Thursday, May 27, 2010

Ben güzel gözlü kadınları severim....

Ben güzel gözlü kadinlari severim
Bir de küçük ayaklıları, uzun boyluları
Hem nasıl severim, öyle severim iste
Terler avuçları, kesilir solukları
Ben mahzun kadınları severim
Yavru ceylanca kadınları, ürkekçe
Hem nasıl severim, öyle severim iste
Bilemezsiniz ne güzeldirler, öpüstükçe
Ben akıllı kadınları severim
Düsünen, az konusan, çok bilen
Her yerde, her zaman nazı çekilen
Hem nasıl severim, öyle severim iste
İçimde büyük, sonsuz atesler yanmalı
Ölümüm bile o kadının yüzünden olmalı


Ümit Yaşar OĞUZCAN'ın bu güzel şiiri beni hep derinlere götürür. Buna ne denir, tutku, aşk, sevgi, zaaf....bilemiyorum ama geçenlerde tekrar dinlediğim bu şiiri paylaşmak istedim, hele bir de okuyanın sesinden dinleyebilseydiniz.....

Wednesday, May 26, 2010

PORTAKALLI KEKİM VE ÇAYIMLA MUTLUYUM



Sessizlik, evde tek başına olmak ve çayını alıp öylece oturmak...Çalıştığım zamanlarda en çok özlemini duyduğum şey bu. Evimde kekimi yapıp sıcakken daha çay ile yemek ve o sessizliği yaşamak. İçimden nasıl oturmak geliyorsa, ne yapmak istiyorsam, ne izlemek istiyorsam özgürce yapmak. Bazen insan istiyor tek kalıp kafasını dinlemeyi. Belki de akşam herkesin eve geleceğini bildiğim için seviyorum bu sessizliği, sakinliği. Yoksa hep böyle olursa hoşuma gider mi? Sanmam.

Kaynayan çay bozuyor sadece sessizliği ve havadaki kokuyu pişen portakallı kek değiştiriyor. İşte bu benim için mutluluk, ötesi var mı?

Monday, May 24, 2010

İÇİNDEKİ ÇOCUĞU ÖLDÜRMEYENLER

Bayılıyorum yaşı kaç olursa olsun çocuk neşesi ile gülen, şen kahkahalarıyla inleten, her olayda bir pozitiflik arayan ya da hiç üşenmeden sürekli bir aktivite peşinde koşan insanlara. Ben böyle miyim, her zaman değil. Depresif bir yanım var benim hep, benimle bütünleşen. Çok neşeli iken bir anda sessizleşiveririm, çok aktifken bir anda ölü toprak gibi yatabilirim. Gerçi çocuk olunca bu yönümü biraz daha törpülemeye çalışıyorum ve onunla çocuk oluyorum ama bir de hep çocuk gibi kalabilen hep o yaşlarını koruyabilenler var. İş hayatından, okul arkadaşlarımdan, sosyal ortamlarda kazandığım dostlarımdan böyle olanlar çoğunlukta benim, belki de bu yüzden bendeki enerji. Geçenlerde Sirince seyahatimizde kızımın papatya taçlı fotoğrafını birkaç dostla paylaşınca işte içindeki çocukla yaşayan sevgili Servet Abla da bir fotoğraf yolladı bana. Servet Erkenez, Unesco Dünya Mirası arasında yer alan Safranbolu'da, sadece oranın değil bence Türkiye'nin en güzel konağı DEĞİRMENCİ KONAĞIN sahibi ve işletmecisi. En iyi restore edilen ev yarışması kapsamında 2007 Koruma Onur Ödülünü alan konakta bir gece kalınca neden bu kadar iddialı konuştuğumu anlayacaksınız. Servet Abla koca konağı harika bir şekilde çekip çevirirken kırlarda koşan, papatyadan kendine taçlar yapıp anın tadını çıkarabilen ve aramızda kronolojk yaş olarak çok çok fark bulunan ama kafa yapısı olarak benden çok daha genç olan arkadaşlarımdan biri. Onunla geçenlerde yaptığımız sanal ortam sohbetlerinde son anneler günündeki yaşadıklarını şöyle aktardı bana;




"O gün anneler günüydü ve benim 3 evladımdan yanımda hiç biri yoktu özel bir gün oldugu için çok duyguluydum, konaktaki misafirler kahvaltılarını yaptıktan sonra çıktılar ve benim telofonlarım çalmaya başladı , allahım ne güzel şey aranmak... Yavrularım eşim dostum ve yegenler aradılar. O mutluluk beni çok gerilere götürdü, rahmetli eşim sag o zaman. İki kızım ve oglum 1 aylık bebek. Ben kırklı lohusa sayılırım. Ölümden dönerek dogum yaptıgım için ancak sokaga çıkabileceğim. Eşim bizi Safranbolu'nun çok yakınında bir kıra götürmeye karar vermiş ve küçücük kızlarımla beraber hazırlamışlar hediyemi, orada vereceklermiş. Ben de bir aydır dışarıya çıkmamışım onun için çok sevindim. Ogluşum da sokakla tanışacaktı ve gittik. Öyle güzel bir papatya tarlası idi ki hemen kızlar papatyalara daldılar ve bende onlara tac ördüm. Bayıldılar ve papatyalar solana dek günlerce taktılar. Hediyemi de benim için topladıkları papatyalarla verdiler. Çok güzel bir gündü sevdigim eşim çocuklarım yanımdaydı. İşte anneler gününde o günü hatırladım hemen bahçeye kendimi attım bahçemden bu papatyaları topladım tac ördüm ve yanlızlıgımı o günün anısı ile doldurdum. Kimse olmadıgı içinde kendime taktım kızlarımın yerine çiçek de topladım vazoma koydum ne güzel bir gün dedim saglıklı oldugum için bunları yapabildigim için şükrettim allahıma binlerce defa şükürler olsun bütün sevdiklerim saglıklı olsun."

İşte yaşama sevinci ve olaylara bakış açısı. Anın tadını çıkarıp, olumsuz olabilecek günü olumluya dönüştürebilmek. Sizi seviyorum ÇOCUK EBEVEYN arkadaşlarım.

Thursday, May 20, 2010

CENGİZ HOCA ve BÜYÜK EFE

Bu hafta bizim evde ilkler yaşanıyor. İlk kez Duru'nun okula servisle gidip gelmeye başlamasının ardından bu heyecan bize yetmedi şimdi de ilk binicilik dersimize başladık. Evet evet beraber başladık. Kızımın hatırına ben de ata bindim bugün ve keyif de aldım doğrusu. Nasıl almayalım ki; Polonezköy taraflarında Cumhuriyet Köyü'nde bulunan Pegasus Binicilik Merkezi'nin değerli hocası Cengiz Güngör'ü tanıyıp da bu at işine sevdalanmamak elde değil. Kendisi 64 yaşındaymış ama galiba rakamları ters söyledi bana 46 gibi geldi. E tabi insan işini bu kadar severek yapar, bu kadar insan psikolojisinden anlayıp bir de iyi bir iletişimci olursa yıllar ona çok etki etmez herhalde. Cengiz Hoca Kara Kuvvetlerinden emekli bir albay, süvari birliklerinde geçmiş yani yılları. Şu an hem eğitmen hem hakem yani at ile aklınız gelen herşeyi hem teoriden hem pratikten size çok kolay anlatabiliyor ve siz de kendinizi güvenli ellerde hissediyorsunuz. Yoksa 650 kg eden bir canlının üstünde ilk binişte rahat rahat dolanmak mümkün olabilir mi? Ya da benim gibi 6 yaşında atın bacağının yarısı kadar olan minyon kızınızı nasıl emanet edebilirsiniz? Atların dilini, neden iğdiş edildiğini(kısırlaştırıldığını), iyi bir binici hocasının özelliklerini, bir çocuk için ideal ders süresi ve zamanlarını o kadar iyi anlatıyor ki, hele bir de baba ve dede olduğu için hiç aklınızda yokken siz de bu işe hevesleniyorsunuz.

Duru o kadar rahat bindi ki ata, tabi onore edilmek de çok hoşuna gitti ve bir sonraki ders için anlaştı bile. Hele sonrasında bindiği Büyük Efe'yi taramak ve yıkamak çok hoşuna gitti. Bundan sonra havuçlarımızla Pegasus yollarındayız. Ders sonrası atları beslemek ayrı bir zevk.



Çayı da çok güzel bu arada. Pegasus Binicilik, Polonezköy'e giderken Cumhuriyet Köyü'nde tabi Cengiz Hoca'da.

Tuesday, May 18, 2010

KIZIM SERVİSLİ OLDU

Bugün kızım okula servisle gitmeye başladı. Daha önce yüzme , gösteri , tiyatro gibi nedenlerle servise biniyordu okulundan ama bu sabah artık evden çıkıp sanki işe gidiyormuş gibi bindi ve akşam da aynı şekilde gelecek. Onun büyüdüğü ve artık bir birey olup hayata karıştığını ilk defa bugün çok daha fazla hissettim. Ne zaman büyüdü, ne zaman okula başladı, ne zaman konuştu, ne zaman yürüdü....Servis beklerken onunla bunlar aklımdan bir bir geçti. Sabah yürüyüşünden gelen komşumuzun "ya daha Duru'nun ilk doğum gününü bahçede kutladığımız dün gibi, nasıl oluyor da bu sene 1. sınıf olacak" demesi içime öyle bir işledi ki...o an hayırrrrrrrr çocuğumu servise vermiyorum, okula da göndermiyorum o hep benimle kalacak evde, biz hep yan yana olacağız demek geldi içimden. Onun hazır olması ve alışması için başlatmıştım servise peki ya ben? Ben hazır mıyım onun okula başlamasına, kocaman bir okulda öğrenci olmasına, servisle gidip gelmesine...İşte mesele bu. Onu hazırlamak için değil galiba kendimi hazırlamak için yapıyorum tüm bunları. O herşeye adapte oluyor, biraz kaygıları olsa da benimle konuşunca geçiyor hepsi ama ben...
Büyüse diyorduk küçükken hep, bir an önce yürüse, konuşsa, okula gitse...Şimdi de ah küçükken ne güzeldi hep dizinin dibinde, yarım yamalak konuşmaları hep öyle kalsa....
Büyümesi gereken biz miyiz acaba?

Monday, May 17, 2010

SEFERİHİSAR VE URLA

Turumuzun son durağı kuzenim Bahar'ın haftanın neredeyse yarısını geçirdiği Seferihisar'a bağlı Gödence Köyü oldu. Burası hasret kaldığımız gerçek köylerden.. tezek kokusu, köy meydanı, arnavut kaldırımlı dar sokakları ve sabah ezanında öten horozlarıyla bizi gerçekten yıllardır köyde yaşıyormuş hissini yaşattı. Gödence, rakımı 450 olan oldukça virajlı yollardan geçilen Seferihisar'a bağlı bir köy ama çok fazla özelliği var. Necati Cumalı'nın kitabını yazdığı, içinde 3 zeytinyağı fabrikası bulunan bir köy. Ayrıca Ege Rallisinin etaplarından biri de bu köyden geçiyor. Zeytinyağının yanısıra, üzümü, pekmezi, kuru inciri de ünlü.

Kuzenimin evi ise köyün en şirini, en güzeli ve en ucundaki. Ahşaptan yapılmış bu sıcak ev tabi biz gelince daha bir ısındı daha bir canlandı. Benim Duru ve onun oğlu Deniz kah boğuşarak kah anlaşarak kah oynayarak kah hizipleşerek hepimize neşe kaynağı oldular. El üstünde kimin eli mi oynanmadı, Güzellik mi Çirkinlik mi...İskambil kağıtlarıyla oyunlar, masallar...
Gödence, Seferihisar'a bağlı olmakla beraber Urla'ya da çok yakın olduğundan ilk olarak bir Urla turu yaptık. Öğle yemeğimizi yediğimiz ''Beğendik Abi''den bahsetmeden geçemeyeceğim. Urla'nın geleneksel yemeklerini ve Ege'nin türlü ot yemeklerini tadabileceğiniz mekan bir aile işletmesi. Handan Hanım, eşi ve çocukları. Urla'nın denizinin çekiciliğine kapılıp sahildeki balıkçılar sizi şaşırtmasın çünkü içeride Urlanın asıl merkezinde Malgaca Pazarındaki Beğendik Abi'de yemeği kaçırırsanız bu dünyada çok şeyi kaçırmış olacaksınız. Neredeyse 14:00 e kadar tüm yemeklerin piştiği mekanda envayi çeşit enginarlardan birini ve çalkama yemenizi tavsiye ederim. Ya da en iyisi siz tüm lezzetlerden tadabileceğiniz karışık bir tabak söyleyin ama aklınız güveçte kalırsa bilemem...Urla'nın yerel halkının yaşamını, pazarını gördüğümüz tarihi turdan sonra iskeledeki deniz kokusu hafızama o kadar yer etti ki beni bir süre idare eder bu Ege kokusu. Çocukların oyun parkı diye tutturması üzerine park ararken önünden geçtiğimiz Urla'da doğan ve burada okula başlayan Yunanlı şair Yorgo Seferis'in evi şu an butik otel olarak kullanılıyor.



Seferihisar'ın 5 km. batısında bulunan doğal bir liman olan Sığacık'ın kalesi bizim veletlerin en az park kadar hoşuna gitti. Kale duvarlarına zıp zıp çıkıp kalenin tepesindeki kubbenin en ucuna kadar çıkıp yüreğimizi ağzımıza getirseler de çok güzel anlar yaşattılar bize. Sığacık; kalesi, meydanı, dar sokakları, iskelesi ile tam bir sayfiye kasabası.

Seferihisar'ın ''sakin şehir'' ünvanı olan ilk Türk şehri olduğunu da burada öğrendim. Uluslararası bir belge olan bu ünvanı alan Seferihisar gerçekten de özellikle emekliliği geçirmek için ideal bir yer.
Nereye gidersek gidelim, dönüp geldiğimiz Bahar'ın evi her yerden daha güzeldi. Hele yaptığı yemekler, bahçeden toplayıp hazırladığı gelincik şurubu, reçelleri..hepsinin tadı damağımızda kaldı. Sofrada yapılan sohbetler, muhabbetler, çocukların çekişmeleri, annemle Alp'in coğrafi müzakereleri ile harika bir tatili Gödence'de tamamladık.

Sabah Gödence'den çıkıp İzmir üzerinden Bornovayı geçince olan Yaka Köyünde bir kahvaltı ettik ki, bunca yıl böyle bir köyün varlığından nasıl haberdar olmamışız şaşırdım doğrusu. İstanbul'un Polonezköy'ü gibi bir köy Yakaköy. Çok fazla kahvaltı, yemek mekanı olsa da biz Çiçekli Doğa'yı tercih ettik. İyiki de burayı seçmişiz, harika kahvaltısı, kibar sahiplerinden Fransızca öğretmeni Reyhan Çelik'in güleryüzü, mis gibi köy havası ile yol için enerji depoladık.

Bir seyahatimiz de böyle geçti, çok okuyan mı bilir çok gezen mi...İkisi de.

Sunday, May 16, 2010

ALAÇATI

Yıllar önce gitmiştim, sadece şöyle bir ucundan görüp pek bir şey yokmuş deyip bugüne kadar çok şey kaçırmışım meğerse...Arnavut kaldırımlı daracık sokakları, taş evleri, değirmenleri, şık küçük butikleri ile Alaçatı gönlümde öyle bir yer etti ki kelimeler yetersiz. St.Tropez'i beğenenler gelip görsün Alaçatı'yı, kıyaslanamaz bile.




Alaçatı'nın halkı 1924deki mübadeleden gelenlerin çocukları ve torunlarından oluşuyor. Bir de büyük şehirlerin gürültüsü ve stresinden kaçan eğitimli insanlar çoğunlukta. Kapıları ve pencereleri maviye boyanmış taş evlerin çoğu butik otel ya da bizim konakladığımız Çiprika gibi bir aile pansiyonu. Esma Hanım ve eşi Hilmi Bey'in beraber işlettikleri bu taş ev aynı zamanda dedelerinden kalmış ve neredeyse yüz yıllık. Adı da dedelerinin zamanında çorbalara, et yemeklerine, zeytin üzerine ektiği KEKİK anlamına geliyor. Esma Hanım tam bir hanımefendi, Duru ile hiç sıkılmadan saatlerce sohbet edebilecek kadar sabırlı. Eşi Hilmi Bey de otelcilik kökenli olduğundan tam misafirperver bir işletmeci. Sabah kahvaltısında bir kuş sütü eksik dersem yeri hele o bahçede asma altında içtiğimiz çaylar yok mu hala tadı damağımda. Tabi Paşa adlı köpeklerini de unutmamak gerek, Duru'nun biricik arkadaşı.

Alaçatı, Sakız Ağacının merkezi. Sakızlı muhallebi, sakızlı kurabiye favorilerimiz arasına girdi bile. Küçük sevimli kafelerinde ya da restoranlarında bu tatları keşfedebilir, egenin otlarının keyfini çıkarabilirsiniz. Alaçatıya gelince herşey dahil otel anlayışının, açık büfe sıralarının ne kadar anlamsız ve yavan olduğunu anlıyorsunuz. Serpme köy kahvaltısı, güveçte pişmiş enginarın tadı hiçbir beş yıldızlı otelde bulunamaz.

Alaçatı aynı zamanda dünyanın en iyi windsurf merkezleri arasında. Rüzgarı olmasından ötürü biz Ilıca'yı tercih ettik denize girmek için. 13 mayısta deniz sezonunu açtık Ilıca'nın bembeyaz kumlu plajında. Ilıca'da kumru, Çeşme'de Rumeli Pastanesinden sakızlı dondurma yemeden döner miyiz hiç?
Ilıca, Çeşme ve Alaçatı....Bize o kadar tatlı anlar yaşattı ki rüyada gibiyiz.








Thursday, May 13, 2010

BİRGİ ve TİRE

Şirince'den sabah yola çıkıp, papatya ve gelincik tarlaları arasından geçerek geldiğimiz Birgi bizi adeta büyüledi. Betonlaşmanın hayatımıza büyük şehirlerde ne kadar çok girdiğini Birgi'ye girince çok daha acı bir şekilde hissettik. Yollarıyla, evleriyle Anadolunun en iyi korunmuş yerlerinden biri. Küçük Menderes nehrinin suladığı geniş bir ovanın kenarına kurulmuş olan Birgi, M.Ö. 3000 yıllarına dayanan bir tarihe sahip. Zamanında Aydınoğulları Beyliğine başkentlik yapmış olan Birgi'de ilk durağımız Ege'nin en eski camilerinden olan Aydınoğlu Mehmet Bey Camii. Caminin en çarpıcı özelliği, minberi ve pencere kanatları. Caminin bahçesinin içindeki, Aydınoğlu Mehmet Bey Türbesinin kubbe eteğindeki ayrıntılar ve çini mozaik süslemeli pencereler de görülmeye değer.

Cami sonrası hemen alt sokakta bulunan Çakırağa Konağı, Ege Bölgesinin ilk yapılışındaki mimari üslubu korumuş ender konaklarından biri. Çakırağa bir tüccarmış, biri İzmirli diğeri İstanbullu iki hanımı varmış. Memleket özlemi çekmesinler diye odalarına kentlerinin resimleri yaptırılmış. İstanbul Odası ve İzmir Odası diye adlandırılan bu odadaki manzaraları maalesef şu an konak gezmek için tehlikeli olduğundan göremedik. Konağın mimari yapısıyla beraber kalemişleri de çok dikkat çekiyor. Çiçekler, manzaralar, perde ve sütunlar o kadar nazik çizilmiş ki büyülenmemek elde değil. Konağın bir kaç ev ilerisinde bulunan ve emekli Felsefe Öğretmeni Gülsün Başaranbilek tarafından işletilen Konakaltı Andaç Kafe Birgi'nin en güzel binalarından. Tarihi eser mi desem, hoş bir müze mi desem, lezzet durağı mı desem bilmem ki. Mutlaka gidilip görülmesi gereken yerlerden bence.
Sessiz sakin Birgi'den ayrılıp Ödemişten annemin ipek kumaşlara bakmadan geçmesini sağlayamadık tabi. Ödemiş sonrası geldiğimiz Tire çok turistik bir yer olmamasına rağmen gezilip görülecek yerler arasında çok zengin bir yer. Rengarenk, mütevazi Türk evlerinin restore edildiği Gülcüoğulları Konakları görülecek yerlerin başında geliyor. Tire Ovasının en güzel manzarası ise merkeze 4 km. uzaklıktaki son derece virajlı yollardan çıkılan 460 rakımlı Kaplan Köyü.Tire yemeklerinin ve ege otlarının en güzelini bulacağınız Kaplan Dağ Restaurant bir gelenek adeta Tire'de. Kaplan Dağ Restoran’ın yanıbaşındaki küçük dükkanında Rafet Amca şifa dağıtıyor. Doğanın ve bitkilerin dilini çok iyi anlayan Rafet Bey dükkanında kendi imal ettiği kekik suyu, ısırgan suyu reçel, salça gibi mevsimine göre değişen bu bölgeye has ürünleri satıyor.

Tire'den çıktık yola, bakalım nereye götürecek bizi rota?

Wednesday, May 12, 2010

Şirince'deyiz

Sabah çıktık yola çelebi misali. Gezgin annem, onun daha gezgin kızı ben ve benim en gezgin kızım Duru...Üç nesil bir arada. Ben kızımı, annem beni koruyarak kah bağırış çağırış kah neşeli kah sessiz ve heyecanlı olarak direksiyonda ben dizildik İzmir yoluna. Tabi benim Bilal'le. Bilal benim arabam, plakadan dolayı ona bu adı taktık.



Bursa, Balıkesir, İzmir ve şu an Şirince'deyiz. Harika bir köy olan Şirince'de Kilisealtı Pansiyonda kalıyoruz. Mürverçiçeği şurubu ile karşılandığımız bu şirin pansiyonda bahçemiz, avlumuz, yeni doğmuş dört kedimiz ile güzel bir gece geçireceğe benziyoruz.



Şirince, İzmir Selçuk'a 8 km. uzaklıkta. Yani İzmir'deb günübirlik bile gelinecek kadar yakın. Köyün kuruluşu M.S. 5yy.a kadar uzanıyor. Eski adı Kırkınca ya da Çirkince'nin havası suyu o kadar güzel ki insanın burada yaşayası geliyor. Çirkince ismi bir grup derebey halkının beylerinden kendilerinin azad edilmesini ve yerleşmek için bir yer bulduklarını söylerler.






Şirince'nin en ünlü şeyi ise meyve şarapları. Her yer şarap evleri ile dolu ve hepsinden tatmaya kalktığınızda sonunuz çok iyi olmuyor. Nar ve karadut favorim bu arada. Şirincenin mimarı yapısı diğer köylerden farklı olup, tüm evler kagir, çok pencereli ve pencere ebatları aynı oranda yapılmış 2 katlı. Balkonları asma balkon olarak yapılmış, bodrum kat kiler ve mutfak olarak kullanılıyor. Evlerin pencere kenarlarında mutlaka gül ve sardunya var. Köyde iki kilise, restore edilmiş bir okul ile 40'a yakın manastır var.

Şu an Şirince'de akşam olmaya başladı, hava hafiften kararıyor, pansiyoncularımız akşam hazırlıklarına başladılar, kızları Ada ve Duru bahçede çimlerin üstünde oynuyorlar, ben bembeyaz Şirince evlerine tepeden bakarak yazımı yazıyorum. Şirince'de yaşam çok başka, çok küçük, çok sakin, çok sade ama çok renkli.

Saturday, May 08, 2010

EN SEVDİĞİM KÖŞEM

Ne yaz köşesi ne kış köşesi, işte bu köşe benim en sevdiğim yer evimde. Çalışma odamızın kütüphane ve bilgisayarla buluştuğu nokta. Fazlaca vakit ayırdığım internete girdiğim, eğitim hazırladığım, blog yazdığım nokta. Burada unuturum tüm dertlerimi, giderim uzak diyarlara, buluşurum dostlarla, hele bir de çayım varsa yanımda değmeyin keyfime.

Burada araştırırım gezilecek yerleri, burada bulurum en yeni yemek tariflerini, buradan alırım tüm dedikoduları, buradan selamlaşırım arkadaşlarımla, uzak ülkelerdeki dost ve akrabalarla.

Bu köşe benim köşem, nefes aldığım yer.