından örnekler veren bir mekan. Obispo'dan aşağı deniz tarafına doğru yürüdüğümüzde artık çok iyi bildiğimiz Kathedral meydanına gelmiştik. El Patio kafede, Kathedralin Barok tarzı görkemli ön cephesine karşı oturup içtiğimiz kahveler ve izlediğimiz Küba dansları gerçekten de çok güzeldi. Buradan sonraki durağımız Casa Victor Hugo ve sonrasında da Havana'nın büyük pazarı oldu. Pazarda sokak ressamları, rengarenk hediyelikler, kıyafetler veeeee hindistan cevizi. Yıllardır çok istediğim, meyvanın kendisinden hindistan cevizi suyu içmek burada nasip oldu bana. Çok keyifliydi doğrusu. Burada kadim dostlarımız Gökçe ve Onur ile buluşup, Havana'nın çok ünlü otellerinden biri olan Sevilla'da öğle yemeğimizi yedik. Avlusu, lokasyonu, değişik mimarisi ve güzel sandviçleriyle bu otel gerçekten de kalınabilecek güzel yerlerin başında geliyor başkentte. Yemek sonrası, Habana Bus Tour'dan şehir turu yapmak için biletlerimizi aldık ve otobüsün açık havalı üst katına yerleşip keyifle Havana'ya son kez baktık. Eski Havana ile Vedado'yu birbirine bağlayan Malecon sahil yolunda gezen, dinlenen, oturan Kübalılara selam edip, şehri dışarıdan bir kez daha koklayarak Küba gezimize son verdik.

Eh gökten üç elma düşsün mü, biri Küba halkına, biri bu anıları yazan bana, biri de bunları okuyan sana?






Wednesday, October 15, 2008

SANTA CLARA


Küba'nın devrimci halk kahramanı Che Guevera'nın mezarının olduğu yer olması nedeniyle daha da bir dikkat çeken bu şehir malesef benim hafızamda karanlık, kirli, yağmurlu ve kalabalık bir şehir olarak kaldı. Belki sanayi şehri olmasından belki üniversite şehri olmasından belki şehrin meydanında bıçaklı bir eylemin ortasında kaldığımızdan belki hala üstünde mücadele zamanından kalan kurşun izleri olan yıkık dökük Libre Otel'in görüntüsünden dolayı çok da hoşuma gitmedi Santa Clara.






Santa Clara şehrine ilk girişte, Che ve yoldaşları tarafından pusuya düşürülen Havana'dan Santiago'ya doğru giden bir zırhlı birlikin vagonlarını ziyaret ettik. Bu vagonlarda Che ve arkadaşlarının kullandığı eşyalar, fotoğraflar sergilenmekte. Beni en çok etkileyen ise Fidel Castro'nun Che Guevera'ya yazdığı mektup oldu.



Buradan Anıtkabir'in bizim için önemi ne ise Kübalılar için de aynı önemi taşıyan Che'nin anıtmezarına gittik. 1967'de Bolivya'da çarpışırken öldürülen Che ve yoldaşlarının 1997'de defnedildiği anıtmezar gerçekten de çok etkileyici idi. İçinde defnedildikleri günden bugüne hiç sönmeyen ve 24 saat sürekli yanan bir de meşale var. Anıtmezarın içinde ve çıkışındaki müzede fotoğraf çekmek yasak olduğu için bu hakkımızı hemen çıkıştaki Che heykelinin altında kullandık.



Che'nin mozolesi dışında benim için Santa Clara, Küba'da en beğenmediğin şehir diye sorduklarında vereceğim yanıt olur. Bununla beraber mozoleye giderken öğrendiğim Küba bayrağının renk ve şekli hakkındaki açıklama hafızamda yer etti. Mavi renk gökyüzünü, beyaz renk kübalıların masumiyetini, kırmızı dökülen kanları, tek yıldız özgür ve kimseye bağlı olmadıklarını, enine bölünen beş parça da devrim sırasında 5 bölgeden oluştuklarını ifade etmekteymiş.

Monday, October 13, 2008

TRINIDAD

Havana'dan başka iki gece üst üste konakladığımız tek şehir olan Trinidad küçük olmasına rağmen eğlence, doğa, tarih bakımından değişik güzelliklere sahip ilgi çekici bir şehir olarak kaldı anılarda benim için. Escambray dağlarının eteklerinden dolanılarak gidilen şehre ilk girdiğimizde ilgimi çeken şey, sokaklarının mavi ağırlıklı olmak üzere sarı, kırmızı, yeşil boyalı evlerle dolu olmasıydı. Yapılarının ispanyol mimarisi nedeniyle de UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınan şehirde binalar gerçekten de iyi korunmuş. Trinidad'da ilk olarak bir seramik atölyesine uğradık. Buranın ve içinde seramik çalışan ustanın ülkede ünlü olduğunu daha sonra gördüğüm her kartpostalda onun ve bu mekanın fotoğrafına rastladığımdan dolayı rahatlıkla söyeyebilirim. Şehre girdiğimizde eskiden bu şehirde yaşamış zengin bir doktorun şu an müze haline getirilen konağını gezdik. Arnavut kaldırımlı sokaklar, boyalı parmaklıklı evleri, sokak satıcıları, esnaf ve başıboş gezen yaşlılar bana biraz Safranbolu'yu hatırlattı. Ülke sevgisi bu olsa gerek, gittiğim her ülkede Türkiye'den bir iz bulmadan yapamıyorum ben. Şehrin meydanı sayılan Plaza Mayor ve Palaci Centro Trinidad'ın turistik bölgelerinden biri. Plaza Mayor'da yediğimiz öğle yemeğinden sonra benim aylar öncesinden internette adını bulup ve içmeye can attığım Trinidad'a özgü bir içecek olan Canchanchara'yı tatmak için aynı adlı kafeye gittik. Geniş bir avlusu olan bu kafede limon suyu, bal ve Küba Romunun karışımından yapılan Canchanchara'yı toprak kaplardan içtik. Çok umduğum gibi bir tadı olmamakla beraber değişik bir ortamdı Canchanchara doğrusu. Ama mojito ve pinacolada'ye değişmem.

Trinidad'da akşamları da oldukça eğlenceli. Her evden bir müzik sesi geliyor karanlık sokaklarda. Akşam olunca şehir meydanındaki çok basamakları olan merdivenli bir alanda tüm grup toplandık. Herkes dans ediyor, şarkı söylüyor, müzsyenler zevkle işlerini yapıyor, dileyen beyaz sandalyelerden ortamı izliyor. Burası gerçekten de tam bir açıkhava tiyatrosu gibi. Daha sonra grup olarak gittiğimiz barda artık iyice Küba'da olduğumuzu hissettik. Kübalıların geldiği bu barda Behice ve Serpil ile yaptığımız dansların tadı damağımda kaldı.

Ertesi gün havanın azizliğine uğrayıp, rengarenk balık ve mercanları şnorkel ile dalıp göreceğimiz ve palmiyelerin altında bembeyaz kumsalından denize gireceğimiz Cayo Blanco adasına maalesef katamaranın fırtına ihtimaline karşı çalışamamasından dolayı gidemedik. Öğlene kadar Trinidad sokaklarında serbest zamanımız vardı ve Erkanla ver elini deyip Trinidad keşfine çıktık. Arnavut kaldırımlı yollarda tepeye doğru yürürken, dilimizde Duru, bir yandan dedikodu bir yandan eski günlerimiz bir yandan biz, konuşa konuşa kasabaya tepeden bakan bir hayli eskiden kalmış Ermita La Papa kilisesinin önünde bulduk kendimizi. Kiliseden biraz daha yukarı doğru çıkınca işte Çamlıca Tepesi. İçinde Las Cuevas adlı bir otelin de yer aldığı bu tepe büyüleyici manzarası, doğal ortamı, yüzyıllık ağaçları ve harika kafesiyle bizim Büyük Çamlıca'yı andırıyor. Kahvenin tadı damağımızda şehre geri dönerken işte o gün kurulan pazar. El örgüsü elbiseler, beyaz iş örtüler, tahta biblolar, seramikler, Küba'ya özgü bir sürü hediyelikler. Bu pazar bize çok iyi geldi doğrusu.


Öğleden sonramızı Playa Ancon sahilinde denize girerek geçirdik. O güne kadar çok güzel olan hava malesef o gün o kadar da iç açıcı değildi ama Türkiye'de artık biten deniz mevsimini düşünerek, Karayip Denizinden keyif almaya çalıştık.














Saturday, October 11, 2008

Buenos Dias

Şehir anılarına biraz ara verip Küba'dan aklımda kalan, Küba deyince ilk anımsayacağım, tebessüm edeceğim, surat asacağım neler vardı neler yoktu biraz onlardan bahsetmek istedim şu an.


* Gittiğiniz en ufak kafede bile mutlaka bir grup sizi karşılıyor ve canlı müzik başlayıveriyor. Siz isteyin istemeyin mutlaka hep müzik var ve müzik bitince her grup kendi cd sini sizlere satmak istiyor. Bu kadar çok cd yapılan başka yer var mıdır bilmem.



* Ülkede herşeyin kısıtlı olmasına rağmen, paranız olsa bile harcayacak yeriniz yokken ve çıplak ayak dolaşılırken bile devlet sağlık, eğitim, gıda herşeyinizi ücretsiz karşılıyor ve sağlık bakımından en mutlu ülke. Ölüm oranı çok az ve çocuklar çok güzel. Ve gördüğüm tüm çocuklar mutlu.



* Her aileye kişi başına devlet tarafından verilen sabun miktarı çok kısıtlı olmasına, insanlar sokaklarda para yerine sabun dilenirken yine de hiçbiri ter kokmuyor.




* Evlerde perde olmaması ve içerisinin tamamen dışarıdan görülmesi ve mahremlerinin hiç olmaması çok ilgimi çekti. Evlerin içi açıkça ortada ve siz izin almadan bu evlere girip fotoğraf ,kamera çekin kimsenin umuru değil.




* Köpekleri sefil halde. Başıboş, aç, zayıf ve çok pis. Devlet ne kadar bakıyor hayvanlara bilmiyorum ama sokakta bir tane bakımlı köpek görmedim 8 gün boyunca.








Otellerde oda temizliği fazla olmamasına rağmen, havlu katlama sanatları ve odayı süsleme becerileri bakımından aşmış durumdalar. Hele Trinidad İberostar Otel de bornoz, havlu ve tuvalet kağıdı kullanarak yaptıkları manken odaya girdiğimde yüreğimi hoplatıyordu. Karşımda oturan bir hayalet... Bir de kafasına benim gözlüklerimi takmışlar.. Tabi hepsi bu kadar korkutucu değil de mesela kuğular süper değil mi?














* Kübalıların birası Bucenero ve Crystal hiç bira içmeme rağmen hafızamda yer etti. Tabi 8 gün boyunca yemeklerde içtiğim TuKola





* Mojito ve PinaColada. En favori içecekleri. Bizim de gün de en az 3 kere içtiklerimiz.


* Restoranlarda servis inanılmaz yavaş. Bizim Türkler kadar hızlısı hiçbir yerde yoktur zaten o performansı beklemedim ama Küba Halkı yok yavaş. Zaten tüm gün boş boş maaile evlerin önünde oturmalarından da belli. Amaçsız bir şekilde çoluk çocuk öylece oturuyorlar ve sadece bakıyorlar. Ve her evin simgesi olmazsa olmazları kapı önündeki sallanan sandalyeleri.






* Istakoz (langusto) un Türkiye'ye göre çok daha ucuza servis edilmesi.

Friday, October 10, 2008

Güzel Cienfuegos ve KORKUNÇÇÇ Hotel Jagua

Bana sorsalar Küba'da en estetik ve iç açıcı şehir hangisi diye, hiç düşünmeden Cienfuegos derim. İstanbul'da doğup büyüdüğümden olsa gerek deniz çok önemli benim için yaşadığım, nefes aldığım her yerde. İşte burası da bir liman şehri olmakla beraber eski Bayramoğlu ile Kumburgaz karışımı bir yer canlandırdı gözümde. Hani bilir misiniz bilmem, Bayramoğlu'nun 2 katlı bahçeli evleri, Kumburgaz'ın sayfiye havasındaki sokakları... İşte aynen Cienfuegos'ta da bu var. Pastel renklere boyanmış binalar burada en dikkatimi çekenlerden, kiremit renkli kubbe şeklinde çatısı olan devlet daireleri ve Küba'nın en büyük meydanlarından biri olan Parque Jose Marti ile bu şehir bambaşka bir havada. Erkan ile şehir içinde kısa bir yürüyüş turumuzda, hayatım boyunca unutamayacağım anlar yaşadığım bir kapıdan içeri girdim. Küba'da insanlar sizi hemen evlerine davet ediveriyorlar, şöyle bir evin camından bakmanız yeter bunun için. Biz de Cienfuegos'ta gezerken sanki sabahtan beri bizi beklermiş gibi gülen gözlerle bakan yaşlı bir bayanla karşılaştık evinin kapısının önünde. İspanyol asıllı bu kadının evi yaşadığım süre boyunca aklımdan çıkmayacaktır sanırım. Eşyaların eskiliği, kırık dökük vazolar, yıkanmaktan lime lime olmuş yatak örtüsü, mutfak eşyalarının sanki 16.yy.dan kalma görüntüleri...sanki tarihe ışınlandım o an. Teyze tek yaşıyormuş yıllardır, nasıl kasvetli bir ev, neler yaşanmış içinde kimbilir. Ve işte dünyanın neresinde olursa olsun, hangi renk, hangi din, hangi ırk olursa olsun insan heryerde aynı. Birilerinden ilgi bekler durur, ilgi görünce güleryüz görünce o da açar size kalbini. Aynı bu teyze gibi. Teyzenin gözlerinin içi güldü onu sarılıp öpünce.




Evden ayrılıp grubumuza katılarak, gece konaklayacağımız otelimize doğru yola çıktık. Renkli boyalı evler, koşturan insanlar ve Hotel Jagua. Girişte otel son derece sevimli, renkli ve canlı... Yerleşmek için odaya çıktığımızda buraya yerleşmek değil ancak ilişebileceğimi anladım ve hafızamda kalan yaşlı teyzenin yanına Hotel Jagua'yı da ekledim ama kötü bir anı olarak.



Dışarıda o kadar güzel bir manzara vardı ki, hele otelin hemen yanındaki Palacio de Valle. 1917'de bitirilmiş ve şu an restoran olarak kullanılan sarayda akşam yemeğimizi de yiyeceğimizi duyunca yine Cienfuegos benim için bir numara olmuştu. Sarayın çatısına çıktığımızda karşımıza çıkan manzara gerçekten de enfesti ve tabi bizi müzikleriyle karşılayan "Del Sur" grubu da bu güzelliğe ayrı bir renk katmıştı. Palacio De Valle'nin manzarası, karidesler, Carmen Iznaga'nın piyanosu ve masamızda arkadaşlarımızla beraber olmak. Bundan daha güzel ne olabilirdi. Belki de bu satırları yazarken anlıyorum "anı yaşamak" demek ne demek. Herşey orada yaşandı ve orada güzeldi. Canım ülkem çok karanlık günlerden geçiyor ve burada dünyaları serseler aynı tadı almak mümkün değil bunca sıkıntı ve acı yaşanırken. O anları yaşadım, yaşadık ve o anlar istesek de artık geri gelmeyecek. Aynı şu satırları yazdığım an gibi.








Ve işte o an yaşanan ve aynı sahneleri tekrar tiyatral olarak canlandırsak bile asla o an ki gibi olamayacak "Fayton Macerası". Otelimiz şehir merkezine biraz uzak olduğundan taksi vazifesi gören faytonlardan birine, şoförü de "10 kişi alır" deyince Sezaver, Onur, Gökçe, Erkan, Ben, Ersan,Emine, Aykan, Gürkan ve Mine binme gafletinde bulunduk. Kendini kaybeden ve şahlanan at, polis korkusuna ara sokaklara giren şoförümüz, espri üstüne espri patlatan Ersan, bardaktan boşalırcasına yağan yağmur ve akıllardan silinmeyecek bir gece turu.



Ve gecenin finali: MOJİTO. Bizim için ayran ne ise ben Kübalılar için de Mojito diyorum vallahi. Tabi bizimkisi masum bir içecek oysa bu oldukça alkolik. Tarifi çok yakında....


CIENFUEGOS: Jagua Otel out, fayton in, Kübalı

Teyze in, manzara in.










Thursday, October 09, 2008

MATANZAS BÖLGESİ VE ŞEKER KAMIŞI



Belki de Küba'da geçirdiğimiz günlerin en keyiflisi en canlısı idi şeker kamışı tarlalarındaki gezimiz. Matanzas bölgesine geldiğimizde 100 yıldan daha yaşlı büyük buharlı bir lokomotif bizi beklemekteydi. Ve biz otobüsümüzden iner inmez çiftçiler kıpkırmızı çiçeklerle karşıladılar bizi müzik eşliğinde. Burası aynı zamanda esmer şeker üreten bir fabrika idi ve biz sanki hiç esmer tozşeker görmemişiz gibi pür dikkat şekerin tadına baktık. Hani belki Küba şekeri başkadır ...Küba'nın en önemli gelir kaynağı olan şeker kamışı işte bu tarlalardan toplanıyor ve kurumadan toplanır toplanmaz bu trenlerle fabrikalara ulaştırılıyor. Bizi bekleyen tren de 1913 Alman yapmı olan Avustralya adlı trendi. Trene biner binmez başlayan canlı müzik bizim de canlılığımızla iyice coştu. Herkes bulduğu müzik aletini eline almış ortama uymuş, kimisi çılgınlar gibi dans ediyordu. Arada gelen tropik meyveler de ortama başka bir renk katıyordu. Tren ilerlerken tek görebildiğimiz renk, yeşildi ve yeşilin tonları. İlk defa gördüğüm şeker kamışı büyüdüğünde bizim mısır tarlaları gibi uçsuz bucaksız oluyordu. Tren durduğunda karşımızda duran at sanki Erkan ile beni yıllardır bekliyormuş gibiydi. Fırsat bu fırsat Duru varken hayatta baş başa binemeyeceğimiz için atladık atlara. İşte Binbir Gece Küba versiyonu. Şah şehriyar....








Dedim ya en keyifli günlerden biriydi. At faslımız bitince tarlada dans, müzik çoktan başlamış, sevgili Levent ve saz ekibi çiftçilerin yanında yerlerini almışlardı. Bense Bereket Dansı için bir çiftçiye elimi vermiş kolumu kurtaramamıştım. Küba'da olduğumuzun artık gerçekten farkındaydık. Herkes müzik ve dansın etkisiyle coşmuştu.


Efendim bu şeker kamışının suyunun aynı zamanda Viagra etkisi yaptığını duyan beyler çoktan ağaç önünde tek sıra olmuştu. Tabi ilk denettikleri kişi de Sevgili doktorumuz Tamer. Bir insan bu kadar mı neşeli bu kadar mı pozitif olur, dünya tatlısı Tamer onay verdikten sonra siz görecektiniz..Onlar viagradan medet uma dursun, çiftçilerden biri çoktan palmiyenin en tepesine tırmanmıştı bile. Neden mi? Palmiyenin en tepesindeki bitki domuzların beslenmesi için çok faydalı ve herşeyi doğal yoldan yaptıkları için bu bitkileri de toplayıp domuzları besliyorlar. Ayrıca yine en tepede bulunan palmiye yaprağını çatılarını kaplamada kullanıyorlar. Bölgede çok fazla kasırga olduğu için bu şekilde koruyorlar kendilerini. Yani herşeyi son derece verimli kullanıyorlar. Çiftçi ağaca 3 dakikada tırmanırken Viagrayı içmiş bizimkilerin hali de işte bu.

Harika saatlerden sonra öğle yemeği için gittiğimiz Fiesta Campesina ise adeta bir çiftlik havasında idi. Hayvanları, doğası, kaktüsleri ve harika müzik yapan grubu ile Küba'da geçen en güzel anılarda yer aldı.