Wednesday, June 30, 2010

SEBZE BAHÇEM YAZA HAZIR

Erken ekiyorsun dediler, olmaz burası soğuk dediler, kıvırcık öyle tohumla yetişmez dediler....

Dediler de dinleyen kim, şehirde bahçeye hasret bendeniz iki karış toprak görünce ne var ne yok ektim. Pazardan aldığım domates, biber fideleri, mısır tohumları, maydanoz, dereotu, nane, semizotu, patlıcan, Servet Ablamın Safranbolu'dan yolladığı domates fideleri ve kabak çekirdekleri....Tüm bunları kendi ölçülerime göre aralıklarla diksem de şu an ağaç boyuna ulaşmış ve adım atılamayacak çoklukta domatesler, onların aralarında biberler, devasa kabak yapraklarının altında kaybolmuş kıvırcıklar, çiçeğe kaçmış dereotları ve daha neler neler...Olsun ben aradığımı buluyorum ya bana yetiyor.
Bahçeye girince özellikle sık ekilmiş kabakların yaprakları sanki tropik bir mekana gelmişsiniz hissi yaratıyor, hele üstündeki sarı çiçekler...Tabi bu çiçekler beni biraz fazla cezbetti ki dayanamayıp topladım ve hemen çok sevdiğim KABAK ÇİÇEĞİ DOLMASI hazırladım. Bilenler bilir, çok hassastır kabak çiçeği, anında ve koparmadan içini doldurmak zordur. Yine bahçeden topladığım dereotu ve maydanozları da katarak hazırladığım harç ile zor da olsa çiçekleri doldurdum ve çok az suyla pişirdim.

Mutluluk bu olsa gerek, en sevdiğin yemeği, en sevdiğin şekilde; kendi yetiştirdiklerinle pişiriyorsun. Bu dolmayı yiyecekler çok şanslı çünkü mutluluk onlara da geçecek, bakalım kim olacak kısmetlileri????

Sunday, June 27, 2010

İSTENMEYEN ARA BİTTİ

Uzun zamandır yazmak istemedim, bilerek ve isteyerek...Yoo çok hareketli, heyecanlı günler geçti halbuki, paylaşacak, yazacak çok şey vardı, hayattan çok değişik kareler, anlamlar. Benim sevinçle, heyecanla geçen günlerimin yanında ülkemde gençler ölüyordu, evlere ateş düşüyordu. O kadar acı günlerden geçiyordu ki yurdum, insan mutlu olduğu anlarda kendini suçlu hissediyordu, ben burada rahat içindeyim diye sıkıntı duyuyordum. Gencecik askerler öldü, pırıl pırıl gençler, ailelerinin besleyip büyüttüğü delikanlılar göçtü gitti. Bunlar yetmezmiş gibi, sele kapılıp gidenler, günlerce cesetleri bulunamayanlar, evleri sular altında kalanlar. Hayat bazen hiç adil olmuyor işte, siz sıcaktan bunalıp havuza, denize girerken birileri aynı sularda yaşam savaşı veriyor.
Bunlar olurken, kızınız ana sınıfını bitiriyor, kep giyiyor, evliliğinizin 10 yılını ve bu evlilikten doğan biricik yavrunuzun 6 yaşını bir arada kutluyorsunuz, kutlamaya çalışıyorsunuz. Her an halinize şükrederek ve ülkenizin hayra çıkmasına dua ederek...

Friday, June 11, 2010

NASIL BİR DUYGUYMUŞ BU

Kitap dedim bir önceki yazımda, okumak dedim, pırıl pırıl gençler dedim. Ne mutlu ki ertesi gün ben de pırıl pırıl gençlerin arasındaydım. Marmara Eğitim Kurumları Bilim Şenliğinde kitabımı imzaladım. İlk kitabım, ilk imza günüm...Nasıl bir duygu bu anlatamam, birilerinin gelip sizi kutlaması, kitabınızı alması, size imzalatması.Hele bunlardan bazıları geçmişte benim öğretmenlerim olunca, duyduğum hazzı kelimelere döküp, tarif etmek çok zor. Hayran olduğum , bize ilmin,bilimin temelini vermiş öğretmenlerim. Onlarla olmak, onların övgülerini duymak, bu duyguları her insan yaşasın isterim. Onlar olmasaydı ben "ben" olamazdım.


Sunday, June 06, 2010

Diyarbakır-Taban Köyü- Canaydın İlköğretim Okulu

Orada bir köy var uzakta, gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür...

Taban Köyü de öyle bir köy uzakta, belki hiç göremeyeceğim, hiç gidemeyeceğim ama o köy de ülkemin bir köyü, vatanımdan insanlar yaşıyor orada, okula gidiyor pırıl pırıl çocuklar. Okulun telefonu yok, acaba başka neleri yok bilmiyorduk ama haberdar olduk. Okuyacak kitapları, bir kütüphaneleri yokmuş. Meral Bozokalfa adlı öğretmenleri varmış ama, genç, çocuklarını çok seven, onları okutmaya çalışan. Ben tanır mıyım hayır ama benim de bir zamanlar onun gibi pırlanta kalpli bir öğretmenim vardı, işte o öğretmenim aracılığıyla haberim oldu bu okulun varlığından. Kitap toplamak için çevreme haber saldım ama kimisi çoktan dağıtmış, kimisi kıyıp veremiyor eh bizde de çocuk kitabı çok yok. Ne yapabilirim daha fazla nasıl kitap bulabilirim dedim ve evde okumadığım ne kadar dergi varsa-özellikle dekorasyon dergisi- yüklendim gittim sahaflara. Okul yıllarında okuduğum kitapları, dergileri satar yerine yenilerini alırdım. Yine aynı şeyi yapıp çocuk kitapları alayım dedim. Dergilerin ağırlığını kollarım kaldırmayınca hafiften bir omuz sakatlığı geçirdim ama güzel, yardımsever insanların hala var olduğunu görmek ağrımı hafifletti. Ne kadar dükkan varsa sordum ama artık kimse dergi almıyormuş. Son girdiğim dükkan sahibine artık dergileri taşımaya dayanamayacağımı, isterse çöpe atmasını ya da bir köşeye koymasını ve bu dergileri taşıma amacımı anlattım. Hemen dergileri aldı ve istediğim kitapları seçmemi söyledi. Bununla da kalmayıp kendisi de bu kütüphane için çok güzel 10 kitap hediye etti. İşte insanlık. Kitapları evde paket ederken çocukluğuma döndüm; ben de bu kitapları severek okumuştum.


Kitapları göndereceğim kargo şirketine gidince köyün adını bile bulamadılar, siz düşünün nerelerde bir köy var uzakta. Hemen yandaki diğer kargo şirketine geçtim, orada da köye hizmet vermediklerini paketin en yakın kasabadan alınabileceğini söylediler. Kitaplar yola çıktı umarım ulaşacak ve yaz tatiline girecek gençler bu kitapları okuyacak.

Friday, June 04, 2010

Viyana pastaları

Viyana'ya daha önce giden kişiler benden hep onlara "sachertorte" getirmemi istediler. Neymiş bu pasta merak ettim ve yenilecek ilk adres Sacher Otel'e daha Viyana'ya ayak basar basmaz gittik. Tart değil aslında arasında kayısı reçeli olan tam anlamıyla bir çikolatalı pasta. Yanlız çikolata sevenlere bile ağır gelebilir biraz fazlaca ağır tadı. Ben çok sevdim mi, bir daha denemeyi düşünmem ağır çikolatası olduğundan. Ben daha çok beyaz muhallebi kıvamlı kreması olan ve içinde meyva bulunan pastalardan hoşlanırım.Efsaneye göre 1832 yılında Viyanalı asilzade Wenzel Clemens Fürst Metternich soylu konukları için lezzetli bir tatlı yaratılmasını emreder ve ekler: "dass er mir aber keine schand’ macht, heut abend!" (aman sakın beni utandırmasın, bu aksam!). oysa şef aşcı yatağında hasta yatmaktadır o gün ve imdada 16 yaşındaki, iki yıldan beri aşçı çıraklığı yapan Franz Sacher yetişir ve dünyaca ünlü sachertorte'yi yapar.

Yine Viyana'nın ünlü tatları strudeller. Elmalı, üzümlü, mürdüm erikli, böğürtlenli, çilekli ve aklınıza gelen her meyveli strudeli bulabilirsiniz. Biz daha çok çilek ve elmalıyı tercih ettik. Demel Cafe'de gözümüzün önünde incecik ve neredeyse tek kişilik çarşaf büyüklüğünde açılan hamura krema, meyva taneleri koyuldu ve incecik sarılarak pişirildi. Dilimlenmiş halde üstüne pudra şekeri serpilerek ikram ediliyor.





Yumaşacık, dilinizde harika tatlar bırakan ve bir pastaya aşk duyacağınız tek şey schwarzwalder kirschtorte yani kara orman pastası . Bu kadar hafif, bu kadar lezzetli bir pasta çok zor yenir herhalde.








Daha yazmakla, anlatmakla bitmez...Ekler, makaronlar, kurabiyeler,kap kekler, çikolatalar...Aklınıza gelen her türlü zararlı yiyecek bu şehirde, gitmeden birkaç hafta rejime girmekte fayda var.

Thursday, June 03, 2010

Viyana günleri-3

Her güzel şeyin sonu varmış. İşte Viyana'da da son günümüz. Yine her zamanki gibi evime, vatanıma, sevdiklerime dönmenin keyfi sararken bir yanımı, diğer yanımı da tatile veda etmenin hafif hüznü sarmış halde kahvaltıya indik. Otelimizde kahvaltı o kadar çeşitli ve lezzetli, salonun manzarası o kadar güzeldi ki kalkmak içimizden gelmiyordu o sabah. Hava da sanki bizi uğurluyor ve "siz gidiyorsunuz diye üzgünüm" der gibi kapalı ve serindi, belli ki yağmur gelecekti.


Yine yollara düşüp 1683 yılında Osmanlı kuşatmasının sona erdirilmesinde önemli bir rol oynayan kumandan Prens Eugene için yazlık konut olarak yapılmış Belvedere Sarayı'na çok kısa bir mesafe kat ederek vardık. Hafif eğimli bir tepede bulunan Belvedere, 2 bölümden oluşuyor: Aşağı ve Yukarı Belvedere. Yukarı Belvedere'de Avusturya Galerisine ait resim kolleksiyonları var ki Gustav Klimt'in Jugenstill kolleksiyonu gerçekten de muhteşem. Sarayın içindeki Klimt'in çok sevdiğim "The Kiss" adlı eserini sanki ilk kez görüyormuş gibi izledim. Aşağı Belvedere'de ise Prens Eugene'nin kişisel odaları ve resmi odalar yer almakta. Buraları kapalı olduğu için gezemedik. Belvedere'nin de çok güzel bir bahçesi var, özenle yapılmış bir bahçe.


Belvedere'den çıkıp tekrar şehrin merkezine dönüp Hofburg Sarayının çıkışında bulunan Demel Cafe'ye girdik. Bu kafede normalde yer bulmak o kadar zormuş ki, şansımıza içeride tam da arka mutfağın yanında yer bulduk. Mutfakta olan biten herşeyi görüyorsunuz, önünüzde hazırlanıyor tüm tatlılar. Elmalı Strudel nasıl hazırlanıyor çok net izledik. Bu arada Demel Cafe ile Hotel Sacher arasında uzun yıllar çekişme yaşanmış Sachertorte'nin isim hakkı için. Sonunda Hotel Sacher kazanmış ve Demel Cafe kendi sachertorte'sinin adını değiştirmiş ve "Demel Sachertorte" yapmış. Biz daha önce tatığımız için bu kez, ben Schwarzwalder Kirschtorte yani Karaorman Pastası Erkan da elmalı strudel'i denedi. İkisi de muhteşemdi. İnsanın karnı doysa gözü doymuyor bu pastalar karşısında.
Saat 12:00 de otel odamızı boşaltmamız gerektiğinden hemen otele geldik ve valizlerimizi resepsiyona teslim edip bu kez Wien nehrinin iki yanında uzanan ve 1862 yılında açılan Stadtpark'a yürümeye başladık ve işte o anda bir yağmur başladı ki, sanki çivi taneleri yağıyordu gökyüzünden. Daracık Viyana sokakları, sıkı bir bahar yağmuru, bir anda sessizleşen şehir ve yanınızda sevdiğiniz, daha güzel bir an olabilir mi? Niyetimiz öğlen için Nordsee'den yiyecekler alıp parkta piknik yapmaktı ama bu kez havanın azizliğine uğramıştık. Parkın heykellerle süslü taç kapısından içeri girince cennete geldiğimizi sandık. Yeşilin en canlısı, çiçeklerin en renklisi, ördeklerin en güzelleri ve göletlerin en temizi bu parktaydı. Parkta ayrıca müzisyenlere ve sanatçılara adanmış anıtlar vardı ki II.Johann Strauss'un keman çalarken betimlendiği yaldızlı heykel favaorim oldu. Biraz ileride Wien nehrini kesen demir bir köprüye geldik. Köprünün ortasında durup yağmuru ve setleri izlemek muhteşemdi. Parkta gerçekten çok güzel bir ambiyans vardı ve tam banklarda oturup yemek yiyip kuşları dinleme zamanıydı ama her yer çok yaştı malesef. Parktan ayrılıp yine aynı yerde Nordsee'nin harika deniz mahsullerine döndük ve sırılsıklam bir şekilde yemeklerimizi yedik. Dedim ya insanın karnı doysa gözü doymuyor, Kartner Strasse üzerindeki ünlü Gerstner Cafe'nin de tatlarını denemeden Viyana'dan ayrılırsam gözüm arkada kalacaktı. Allahtan Erkan da dünden razıydı, hemen girdik ve yine o güzel tatlarla başbaşa kaldık. Bu kez tercihim çilekli strudel oldu. Çilek, krema ve ince hamur o kadar uyumluydu ki, başka alemlere götürdü bu tatlar beni...Artık Viyana'dan ayrılmalıydık yoksa üç günde on kilo almış olarak dönecektik eve.

Yine CAT'i kullanarak çok kolay bir şekilde havalimanına vardık. Küçük bir alan ve birkaç küçük kafeden birine oturduk uçağımızın kalkma vaktine kadar. Burada bizim simitin susamsızı olan Breeze'i denedik çay eşliğinde. Hakikaten de çok güzeldi tadı.



Çok sevdiğim şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın hayata gözlerini yumduğu şehir Viyana işte böyle başladı ve bitti bizim için. Viyana'dan geriye hoş anılar bir de Tarancı'nın "YAŞ OTUZ BEŞ YOLUN YARISI" dizeleri kaldı.

Wednesday, June 02, 2010

Viyana günleri,2

Güzel bir uyku ve harika bir kahvaltının ardından otelimizden çıktık ve Viyana'nın daracık sokaklarını keşfe çıktık. Şansımıza hava güneşli, sıcak ama bunaltmayan bir kıvamdaydı ve tam gezmek içindi. Otelimiz çok merkezi bir yerde olduğu için çoğu yere yürüyerek ulaşıyorduk. İlk durağımız Michaeler Meydanının hemen arkasında başlayan Hofburg İmparatorluk Sarayı oldu. Yeşil bir kubbe ve herkül heykellerinin süslediği çatı gerçekten de muazzam. Sarayda imparatoriçe Sisi'nin gümüş koleksiyonunun sergilendiği bir müze, eski imparatorluk daireleri, bir kilise, Avusturya Ulusal Kütüphanesi, Kış Binicilik Okulu ve Avusturya Başkanlık makamları yer alıyor. Sarayın yan bahçesindeki Mozart Anıtı 1896'da Viktor Tilgner tarafından yapılmış ve önünde çiçeklerle betimlenmiş bir sol anahtarı mevcut. Viyana'da bahçe ve park düzenlemeleri gerçekten de muhteşem, hepsi özenle tasarlanmış.

Hofburg Sarayının karşısında bir meydan var ki daha önce hiçbir şehirde bu kadar müze binasını bir arada görmemiştim. Müzeler meydanı denilen bu alanda karşılıklı ve çok benzer mimariye sahip iki müze var, birincisi Kunsthistoriches Muzeum yani Sanat Tarihi Müzesi diğeri Naturhistoriches Museum yani Doğa Tarihi Müzesi ve bunların ortasında Maria Terasa Anıtı. Daha görecek çok yer olduğundan bu sefer sadece Doğa Tarihi müzesini gezdik ve içindeki antropoloji, arkeoloji,mineroloji, zooloji ve jeoloji sergilerine hayran kaldık. "Willendorf Venüs" adı verilen bereket fiürünün yaklaşık 24.000 yaşında olduğunu duyunca ağzımız açık kaldı. Müze iki kata yayılmış. Zemin katta değerli taşlar ve mineraller var ki yaklaşık 20 milyon çeşit obje olduğu yazıyordu. Darwin'in evrimini anlatan ve tarih öncesi parçalardan oluşan kolleksiyonlar gerçekten de görülmeye değer. Birinci katta zooloji kolleksiyonları görülebiliyor.

Müzeden çıkıp sola doğru yürüyünce az ileride devasa Parlamento binasını görüyoruz. Parlamentonun girişi sokak seviyesinden yüksek ve buraya geniş bir rampadan ulaşıyorsunuz. Rampanın başında çok muhteşem heykeller var. Merkezdeki sütunlu girişin önünde tanrıça Pallas Athena figürünün hakim olduğu Athene Brunnen Çeşmesi bulunuyor. Parlamentoyu geçince Rathaus yani Belediye Sarayı bizi karşılıyordu. Bizim gittiğimiz tarihler Viyana Sanat Festivali zamanı olduğundan burası da dahil, bütün büyük binaların bahçesinde konser alanları oluşturulmuştu. Gün boyunca etkinlikler düzenleniyordu. Parlamentonun tam karşısında Burgtheather var yani tiyatro binası. Almanca konuşulan ülkelerin en prestijli sahnesi diye gösterilen Burgtheather 1888 yılında inşa edilmiş. Buradan biraz yürüyünce IV.Rudolf'un kurduğu üniversite binasının önüne gelmiştik ki burası aynı zamanda merkezi bir istasyon ve bizim akşam yemek için gitmeyi düşündüğümüz Grinzing'e giden 38 nolu tramvay buradan kalkıyordu. Programımızı değiştirip hemen biletlerimizi aldık ve iki katlı bağ evlerinden oluşan Grinzing'e doğru yola çıktık. Viyana'dan 20 dakikalık uzaklıkta bulunan Grinzing'de "Heurigen" adı verilen meyhaneler var ve özellikle akşamları çok hareketli oluyormuş. Buralarda kendi imalatları olan şaraplar çok güzel oluyormuş. Bize burada yemek yemek kısmet olmadı ama Grinzing sokaklarını gezmek çok keyifliydi. Viyananın hareketliliğinin tersine burası çok sakin, sessiz bir köy gibi. Özellikle evlerin çatı katlarının mimarisi çok değişik. Grinzing'den 38A nolu tramvayla Viyana korularının en yüksek tepesi olan 484 metre Kahlenberg'e çıktık. Zirvede bir televizyon anteninin dışında bir kilise, gözlem terası ve bir de restoran var. Bağları, kent manzarasını ve Tuna'nın köprülerini görebileceğinizi bu tepe özellikle bahar ayında çok güzel bir manzaraya sahip. Bu tepenin bizim tarihimiz açısından özelliği, 2. Viyana kuşatması sırasında Osmanlı Ordusunun Viyana'da gelebildiği sınır olması.









Tepeden yine 38A nolu tramvayla aşağı inip, Grinzing'in güzel kafelerinden birinde eiscafe ve apfeltorte dedikleri elmalı turtanın tadına baktık. Hakikaten Viyana tam bir pasta cenneti ve sizi resmen cezbediyor vitrinler. Bununla ilgili ayrı bir yazı yazabilirim çok yakında.




Viyana'nın benim için en kötü yanı mağazaların ve alışveriş merkezlerinin pazar günü kapalı olmasıydı. Cumartesi günü de akşam 18:00 de hepsi kapanıyor ve bizim alışveriş için çok az zamanımız kalmıştı. Bunu en iyi şekilde değerlendirmek ve birçok markanın bulunduğu aynı zamanda da kahvelerin sık bulunduğu Viyananın en işlek caddelerinden biri olan Mariahilfer'de yürümeye başladık. Tabi ben alışveriş yaparken Erkan her zamanki gibi bir kafede oturdu. Klasik bir bay-bayan sahnesi. Aslında bizim ülkemizde herşeyin en güzel var ama malesef benim Avrupa gezilerimde uğramadan geçemediğim ve çoğu ürünleri Türkiye'den giden H&M mağazaları var ki, kızım için harika ayakkabı, kıyafet,bijuteriyi buradan çok ucuza alabiliyorum. Türkiyeden ihraç edilmesine rağmen Türkiye'de malesef bu mağazadan yok olsa da eminim aynı fiyat olmaz. Otelimizin bulunduğu caddede 2 tane olmasına rağmen Mariahilferdeki çok daha büyük ve ferah.



Akşam olmuştu ve artık ayaklarımın altı su toplamıştı ama durmak yoktu. Kısacık zamanımızı iyi değerlendirmeliydik. Akşam yemeği sonrası havanın da güzel olmasını fırsat bilip Viyana'nın en ünlü simgelerinden olan tarihi dönmedolap için lunaparka gittik. Prater adı verilen dönme dolap 1896 yılında İngiliz mühendis Walter Basset tarafından yapılmış, 1945'de büyük kısmı yandığından orijinal kabinlerin ancak yarısı bugüne kalabilmiş. Biz yeni, üstü açık olana bindik ve Duru'nun bizi burada görse, onu bırakıp gittiğimiz için bize ne kadar kızacağını konuşarak ışıklar içindeki Viyana'yı tepeden seyrettik. Bu devasa lunaparkta çarpışan arabalardan korku tünellerine, çok yükseklere çıkan değişik makinalardan atlıkarıncalara kadar herşey mevcut.

Yoğun, hızlı ama bir o kadar da keyifli geçiyor Viyana günleri ve geceleri...

Tuesday, June 01, 2010

Viyana günleri-1

İşte Avrupa'da müziğin başkenti Viyana'dayız. Daha uçak havaalanına inerken öyle bir yeşilin içine doğru süzüldü ki harika güneşli bir üç günün bizi beklediğini anladık. Pırıl pırıl Viyana'ya oranın yerel saati ile sabah 9:30 da vardık. Daha önceden araştırdığım üzere CAT yani City Airport Train adı verilen trenle şehir merkezine ulaştık. Kalacağımız otele de metro ile çok çabuk ulaşınca hakikaten de dedikleri gibi Viyana'da ulaşımın çok rahat olduğunu gördük. Otele sadece valizlerimizi bırakabilecektik çünkü odalara giriş için henüz çok erken bir saatti.

Otelimiz bizim İstiklal Caddesi gibi şehrin en merkezi bölgesi ve caddesi olan Kartner Strasse'de Austria Trend Europe Hotel. Ünlü St.Stephans Katedrali le Opera binası arasında kalıyor ve her ikisine de yürüyerek 2 dakikada ulaşıyorsunuz. En önemlisi de NordSee adlı deniz mahsülleri fast food restoran zincirinin bir tanesi otelimizin tam karşısında. Üç gün boyunca her öğlen burada yemek yedik dersem!!!Karides hastası olan ben nereyse geceleri otele bile taşıyacaktım.

Viyana'da neredeyse her binanın tepesinde bir heykel var ve yürürken nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. İlk durağımız, kentin en büyük meydanında bulunan ve şehrin simgesi olan St.Stephans Kathedrali oldu. 1360-1440 arasında inşa edilen yapı, gotik mimarinin harika bir örneği. Katedralin güney kulesine çıkmak için daracık bir koridor boyunca tırmandığımız 343 basamak neredeyse kalp krizi geçirmeme sebep olduysa da gördüğümüz manzaranın buna kesinlikle değdiğini söyleyebilirim. Şehir tamamen ayaklarımızın altındaydı, kulenin çinili çatısı da muhteşem bir renk ve geometri harikasıydı. Kuzey kule ise reform hareketlerinin kurbanı olmuş ve hala tamamlanamamış. Katedralin çevresinde satılan akşamki Mozart&Strauss konseri için biletlerimizi aldıktan sonra Opera yönüne yürüyüp 1860'da yapılmış bu harika binanın hemen karşısında bulunan Hotel Sacher'in cafesinde bu sefer Viyana'nın ünlü pastası Sachertorte'yi denedik. Pürüzsüz çikolata kaplamasının altında bir tabaka kayısı reçeli bulunduran tart, Viyana'nın geleneksellerinden. Tatlımızı yiyip, kahvemizi içtikten sonra iyice dinlenmiştik, ne de olsa sabah 04:30 da yollara düşmüştük.




Bir sonraki durağımız yüzyıllar boyunca Viyana'yı sahiplenmiş Habsburg Hanedanının imparatorluk saraylarından biri olan Schönbrunn (güzel çeşme) oldu. Saray, Viyanalılara göre şehrin dışındaydı ve uzak diyorlardı tabi İstanbul'da yaşayan bize göre şehre 10 km. uzaklıkta bulunan ve metro ile 15 dakikada gidilen bu yer artık şehir içiydi. İmparatorluk ailesinin yazlık konutu olan sarayın ilk kısmı girişte muhteşem görünüyor ama asıl ilk binaya sırtınızı verip harika bahçe düzenlemesi ve yemyeşil bir patika boyunca yukarı doğru yürüdüğünüzde sizi Gloriette denilen bir taç misali zafer takı ve arkasında bir gölet karşılıyor. Bu kadar güzel bir mimari, bu kadar zevkli bir bahçe düzenlemesi bugüne kadar görmedim doğrusu. Tabi Neptün Çeşmesi adı verilen çeşmenin önünde bir Schönnbrunn hatırası fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik. Saray o kadar geniş bir alana yayılmış ki tüm bahçeyi gezmek için 1 tam gününüzü ayırmanı gerek. Biz havanın sıcaklığı ve zaman darlığından dolayı fazla yürümek istemedik ve faytonla yemyeşil alanları, gül bahçelerini gezerek Schönbrunn'a veda ettik. Tabi yine saray içinde bulunan ve dünyanın en eski hayvanat bahçesinini de (Tiergarten) vakit darlığından gezemedik. Schönbrunn dönüşü yüne Viyana'lıların şehir dışında dediği Hundertwasser evlerine gittik. Friedensreich Hundertwasser adlı bir mimar tarafından 1985 yılında doğada hiçbir şeyin düz çizgileri olmadığından hareketle tasarladığı bina gerçekten de çok ilginç. Barselonadaki Casa Mila'yı andıran bu geometrik ve yamuk evlerde yaşayanlar var. Nasıl bir düzen kurmuşlar, eşyaları nasıl yerleştirmişler bilemem ama dışarıdan çok sevimli ve eğlenceli gözüküyor evler. Olabildiğince bitkilerden oluşan binalarda dış duvarlar asimetrik çizgiler ve seramiklerle kaplı, pencerelerin ise hepsi birbirinden farklı ve yamuk. Evlerin tam karşısında bir de Hundertwasser Village adıyla hediyelik eşya satan, kafe bulunan ve yine asimetrik şekilli bir tuvalet bulunan bir alan var.

Hundertwasser dönüşü, artık otele tam giriş yapmıştık ve bir duş alıp günün yorgunluğunu atmaya çalıştık. Akşam gideceğimiz konser için daha vakit olmasına rağmen ciddi kıyafetlerimizi giymiştik. Konserler Viyana için bir ritüel. Çok özel giyinilen konser ve gösteriler olduğu gibi bizimki o tarihlerde devam eden Viyana Festivalinin konserlerinden biri olduğundan daha rahat ama yine de daha ciddi giyindik.

Yıllar boyunca Viyana deyince ilk aklıma gelen şinitzel olmuştur, işte şimdi şinitzelin vatanındaydım. Gelmeden önce arkadaş, internet, yazılı basın gibi araştırmalarım sonucu şinitzelin en iyi adresi olan Figlmüller'i aramaya koyulduk eşimle. Otelimizin hemen ilerisinde bulunan St.Stephans meydanının arkasında bulunan faytonların olduğu meydanda bir pasaj. Pasajı geçip diğer pasaja girince sağda küçük, tıklım tıklımve kapısında kuyruklar olan dükkan. Bize bu şubeleri değil de bir sonraki sokakta bulunan diğer şubelerini tavsiye etmişlerdi allahtan. Daha ferah, daha geniş ve daha az kalabalık. Menü klasik: Figlmüller şinitzel ve patates salatası. Yanlız iki kişiydik ve 1 şinitzel istedik, çünkü devasaydı şinitzeller, tabi patates salatası 2 tane. Yedikçe yiyesiniz geliyor o kadar güzel bir salata ki. Restornatta kola yok, sadece şarap ve meyveli soda mevcut, bunun nedenini sorduğunuzda yanıt : GELENEK. Bizim Bursa'daki iskenderciye benziyor burası, menü belli, yer ufak, sıra çok, yani "ye ve kalk", ama bunu asla hissettirmiyorlar, güzel olan bu.

Yemek sonrası pasajın çok yakınında bulunan Mozart'ın 1784'den 1787'ye kadar yaşadığı barok binayı gezerken içim bir tuhaf oldu. Yıllarca hayranı olduğum bu müzik adamı bu evde yaşamış ve yine çok sevdiğim eseri "Figaro'nun Düğünü"nü burada bestelemişti. Bu ne büyük bir hazdı. Bu hazzın devamını yaşayacağımız konser salonunun bulunduğu Kursalon, şehir parkının hemen yanındaydı. Johann Strauss, Mozart, Haydn eserlerini canlı canlı dinlemek, güzel insanlardan aryalar duymak ve harika bale gösterisi hem de hepsi Viyana'nın tatlı serin bir gecesinde...

Daha Viyana'ya geleli birkaç saat olmuştu ama şimdiden gördüğümüz St.Stephansdom, Opera Binası, Schönbrunn, Hundertwasser, Mozart'ın evi, Mozart Konseri bize bu şehrin ne kadar sanata, mimariye, tarihe ev sahipliği yaptığını gösteriyordu.

Sabah 04:30 dan gece 23:30 a kadar geçen süre, 19 saat. 19 yıl daha kattı yaşamımıza.