Wednesday, December 30, 2009

Minik Sarı Kuş

Sabah hep olduğu gibi minik kızımı okula bıraktım ve uzun zamandır ilk defa hemen eve dönebildim, bu ara o kadar koşturuyorum ki benim için evde olmak büyük bir lüks. Arabamı park edip apartmana girecektim ki, yapraklarını dökmüş ceviz ağacımızın cılız dalları üzerinde sapsarı harika bir muhabbet kuşu gördüm. Belli ki kafesinden kaçmış hatta açık camı da görünce kendini dışarıya atmış. "Ah minik kuş ah, dışarısı çok tehlikeli senin için " diye düşünürken, ağacın altında pusuda bekleyen kedi ilişti gözüme. O an kedi bir hırladı kuşa ve kuş başka dala geçti, ardından da kedi tabi. Nasıl korkmuş zavallı kuş, o arada ben kediyi kovdum ama o da ne kocaman bir karga pike yapıp geçti yanından ben kışt kuşttt derken. Karga bana bakıyor ben kargaya, sürekli hoşt pişt kışttt diyerek ben kargayı kovarken minik kuşumuz da kargayı izlerken arkadan asıl tehlike geliyormuş nereden bilebiliriz. Ben ilk kargayla uğraşırken kuşun sırt tarafından gelen diğer karga.....evett kuşu kaptı gitti. Minik sarı kuş gitti....sabah sabah şahit olduğum bu olay gün boyu beni çok etkiledi ve biz insanoğlunun da önümüzdeki büyük diye gördüğümüz düşmanlarla uğraşıp korunmaya savunmaya çalışırken malesef arkadan gelen düşmanlara yem olduğumuzu düşündüm durdum.
Çoğu zaman da tehlikenin nereden geleceğini bilemiyoruz ve kuş gibi kargaya yem oluyoruz. Bilseydi kaçar mıydı kafesinden, uçar mıydı neşeyle camdan minik sarı kuş?
Bilsek güler miyiz bize dostmuş gibi sinsice yaklaşarak yüzümüze gülen kişilere, bilsek kaçar mıyız onların yanına, bilsek dost elimizi uzatır mıyız o kara ellere? Bilsek sever miyiz?

Friday, December 25, 2009

KURABİYELER HAZIR

Duru'nun günlerdir istediği yılbaşı kurabiyeleri nihayet bu akşam yapıldı ve muradına erdi küçük tatlı kızım. Bizim evde adet oldu her yıl kurabiye pişirip süsülemek. E tabi insanın tatlıcı, pastacı, yemek öğreticisi akrabaları, arkadaşları olursa bir sürü de tarifi olur. Sabah erkenden Duru okula gidince ben kurabiyeleri pişirdim çünkü süslemek için soğuk olmaları gerekiyor ve benim sabırsız kızım asla bekleyemez onların soğumasını.


Bu yıl ki tarif sevgili arkadaşım, "Kevser Aydoğdu ile Mutfak Deneylerinin" sahibi sevgili Kevser'den ve hakikaten de nefis bir kurabiye oldu. Sabah pişen kurabiyeler Duru ve kardeşim Aslı tarafından akşam bir güzel süslendi. Ev şu an harika tarçınlı kurabiye kokuyor ben bu satırları yazarken. Benim için yaşayan ev, kek kokuları, kurabiye kokuları, demlenen çay, pişen ekmek demek. Kapıdan içeri girince bu kokuları alınca hissediyorum oranın canlılığını ve çok şükür ki evimde bunları hissederek yaşıyorum.

İşte size yeni yılda ister sehpanızda tabak tabak süs olarak kalabilen isterseniz de bir çırpıda yiyip bitireceğiniz kurabiyelerin tarifi:
* 1 yumurta (oda ısısında bekletilmiş)
*150 gr. tereyağ (oda ısısında)
*1 su bardağı un
*1 çay bardağı mısır nişastası
*1 su bardağı pudra şekeri
* 1 çay kaşığı karbonat (silme)
* 1 çay kaşığı tarçın (tepeleme)
*1 çay kaşığı toz zencefil





Tüm malzemeyi yoğurma kabında yoğuruyorsunuz, tereyağının iyice malzemeye karışması ve gözükmemesi gerekmektedir. Hamur kulak memesi kıvamına gelinceye kadar yoğurdum ama un az gelince ben biraz daha ekledim. Hamuru yarım saat buzdolabında beklettim ve nişasta serpilmiş zeminde 2 cm kalınlığında açtım. Yılbaşı kurabiyesi kalıplarıyla şekiller çıkarttım ve yağlı kağıda dizip önceden ısıtılmış 180 derece fırında kurabiyelerin çevresi pembeleşene kadar pişirdim. Kurabiyeler iyice soğuyunca süsüleme işlemi yapılmalı bu en önemli nokta. Bu yüzden ben sabah yapıp akşama da süsleme kısmını bıraktım. Bir de kardeşimin de evine kurabiye götürebilmesi için ölçüleri iki katı kadar yaptım.


Kurabiyeler hazır, hediyeler hazır e seni bekliyoruz yeni yıl.

Thursday, December 24, 2009

YENİ YIL HEDİYELERİ

Yılbaşı yaklaştı ve yine beni bir telaş aldı. Sevdiklerime özel birşeyler hediye etmeyi sevdiğimden bu yıl herkese çam sakızı çoban armağanı kendi ördüğüm atkı, bere, eldiven, kulak koruma bandını hediye etmeye karar verdim ve sürekli bir örgü örme halindeyim. Her ne kadar çok sevsem de örmeyi, galiba bu ara biraz abarttım.

Tuesday, December 15, 2009

SOĞUKLAR BAŞLADI MI NE


Bugünlerde artık kışın etkisini bayağı hissetmeye başladık mı ne, sürekli ıslak caddeler, gece cama vuran yağmur sesi, daha neredeyse öğle vakti kararan hava...Kış hakikaten geldi artık. Bizim evde kışın geldiği ocaktaki ıhlamurdan, bazı akşamlar içilen sahlepten bir de akşamüstü yaktığım mumlardan anlaşılıyor daha çok.


Daha bir sessiz oluyor ev, daha bir karanlık. Akşam yemeği daha erken yeniyor, iş daha çabuk bitiyor ve sanki daha çok zaman kalıyor kitap okumaya, yazı yazmaya, dvd izlemeye. En başta da örgü örmeye, ha kışın geldiğinin bir diğer belirtisi de rengarenk yünlerimdir benim. Örerken içimi ısıtan, sıkıntılarımı alıp götüren beni başka alemlere daldıran örgülerim. En mutlu olduğum zamanlardan bir kesittir, hafif bir müzik işliğinde çayım yanımda örgü ördüğüm anlar.


Hele kızıma yeni yıl hediyesi olarak ördüğüm kırmızı hırka, tam bir oyuncak oldu benim için bu soğuk kış akşamlarında. Kırmızı cıvıl cıvıl bir hırka. Örerken de, süslerken de aldığım keyfi anlatmak çok zor.


Şimdi hevesle hırkasını giymeyi bekliyor bizim cadı, ama önce bir süre gözümün önünde asılı duracak. Niye mi? Ben keyfini süreyim, izlerken bunu ben yaptım deyim, hem de ilk deneyimim bu diye övüneyim kendimle diye.

Saturday, December 12, 2009

YILLAR ÇABUK GEÇİYOR

"Yıllar ne çabuk geçiyor", "daha dün elime doğdu", "ben onun kısa pantalonlu halini bilirim" sözlerini hep yaşı geçgin insanlar söyler gibi gelirdi bana ya da ben artık o gruba dahilim bilmiyorum. Bildiğim tek şey artık yavaş yavaş orta yaşı geçiyorum galiba. 8 Aralık günü kuzenim Can'ın fotoğraf sergisinde hissettim bu duyguyu. Dün gibi hatırlıyorum onun doğumunu, annesinin onu bana bırakıp okula gittiği yılları, çocukluğunu, okul yıllarında ona ders çalıştırdığım akşamları. Yıllar ne çabuk geçti, şimdi ünlü olmanın başlangıç günlerini yaşayan bir sanatçı oldu sevgili Can. İşte hayat böyle birşey, bir zamanlar kardeşiniz olan hikaye okuyup oyun oynattıklarınız gün geliyor karşınızda ayakları yere sağlam basan meslek sahibi gençler olarak yer alıyor. Evet evet ben yaşlanıyorum, ama olsun kardeşlerimi böyle güzel yerlerde görüyorum ya ne yaşlılık ne ölüm hepsi vız gelir bana.

Monday, December 07, 2009

HERPES ZOSTER

Uzun bir ara verdiğimin farkındayım yazılarıma, son yazdıklarıma da bakınca aslında biraz biraz çağırmışım stresi, sıkıntıyı ve sonunda da zonayı. Evet bana herbes zoster teşhisi kondu yani halk tabiriyle "zona" ya da "kuşak hastalığı" veya "gece yanığı". Son zamanlarda dedim ya biraz fazla takmışım galiba herşeyi. Zona olduğumu duyan herkes, "ne oldu neye üzüldün bu kadar" deyip durdu. Mümkün mü üzülmemek, stressiz yaşamak dünyada? Tabi öyle hop diye üzülüp hop diye olmuyor hiçbirşey. Anlar, saniyeler, günler, aylar belki yıllarla çıkıyor arazlar insan vücudunda. Sonra bir anda, vücudunuzun direncinin en az olduğu noktada yakalıyor hastalıklar sizi, bedeninizi. İşte benimki de öyle birşey.

Niye ben, niye zona geldi beni buldu diye önce kendime soruyordum ama sonra bunu sorgulamanın ne bana ne zonama faydası olduğunu düşünüp biraz daha bilimsel verilere baktım ve su çiçeği geçiren herkesin zona hastalığına yakalanabileceğini gördüm. Çünkü bu iki hastalığa sebep olan virüs aynı. Bu virüs insan vücuduna ilk girişinde su çiçeği hastalığına sebep oluyor. Su çiçeği geçiren kişilerdeki virüs sinir hücrelerinin köklerinde yerleşiyor ve uzun yıllar hiçbir belirti ve rahatsızlık yapmadan sinir köklerinde kalabiliyor. Uygun ortam bulduğunda virüs aktive olarak zona hastalığını yapıyor.

Temel olarak virüsün aktive olmasında etkili olan sebep vücut direncinin azalması. Direncin azalması ile virüs bulunduğu yerde üremeye, sinir kökünden sinirlerin dallarına doğru yayılmaya başlıyor ve deriye kadar ulaşarak belirtileri oluşturuyor. Direnç düşmesinde stres, aşırı yorgunluk, üzüntü, vücuttaki yaralanmalar en sık görülen sebeplermiş. Eh her ne kadar dostlarım bana "ne güzel yaşıyor gidiyorsun, stresin yok, derdin yok, sen kendini çok dinliyorsun" deseler de işte hayat öyle değil demek ki.

Zonanın belirtilerine gelince,benim sırtımda bir ağrı ile başladı. Vücudumun o bölgesinde iğnelenme, kızarıklık ve sonrasında kabarcıklar meydana geldi. Tabi bazılarında bu kabarcıklar su toplama haline gelebiliyormuş ki ben de olmadı. Şu an için bir haftam doldu ve artık kaşıntılar başladı, bu da zonanın yavaş yavaş beni terk ettiğinin göstergesi sanırım.

Zona geçince ne olacak, artık hiç stres yapmayacak mıyım, üzülmeyecek miyim tabi ki hayır. Eğer inzivaya çekilip, bu dünyadan elinizi ayağınızı çekmeden yaşamaya devam ederseniz bunlardan ayrı kalmanız da mümkün değil. Ama bunları yönetebilmek gerekli, yani bu stres dozunu dengede tutmak. Zaten hayatta hiçbirşeye stres yapmayan insanların ben biraz duyarsız, gamsız olduğunu düşünürüm. Stres olacak ki hareket olsun, kendini yenileme olsun ama işte artık bu stresin hayatımı yönetmesine izin vermeyeceğim galiba. En başta da benim stres düzeyimi gereksiz yükselten kişileri hayatımdan yavaş yavaş çıkarmam gerek diye düşünüyorum artık. Eh onlar olmasa hayatımdan çok şey de gitmez herhalde. Başarırsam yazarım yine, başaramazsam zaten yine zona olmuşumdur kesin.

Thursday, November 19, 2009

Nefsinize ağır gelen şey bilin ki hayrınızadır

Hayatta ne zaman neye öncelik vereceği belli olmuyor insanın. Bir zamanlar sizin için en önemli belki de canınızı verebileceğiniz birşey bir bakıyorsunuz ki umurunuzda olmuyor. Ya da çok çok üzüldüğünüz bir olay yerini öyle bir olaya bırakıyor ki "vay be ben neleri dert etmişim" diyorsunuz. Çevreme bakınca domuz gribine yakalanan pek çok arkadaşım, para sıkıntısı çeken tanıdıklarım, koca baskısı hanım dırdırı çeken yakınlarım, eşinden boşanan dostlarım, sevgilisiyle geçinemeyen aşıklar ve daha pek çok insan...hayatın merkezinde kime sorsanız kendileri var, çünkü onlar yaşıyor o an tüm duyguları ve yaşadıklarından başka birşeyin önemi yok onlar için. İki gün sonra onlar da unutacak yaşadıklarını, yeni sıkıntılar alacak çünkü eskinin yerini. Neyle boğuşuyorsanız ona odaklanıyorsunuz, yaşamın gerçeği bu. Tüm bunlar için de sadece ve sadece şunu yapmaya çalışmak ya da hep hatırlamak gerekiyor galiba: "Her işte bir hayır vardır". Polyannacılık deyin, kaderci yaklaşım deyin ne derseniz deyin ama ancak bunu söylediğimiz takdirde kalkabileceğimize inanıyorum düştüğümüz noktadan. Bağırıp çağırıp tepki verip, içimizi boşalttıktan sonra bunu diyebiliyorsak işte o zaman başlıyoruz görmeye yaşamın kendisini. "Nefsinize ağır gelen şey bilin ki hayrınızadır" demiş peygamberimiz bir hadisinde. Şu an bizi yiyen bitiren, kahreden bir şey belki de gelecekteki bir kötülüğün engelleyicisi kim bilir?

"Allahım değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için bana cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sabır, her ikisini birbirinden ayırt etmek için akıl ver" demiş Halil Cibran. Önemli olan değiştirebileceklerimiz üzerine yorulmak çaba harcamak değil mi, bırakın değiştiremeyeceklerinizi gitsin yolunu bulsun. Enerjinizi tüketmeye değmez...

Monday, November 16, 2009

ALDIM BAŞIMI GİDİYORUM

"Ben bu dünyadan, dosttan düşmandan aldım payımı gidiyorum, günahlarımla sevaplarımla aldım başımı gidiyorum...."

Yok yok bir yere gittiğim yok da , Yonca Lodi'nin şarkısındaki sözler gibi bu mevsim bana bunları, payıma düşenleri, bana haksızlık edenleri, benim haksızlık ettiklerimi, kırıldıklarımı, kırdıklarımı, bana gülmeyenleri, benim gülmediklerimi, sinir olduklarımı, sinir ettiklerimi, üzüntülerimi, isyanlarımı, keşkelerimi, paylaşmadıklarımı, hüzünlerimi ve daha pek çok karamsarlıklarımı hatırlatıyor nedense. Sararan yapraklar, karanlık puslu ıslak hava, güneşsiz gökyüzü içimde bir yerlerde hep duran melankoliyi coşturuyor. Bunalımları, depresif halleri, uykulu yataktan çıkmak istemeyen beni dürtüyor sanki hadi gel hadi gel der gibi. Ama herşeye rağmen yürümeye, her yerden her şeyden zevk almaya devam etmek lazım deyip sarılıyorum hayata, biliyorum ki, sararan yapraklar yere düşecek üstünde yürümekten zevk alacak ve sonra toz olup uçan yaprakların ardından gelen bembeyaz kar , çok kısa bir süre sonra gelecek güneşin habercisi olacak ve yine sımsıcak günler bizim olacak.


"Yaşarım gün doğdukça, serde hayat var" diyor ya Yonca Lodi şarkısında işte aynen öyle, hayatı yaşamak gerek...

Sunday, November 08, 2009

Çikolata çikolataaa


Sevmeyen var mıdır bilmem ama hepimiz en azından çocukken yemeye bayılır, bayramları beklerdik çikolata için. Çikolata ile ilgili filmler yapıldı, binlerce reklam filmleri çekildi ve artık kursları verilmeye başlandı. O kadar çok tüketiliyor ve seviliyor ki , rengi, markası, şekli hiç önemli değil. Bundan beş yıl kadar önce ilk kez gittiğim çikolata kursunda o kadar eğlenmiştim ve hoş vakit geçirmiştim ki, bize bir süpriz kurs hediye edildiğinde heyecanım daha da artmıştı. Evet bu kurs, çok sevdiğim dostlarımla bana hediye edilmişti. İşin daha da güzel yanı bunu bir evlat taaa Amerika'dan Türkiye'deki annesine doğum günü olarak düşünüyor ve sadece annesine değil annesinin sevdiği arkadaşlarına da hediye ediyor. Evet biz grup olarak gittik sevgili Rengin'in bu güzel süprizine ve hepimiz Rengin'in ne kadar hayırlı ve düşünceli bir evlat olduğunu konuştuk gün boyunca. Hani yetiştir, büyüt, okut gitsin dünyanın bir ucuna, ama evlat yine evlat işte; biricik annesini oralardan düşünüyor.


Hepimiz Chef's İstanbul'un İstiklal caddesindeki mekanında toplandık ve sevgili avukatımız doğumgünü çocuğu Jülide Abla'mızı beklemeye başladık. Onun haberi yoktu bizim orada olduğumuzdan, aslında o da nereye geldiğini bilmiyordu ama tabi avukat ya deşe deşe süprizi, bir sonuçlar çkarmış olmalı ki öyle çok şaşırmış gibi olmadı bizi karşısında görünce. Ama asıl süprizler şimdi başlıyordu...


Fındıklı, likörlü, hindistan cevizli, acıbademli çikolatalarımızı yaparken bir yandan da fırında pişmiş dışı şekerli fındıklarımızı yemeyi ihmal etmiyorduk. Önümüzde eriyen kuvertürleri kaşla göz arası yalamak ise ayrı bir zevkti doğrusu. Şefimiz Mustafa Kara'nın bize verdiği bilgiler doğrultusunda hepimiz çok güzel çikolatalar hazırlamış hatta bunları paket yapıp eve bile getirmek üzere yola çıkmıştık. yağmurlu bir İstanbul gününde böylesine tatlı bir gün ne iyi geldi hepimize, tekrar tekrar teşekkürler sevgili Rengin.

Thursday, November 05, 2009

Antakya'ya veda vakti

Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, bizim de gezimizin son günü gelip çatmıştı. Antakya farklı dinleri, farklı kültürleri, farklı yemekleri ve tarihi zenginliğiyle sadece Türkiye'de değil dünyada görülmesi gereken şehirlerin içinde bence. Bir çok ilkin yaşandığı ve çoğu ilke ev sahipliği yapan Antakya'da bir ilk de St. Pierre kilisesi. Habibi Neccar Dağı eteklerinde bulunan ve doğal bir mağara iken eklemelerle kiliseye dönüştürülen St. Pierre dünyanın ilk kilisesi. 9,5 metre eninde, 13 metre derinliğindeki kilise ilk defa Hz. İsa'nın dinini tanıyanlara 'Hıristiyan' denilen kilise aynı zamanda.Her sene 29 Haziranda burada tören düzenleniyormuş. Bizim dinimizde Kabe ne kadar kutsal ise, herhalde hıristiyanlar için de burası çok önemli olmalı. Biz çok daha rahat, sadece bir tarih olarak gezerken eminim onlar çok daha yoğun duygular yaşıyorlardır 29 Haziranlarda.

Kilise turundan sonra kahve zamanı gelmişti ve şehrin en eski kahvelerinden Affan Kahvesiydi mola yerimiz. Affan mahallesinde olduğundan adı Affan kahvesi olarak da biliniyor asıl adı İnci Kıraathanesi. Dünyanın ışıklandırılmış ilk caddesinde tam bir kasaba kahvesi burası. Hani filmlerde görürüz ya erkekler salaş, eski, köhne kahvede oturur taş, tavla oynar. İşte biz bu kısımda oturamasak da o kahvede bulunmak bile çok müthişti. Hemen arka kısımda asma altında, ''AİLE SALONU'' tarzında açık havada oturduk ve herkes çay bardağında gelen Antakya kahvesini içerken ben meşhur tatlı HAYTALI'dan yedim. Aslında Adana kültürünün bir parçası olan ve onların dilinde ''BİCİ BİCİ'' yerel adıyla HAYTALI Hatay'ın bir tatlısı ve bu kahvede çok güzel yapılıyor. Gül şurubu, muhallebi ve dondurmanın bütünleşmesi olan tatlı aslında tam yaz mevsimine göre. Mısır veya Suriye'den özel getirilen vanilya ile yapılan muhallebinin üstüne dondurma ve gül şurubu ilave ediliyor, özel el yapımı tarihi kaşıklarla servis ediliyor. Haytalı belki künefe kadar ünlü değil ama en az onun kadar güzel bir tat.


Tatlılarımızı yemiştik ama aklım hala Antakya'nın özel tatlarındaydı. Antakya'nın dar sokaklarında yürüyerek Uzun Çarşıya doğru gidiyorduk ki, bazı evlerde yeşil zemin üzerine arapça harfler yazılmış plakalar gördük. Bu plakalar, o evlerde hacı olduğunu belli ediyormuş.İlk defa böyle bir uygulama görmüştüm. İLGİNÇ.



Tarihi Uzun Çarşı'yı gezerken nar ekşisi, zahter, kesme yoğurt - yoğurt dediğime bakmayın aslında bir peynir çeşidi - künefe almadan İstanbul'a dönmek olmazdı. Elimiz kolumuz dolu olsa da, Uzun Çarşı'daki gümüşçü Stephan'a uğramadan çıkmadık çarşıdan. Stephan gerçekten de gümüş çeşitleri ve fiyatlarındaki uygunlukla boşuna ün yapmamış. Tabi ben Stephan'ı sevgili arkadaşımız Bora Canay sayesinde tanıdım. Hatay'da çoğu şeyi aslında Bora sayesinde keşfettik ve turumuz onun eşsiz çabalarıyla bu kadar güzel ve kusursuz geçti. Uzun Çarşı'daki güzel gezimiz Sultan Sofrasında harika bir yemekle son buldu.

Antioch'dan Hatay'a ......

işte giderseniz bunları bilin ve yapmadan dönmeyin


* Türkiye'nin ilk kadınlar kulübü derneği 1967'de Hatay'da kurulmuş. halen hizmet veren derneğe beyler giremiyor. Sadece haftada bir gün o da, yanlarında eşleri olması kaydıyla girebiliyorlar. Bayansanız eğer gitmek bedava.

* Dünyanın ışıklandırılmış ilk caddesinde geceleyin yürüyüş yapın.

* Affan kahvesinde oturup Haytalı yiyin.

* Kalp hastalıklarına çok iyi gelen Aliç Meyvesini sokak satıcısından alıp yiyin.

* Sveyka restoranda akşam yemeği, Sultan Sofrasında öğle yemeği yiyin.
* Tarihi sabun fabrikalarını gezin.

* Stephan'a uğrayın ve müşteri memnun etmenin ne olduğunu görün.

* Vakıflı Köyü'nde Ermeni Hanımların yaptığı portakal çiçeği likörünü tadın.

* Şehirde arabayla gezmeyin, yürüyerek keşfedin.
* Harbiye'de Abdullah Usta'nın mozaiklerini görün.
* Harbiye'deki Yılmaz İpek'den defne sabunu alın.
* Uzun Çarşı'daki küçük esnafla sohbet edin.

* Rehber olarak Burçak Altunay ile gezin.


Wednesday, November 04, 2009

Antakya'yı yaşamaya devam

Zaman ne kadar da çabuk geçiyor insan hoş şeylerle uğraşıp işten, güçten, dertten, tasadan uzak olunca. Geze geze üçüncü günümüz olmuştu neredeyse biz farkına varmadan. Bugünkü yolculuğumuzun ilk rotası Samandağ'a doğru yol alırken birçok yere uğrayarak gideceğimizi söylemişti Burçak ama yol boyunca sanki Antakya'da değil de Karadeniz bölgesindeymişiz gibi hissettim. Yemyeşil dağlar, ormanlar, yeşilin binbir tonu, meyve ağaçları, köyler...

İlk durağımız öyle bir kanyondu ki, hani eşyalarınız olsa yanınızda inip, rafting yapasınız gelir. Batı ayaz denilen kanyon sanki İsviçre Alplerinin eteklerindesiniz hissi yaratıyor ya da Karadeniz'in yemyeşil ormanlarındasınız gibi. Kanyonun hemen üstünde yer aldığımız köprü Fransız Köprüsü olarak biliniyor. Hakikaten temiz havadan ve manzaranın muhteşemliğinden olsa gerek büyüye kapılmış gibi hissettim o an kendimi ve bu büyü bir sonraki durağımızda daha da etkisini hissettirdi ve ben daha da çarpıldım.



Öyle bir yerde çay molası vermiştik ki, tabiat harikası, tarih hazinesi, azamet örneği...Hıdır Bey köyündeki dev Hz. Musa Ağacı'ndan bahsediyorum. Rivayete göre Hz. Musa ve Hz. Hıdır birlikte Hıdır Bey köyüne gelirler. Hz. Musa su içmek için asasını toprağa saplar ve orada unutur. Asa kaldığı yerde filizlenerek bir çınar ağacına dönüşür. İşte bu çınar ağacı, bizim altında oturup çay içtiğimiz Hz. Musa ağacı. Genişliği 35 metre olan ağacın içine giriyorsunuz hatta 10 kişi rahatlıkla sığıyor içine. Ağaçtan medet uman kişiler ağacın içine çaput bile bağlayıp dilek dilemişler. Kahvenin çevresi de harika meyve bahçeleriyle dolu. Şu an turunç mevsimi olduğundan dalından mandalina, portakal koparmanın zevkine vardık Hıdır Bey'de.


Çaylarımızı içip, dileklerimizi dileyip, şifalı sudan da içtikten sonra Türkiye'nin yaşayan tek Ermeni köyü Vakıflı'ya doğru yola koyulduk. Vakıflı köyü, 40 haneli yaklaşık 150 kişilik nüfusu olan ve Türkiye'de 2004 yılından bu yana organik tarımı uygulayan ilk köy.Köyün girişinde bulunan Meryem Ana Kilisesi 1895 yılında yapılmış ve halen ibadete açık bir kilise olmakla beraber din görevlisi yok şu anda. Din görevlisi olmayınca doğal olarak ayin de olmuyor. Önemli olaylarda -nikah, ölüm gibi- İstanbul'dan din görevlisi geliyormuş.Bize kilise hakkında bilgi veren köy halkından Vahey Bey bu konudan oldukça muzdaripti doğrusu, haksız da sayılmaz hani. Biz kendisini değil ama evini gördük Avedis Amca köyün en yaşlısıymış ve İsmet İnönü, Erdal İnönü ile ilgili anılarını Burçak'tan dinledik. Köyün içinde biraz yürüyüp tertemiz pırıl pırıl evlerini izleyerek aracımıza bindik. Bugün çok keyifli, doğal, yeşil, taze geçiyordu. Yol boyunca karşılaştığımız manzaralara doyamıyordum ki not alayım. Nar, mandalina bahçeleri, kıpkırmızı güller, ekmek pişiren köylü kadınlar, sanki bir ressamın tuvali gibi rengarenkti.

Artık Samandağ'a geliyorduk. Musa Dağı, Kel Dağı ve Saman Dağı arasında bulunan Asi nehrinin Akdenize döküldüğü deltada kurulmuş ilçe, aynı zamanda çok önemli tarihi eserlere de ev sahipliği yapıyordu. Doğal bir liman olan Samandağ çok uzun bir sahile sahip. Burada ilk gördüğümüz yer, Kapısuyu bölgesinde bulunan Dor Mabedi oldu. Tanrıların kralı Zeus adına yapıldığı söylenen mabetten bugüne kalan sadece sütunun taş kalıntıları.

Seleukeia Pieria antik kentininin aşağı şehir kısmında bulanan M.Ö 1. yy da yapılmış olan Titus Vespasianus Tüneline geldiğimizde gerçekten ''ağzı açık kalmak'' deyimini bizzat yaşadım. Dağdan gelen suların yarattığı sellerin taşıdığı kum ve çakılların limanı doldurmasını engellemek için yapılan tünel adeta bir dünya harikası. Öyle sanıldığı gibi kapalı bir mekan da değil. Toplam 1380 metre olan tünel, doğayla iç içe bir yürüyüş parkuru gibi. Titus tünelininin hemen sonundaki tarihi hazine Kaya Mezarlığı yani Beşikli Mağara tam bir mimarlık harikası. Geniş alana yayılan mezarlık, kayalık yamaçlara oyularak yapılmış. Baktığınızda karşılıklı birbirine paralel iki mezar görüyorsunuz. Beşiğe benzediği için Beşikli Mağara denmiş. Mezarların tavanlarında görülen istiridye kabuğu şeklinin kalıntıları, burada donanmaya ait birilerinin yattığı gibi bir rivayete konu olmuş. Antakya'ya gelip buraları görmeden dönseydik herhalde çok şey kaybederdik, Samandağı Çevlik bölgesi hakikaten de ülkemizin tarihi açıdan zengin bölgelerindenmiş ve bugüne kadar hiç haberim olmamış.







Samandağı'nda Hıdır Bey türbesinin hemen yanıbaşında Dervişhan'da yediğimiz balık ile hakikaten bugünkü gezimizin Karadeniz turuna neredeyse eş değer olduğunu düşündüm bir an.

Buraya yazarken ya da okurken bir solukta bitiyor da gün ama gezerken öyle olmuyor. İşte hava kararmaya başlamış, bir Antakya günü de bitmeye yaklaşmıştı. Güzel insanlar, güzel yerler, güzel yemekler...İnsanoğlu güzele ne çabuk alışıyor. Ne haber, ne domuz gribi, ne başka şey...Sanki bu ülkede yaşamıyor gibi oluyor insan ve gerçeğe dönünce, gerçeği düşününce kötü oluyor, zor durumdakileri, gezmeyi bırakın yaşamaya hayatta kalmaya çabalayan insanlara üzülüyor, bir yandan kendi olanaklarına şükrederken niye ülkemde buraları herkes göremiyor, niye medenice, sağlıkla, temiz, ferah, refah bir ülkede yaşayamıyor benim insanım, üstelik bunları hak etmiş bir maziye sahip iken deyip düşünmeden, üzülmeden edemiyor ya da BEN EDEMİYORUM.

Tuesday, November 03, 2009

İşte Halep işte arşın


''İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri'' demiş Aşık Ömer ne de güzel demiş. Biz de hava durumu dışında şen başladık Halep yolculuğumuza. Bir önceki günün pırıl pırıl havası gitmiş yerine sağanak bastırmıştı. Ama yine de farklı bir ülkeye değişik bir şehre gidiyor olmaktan dolayı içim içime sığmıyordu. Amik Ovasına kurulmuş olan Reyhanlı ilçesi Halep'e olan sınırımız. Cilvegözü sınır kapısı Reyhanlı'ya çok yakın mesafede. Reyhanlı aynı zamanda Türkiye'nin en zengin ilçesiymiş, vallahi Burçak'ın yalancısıyım bu konuda. Zira zenginlik göstergesi olarak pek bir şey göremedim tabi Amik Ovasının bereketinden, verimliliğinden yararlanmanın zenginliğini saymazsanız.
Halep'e girişimiz çok zor olmadı, sorun çıkmadan, vizesiz olarak sadece pasaportumuzu göstererek giriş yaptık ama siz sanmayın ki çıkışımız bu kadar kolay oldu. Dönüşümüzün muhteşem olacağından habersiz güle oynaya Suriye topraklarına ayak basmıştık ve ilk durağımız tarihi İpek Yolu oldu. Ben hep İpek Yolunu efsanelik bir yol zannederdim, yani öyle üstünde yürünecek bir yol olduğunu hiç bilmezdim doğrusu. Ama Halep'te gerçekten İpek Yolu'nda yürüdüm. Tarihten de hatırladığımız Çin'den başlayan İpek Yolu eski dünyayı dolaşarak Pakistan Afganistan Türkiye İstanbuldan geçerek ta Roma'ya kadar uzanırdı. Ama malesef şimdi başlangıç noktası bile belli değil, bırakın yürünecek yolu. Dünyada sadece Suriye'de Halep'e yakın bir köyde 500 metre uzunluğunda bir parçası korunmuş. Üstünde yürümek çok ayrı bir hazdı gerçekten de.


Yol boyunca gördüğümüz Suriye Bayrağı üç renkten oluşuyordu. Kırmızı renk hanedanlığı, siyah renk Arabizmi, iki yeşil yıldız Suriye halkını temsil etmekteymiş.




Halep'e doğru ilerledikçe yol boyunca binaların mimarisi göze çarpıyordu. Kayşani denilen yapı cinsi yani beyaz taş neredeyse tüm şehre hakimdi ve çok hoş görünüyordu. Binalar ilk yapıldığında beyaz olan taş güneş gördükçe sarıya döndüğünden, hangi binanın yeni hangi binanın eski olduğunu rahatlıkla anlıyorsunuz. Evlerde pencerelerin hiçbiri açık değildi ve panjurlar sonuna kadar inikti, bunun nedeni Arapların mahremiyete verdikleri önemden kaynaklanıyormuş. Yol boyunca gördüğümüz evlerin çatılarının olmaması da bir başka dikkat çekici noktaydı. Burada kar yağışının olmamasından dolayı çatı yapılmıyormuş ve hava çok sıcak olduğundan insanlar çatıda uyuyabiliyorlarmış bu sayede.

Halep, arapça süt anlamına geliyormuş. Hz. İbrahimin bugün kalenin olduğu tepede süt sağıp ihtiyacı olanlara hayır olarak dağıtmasından geliyormuş şehrin adı. Dünyanın en eski şehirlerinden olan Halep'de ilk durağımız tabi ki ünlü Halep Kalesi. Şehirden 50 metre yükseklikte doğal bir tepenin üstüne kurulmuş Halep Kalesi 12yy. sonu 13.yy. başlarında Malik El Zahir tarfından yapılmış. Aynı zamanda dünyanın en ieski ve en iyi korunan kalesi olduğundan Guinness Rekorlar Kitabına girmiş. Giriş kapısı hendeğin üstüne açılıyor ve benim en çok ilgimi çeken ve içinde bir felsefe barındıran ikinci kapısı. Bir sürü aynı yöne bakan nal ve bir tane de farklı yöne bakan nal. Aynı yöne bakanlar kulları, farklı yöne bakan Allahı temsil ediyor.


Kale aynı anda 10 bin kişi barındırabilecek büyüklükte ve içinde tarihi evler, sokaklar, su kuyuları odalar, camii gibi pek çok yapı var.


Kalede yaklaşık iki saatimizi geçirdikten sonra şehrin dar sokaklarından, baharat kokulu yollarından geçip harika bir avlusu olan ve eski bir Halep evi olan Beit Wakil'de öğlen yemeği yedik ki, Antakya mutfağına benzemekle beraber ''Ben Suriye Mutfağıyım'' dedirten yemeklerdi doğrusu.


Yemek sonrası gittiğimiz Zekeriya Camisi diğer adıyla Emevi Camisi şehrin en eski ve en ünlü camisi. İçinde Zekeriya Peygamberin türbesinin olmasından dolayı bu adı almış. Kapıda ödünç olarak verilen değişik, tüm vücudunuzu ve kıyafetinizi örten özel bir kıyafetle içeri girebiliyorsunuz. İçerisi dar ve uzun bir alan. Bunun nedeni de ön saflarda duaya katılmak farz olduğundan camilerin salonlarının uzun yapıldığı yönünde.

Camiden çıktığınızda hemen yanıbaşınızda Halep Kapalı Çarşısı. Yani tam benlik bir mekan. Çarşılara suk deniliyor ve her bir çarşı birbirine bağlı olarak neredeyse 10 kilometre. Çarşının büyük bir kısmı 15. yy.da yapılmış ve bir sürü bölümden oluşuyor. İpekçiler, baharatçılar, halıcılar, tatlıcılar...Bizim Kapalı Çarşının aynısı. Ve neredeyse tüm esnaf Türkçe biliyor, üstelik Yeni Türk Lirası da geçiyor. Sanki Halep'de değil de İstanbul'daydık. Halep'den alacağınız herşeyi bu çarşıda bulmak mümkün. İşlemeli örtüler, şallar, bakırlar, tesbihler, siyah inci, halı, kahve ve daha neler neler. Burada gezmek içimi ısıttı, doya doya pazarlık yaptım Arap halıcıyla, baharatları kokladım, kahve aldım, yani tam olarak ülkemdeymişim gibi hissettim. Hava kararmış, yağmur artmış ve bize dönüş yolu görünmüştü. Halep'e gelip de kuru baklava almadan dönülür mü? Son durağımız bir tatlıcı oldu ki, görülmeye değerdi halimiz. Baklavanın anavatanından gelen biz kuru baklavaları görünce bir anda gözümüz dönmüştü. İncecik hamuru, bol fıstığı ve bizim baklavaların aksine daha az şerbetli olan Suriye tatlısı bize tatilde olduğumuzu epey hissettirdi. E tatilin tadı da bu olsa gerek, sürekli yemek düşünmek.

Dönüşümüz muhteşemdi demiştim ya, pasaport kontrolümüzde sorun çıkmasa da otobüs şoförümüzün bazı davranışlarından dolayı, Kerem'in Aslının ateşine Halep'te yanıp kül olması gibi bizde Bab El Hawa sınır kapısında az daha kül oluyorduk. Herşeye rağmen Halep görülmeye değerdi.
İşte Halep hakkında bugüne kadar bilmediklerim;


* Osmanlı'da ilk mason locası Halep'de kurulmuş.
* Türkiye'deki ilk kadın-doğum kliniğinin kurucusu Pakize Tarzi Halep'de doğmuş.
* Ünlü şarkıcı Erol Büyükburç eğitiminin bir kısmını Halep'de tamamlamış.

* Halep kalesi hiçbir zaman fethedilmemiş, anahtar bizzat Osmanlılara verilmiştir.

* Ferhat ile Şirin burada birbirine aşık olmuş.

* Mevlana, Halep'deki medreselerde tahsil görmüş.



Monday, November 02, 2009

Antakya'ya doğru

28 Ekim sabahı çıktık yollara, Evliya Çelebi misali seyahatnamenin bölümlerinden bir diğerini yazmaya...Gerçekten de o kadar erken vakitte yola koyulduk ki sabah dokuzda Adana'ya varmıştık bile. Hep iş için gittiğim Adana'ya bu kez seyahat için uğramanın dayanılmaz hafifliği içindeydim. Türkiye'nin beşinci büyük şehri Adana'da ilk durağımız Sabancı Merkez Camisi oldu. Vakit darlığından Seyhan Nehri kıyısında yer alan Türkiye'nin en büyük camisini dışarıdan izlemekle yetindik bu kez ama ben ilk Adana seyahtimde bu camiyi gezi programıma koydum bile. 1988 yılında yapımına başlanıp 1998'de hizmete giren caminin 32 metre çaplı ana kubbesi, Türkiye'nin yerden yüksekliği en fazla olan en geniş kubbeli camisiymiş. Camideki 4 yarım kubbe 4 halife-4 mezhebe, 5 kubbe İslamın 5 şartına, 6 minare imanın 6 şartına, 32 metre çaplı ana kubbe 32 farza, avludaki 28 kubbe Kuranda adı geçen 28 peygambere karşılık geliyormuş.

Caminin hemen karşısında, Seyhan Nehrinin üzerinde bulunan ve Adana'nın batısı ile doğusunu birleştiren Taşköprü de hakikaten görülmesi gereken yapıtlardan. Aslında 21 gözlü imiş ama şu an 14 gözlü olarak hizmet vermekteymiş. Adana'nın yolları taştan, diyerek rehberimiz Burçak Altunay eşliğinde Hatay turumuza doğru yola çıktık. Her ne kadar çok uykusuz olsak da gerek havanın sıcak ve güneşli olmasından gerekse Burçak'ın ara ara söylediği şarkı türkülerle keyifli bir yolculuk yapıyorduk. Antakya yolu üzerinde Amanos Dağlarını tırmanırken Belen Geçidini geçmeden olur mu? 740 rakımlı Belen, ormanlık ve maki bitki örtüsüyle hakikaten hoş bir manzara eşliğinde seyahat etmemizi sağlıyordu.
İskenderun'a girerken bizi yolda Türk-Rus işbirliğiyle kurulmuş olan, Türkiye'nin en büyük demir çelik fabrikası olan İsdemir karşılıyordu. Ve yol üstündeki ilk durağımız Dörtyol'a bağlı Payas ilçesindeki Sokullu Mehmet Paşa külliyesi oldu. 1574 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan külliye, kervanların konaklamaları ve güvenlik için çok önemli bir yapıymış zamanında. Külliye içindeki arasta yani çarşı gerçekten de sanki içinde hala dükkan ve sahipleri varmış hissi yarattı bende. Külliyenin güney ucundaki dar ve düz koridordan iç bahçeye geçiliyor ki, bugüne kadar çok iyi korunmuş. Külliye içindeki cami, hamam, imarethane ve medrese kervanların her ihtiyaçlarını karşılayan bir yapı olduğunu gösteriyor. Benim en çok ilgimi çeken ise Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin de burayla ilgili bölümlerini altında yazdığı ağaç oldu. Külliye içindeki Sarı Selim Camisinin duvarlarında seyahatnameden notlar da okuyabiliyorsunuz, ağaç gerçekten de insana ilham veriyordu doğrusu. Eh ben de kırmızı kaplı defterime ağaç altında notlar aldım, ne de olsa ben de bir Modern Evliya Çelebi sayılırım.

İskenderun'a elveda deyip ilin en geniş ve verimli ovası Amik'i geçerek öğlen saatini biraz geçe Antakya'ya varmıştık. Antioch yani Antakya tarih açısından o kadar zengin ki yazmakla bitmez. Anadolu'nun ilk camisi, dünyanın ilk kilisesi, dünyanın aydınlatılmış ilk caddesi ve dahası. Ne demek istediğimi yazdıklarımı okuyunca çok daha iyi anlayacaksınız ve bana hak vereceksiniz. Bugünkü adıyla Habibi Neccar dağı eteklerinde ve Asi Nehrinin kenarında yer alan, Hatay ilinin merkez ilçesi Antakya, tarihi zenginliği yanında mutfak zenginliği, din zenginliği ve daha pek çok zenginliğiyle ülkemizde gezilip görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. 23 Temmuz 1939'da anavatana katılan Hatay sokaklarında her dinden ve her milletten insana rastlamanız mümkün.



Antakya'da ilk durağımız Anadolu'nun ilk camisi olduğu düşünülen ve 638 yılında inşasına başlanan Habibi Neccar camisiydi. Caminin günümüze kadar kalan en orijinal kısmı minaresi. Mihrap kısmı sonradan eklenmiş. Arapçada habib sevgili, neccar marangoz anlamına geliyor. Rivayete göre Habib-i Neccar , Ms. 40 lı yıllarda Antakyada yaşamıştır. Roma döneminde Antakya halkı putperest olduğu için, Cenab-ı Hak Hz. İsa 'ya Antakya halkı için iki resul göndermesini emreder. Hz. İsa Antakya halkı için 2 resul, daha sonrada bir resul daha gönderir. Resulların halkı İrşada devam etmesine ilk inanan Habib-i neccar olur. Antakyalılar bu olaya inanmayarak, resulleri taşlayarak öldürmeye karar verirler. Habib-i neccar uzaklardan koşup gelerek, resullerin doğru söylediklerini ve onlara inanmaları gerektiğini söyler. Burada bulunan putperestler Habib-i neccar 'a bunlar seni kandırmışlar, ya eski dinine dönersin yada ölürsün şeklinde tehdide başlarlar. Bu müritler dediklerini yaparak Habib-i neccarı öldürürler, Habib-i neccarın şehit edilmesi ile ilgili bir çok rivayet vardır. Bunların en yaygın olanı; Habib-i neccarın başı Silpiyus dağında ayrılır. Vücuttan ayrılan baş, yuvarlanarak bugün cami ve türbesi bulunan yere gelir (bugün vücudu şehit edildiği mağarada başı ise caminin yanında bulunan türbededir) Başka bir rivayete görede ,Habib-i neccar kopan başını koltuğu arasına almış, Kur'an dan ayetler okuyarak bir süre dolaşmış ve bugün türbesi bulunan yere kadar gelerek, buraya düşmüştür.

Habibi Neccar müslüman değil ve olmadığı halde adı bir camiye verilmiş. O sadece tek tanrılı dine inan bir din şeyhi. O dönemdeki hoşgörü ve açık fikirliliğe bakıp da bugünkü halimize yanmamak elde değil. Camide İsanın havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Paulos) ve onlara ilk inanan ve şehit edilen kişi olan Habibi Neccarın türbesi bulunuyor.
Öğle yemeğini yediğimiz Anadolu restoran daha sonra detaylı olarak anlatacağım Antakya mutfağında önemli bir adres.

Yemek sonrası ikinci durağımız Türkiye'nin en büyük, dünyanın ikinci büyük Mozaik Müzesi oldu.Müzede Harbiye, Antakya, Atçana, Samandağ ile İskenderun'da ortaya çıkarılan Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağı, Hitit, Asur, Roma ve Bizans dönemlerine ait eserler bulunmakta. Hepsi gerçekten de görülmeye değerdi ama benim en çok ilgimi çeken KEM GÖZ MOZAİĞİ oldu. İçinde güzel bir felsefe barındıran mozaiğin üzerinde yazılı olan KAİCY, yunanca 'size de' anlamına geliyor. Yani hani bugün çok kullanılan bir laf var ya ''hakkımda ne düşünüyorsan allah bin katını sana versin''işte o anlama geliyor. İyi gözle bakana iyilikler, kötü gözle bakana kötülük diler. Kötü niyetli olanların gözünün hançer, mızrak ve vahşi hayvanlar tarafından parçalanması anlamına geliyor figür. Nasıl iyi bir dilek değil mi?



Antakya çok çeşitli dinlere ev sahipliği yapmış bir şehir denirdi ama ezan, çan, hazan hepsi de aynı karede olur mu? olur işte. Aynı anda hem çan sesi hem ezan sesini Türk Katolik kilisesi bahçesinde çok rahat duyabiliyorsunuz. Kapısında TÜRK KATOLİK KİLİSESİ yazıyor çünkü burada ayinler Türkçe. Ortasında kuyu, portakal ağaçları, su sarnıçları bulunan kilise bahçesi hakikaten de insanın içini ısıtıyordu.




Bir diğer kilise Ortadoks Kilisesi. Burası aynı zamanda bir patrikhane. Türkiyedeki iki patrikhaneden biri. Biri İstanbuldaki Rum - Ortadoks Patrikhanesi, diğeri Antakyadaki Arap - Ortadoks Patrikhanesi. 1872 yılındaki Antakya depreminde büyük hasar gören kilise Ruslarında desteğiyle onarılmış ve eklemelerle günümüze kadar korunabilmiş. Hakikaten oldukça görkemli kilise de mum yakıp dilek dilemeden geçmek olmazdı tabi ki.


Kiliseler, şehrin dar sokaklarının uç köşelerinde olduğundan hem tarihi gezi hem de bir şehir panoraması yapıyorduk adeta. Bir yandan Barselona sokaklarını, diğer yandan Küba evlerini görüyordum her bir sokakta. Zenginler mahallesi denilen bir cadde vardı ki, yolunuz Antakya'ya çok kısa süreliğine de olsa düşerse mutlaka görmenizi tavsiye ederim. Günümüzde çekilen pek çok diziye de ev sahipliği yapan Antakya evleri ve caddeleri galiba gezmekle bitmeyecekti. Akşam olmuş ve eski bir sabun fabrikası olan Savon Otel'e gelmiştik. Otelimiz de adeta bir dizi film sahnesiydi. Dağın eteklerinde, geniş avlulu, şadırvanlı bu şirin otel tüm yorgunluğumuzu almıştı ki, akşam yemeği için şelalelerin de bulunduğu Harbiye'ye doğru yola çıktık.

Antakyanın biraz dışında şelaleri ile ünlü bir mesire yeri olan Harbiye biraz beklentilerimin altında çıktı doğrusu. Belki yaz olsa ve gündüz gitseydik şelale suları bizi serinletirdi ama kışın karanlıkta aynı tadı alamadım doğrusu. İpekçiliği ve defne sabunlarıyla ünlü Harbiye'de aklımda kalan en güzel şey, Mozaik ustası Abdullah Usta oldu. Yolunuz Harbiye'ye düşerse Abdullah Usta'ya uğrayıp gerçek sanatı sanatçıyı görün.
Gece olmuştu ve seyahatnamenin bir sayfası daha kapanmıştı, yarın İŞTE ARŞIN İŞTE HALEP...