Monday, February 20, 2012

Kansersiz Yaşam Derneği

Siz hiç günden güne eridiniz mi, saçınıza fön çektirirken kendinizi saçsız hissettiniz mi, memenize ellerken elinize yumru geldi mi, 6 saat ameliyatta kaldınız mı, radyoterapi alırken mideniz bulandı mı, başınız döndü mü, peruk taktınız mi...ben bunların hiçbirini yaşamadım ama ben bunları yaşayan çok insanla beraber yaşadım. Kanserin girmediği ev, dokunmadığı yürek var mı acaba...Şunu gördüm ve çok yakınım annemde bizzat şahit oldum ki, gerek kanser olan kişi gerekse de onun çevresi ne kadar hayata bağlanır kendini bırakmazsa o kadar olumlu sonuçlar çıkıyor ortaya.
2005 yılında bir hastalık sonrası yazmaya başladığım blogumun amacı da hep hayata bağlanmak, hayata bağlamak oldu gerek kendimi gerek beni takip edenleri. Bağlandık da...Bunun en güzel örneği son toplantısına katıldığım blogger anneler blogger babalar toplantısıdır. http://www.vanicinoruyoruz.com kapsamında yapılan toplantıda bağlılığın, birileri için birşeyler yapmanın hazzını yaşadık tüm bloggerlar olarak. Bir sonraki blogger anneler blogger babalar toplantısında da konumuz kanser ve özellikle erken teşhis edildiğinde tehlikenin yok olduğu 'meme kanseri'. Konu kanser olunca, kendisi de bu deneyimi yaşamış olan ve 7 yıldır kanseri hayatından uzaklaştıran ve “Kansersiz Yaşam Derneği”ni kuran Dida Kaymaz olacak konuk.Buluşma sonrası“50 kadına, 50 mamografi' hediye edilecek. Blogger olmanız şart değil, 9 Martta yapılacak toplantı herkese açık İlle de blogger anne blogger baba olmanız şart değil, deneyimlerinizi paylaşmak ya da Dida Kaymaz'ı dinlemek için bile gelebilirsiniz. Yer henüz belli değil, en kısa zamanda yine buradan, sosyal medyadan duyurmaya devam edeceğim.

Friday, February 17, 2012

Blogger anne, blogger baba 5. buluşma ve Van için örüyoruz

Blog yazmaya yedi yıl önce başladım, o zamanlar daha bu kadar popüler değildi ve tek tük blogger vardı. Aradan geçen onca zaman içinde yazanların bir kısmı devam etti bir kısmı bıraktı yazmayı ve bu süre içinde bir sürü arkadaşım oldu blogger. Çoğuyla yüzyüze tanışmasak da çok iyi anlıyoruz birbirimizi. Ama bugün öyle bir ortamda bulundum ki, yüzyüze tanışmanın önemi, birlikte ortak bir hedef için çalışma, paylaşma, aynı amaca hizmet etme gibi bir sürü duyguyu yaşadım. Bugün blogger anne&blogger baba 5. geleneksel toplantısı vardı ve fotoğrafçı Alev Durmuşoğlu'nun projesi olan bizim de günlerdir sosyal medyada duyurmaya çalıştığımız #vaniçinörüyoruz kapsamında buluştuk. Kartopu nun da sponsor olduğu bu proje için ne buluşma ama; örgü, sohbet, muhabbet, kahve, şarkı, fotoğraf yani eğlence olarak aklınıza gelen herşey. Günlerdir yakın çevreme duyurmuştum, sağ olsun duyarlı olan herkes kendine göre birşeyler örüp gönderdi, öremeyen ördürttü, ortaya harika bereler, atkılar, kazaklar, yelekler çıktı Van'daki depremzede kardeşlerimiz için. Hepsini sabah topladım ve sponsor olan okula götürdüm. Ben bu kadar torba götürmüştüm ama toplantıya acaba neler gelecek diye düşünürken gözlerime inanamadım. Her gelen eli kolu dolu geldi, o da yetmezmiş gibi Kartopu da rengarenk, çeşit çeşit yün getirmişti. Herkes başladı örmeye, ördüklerini de yine Van'a göndermek üzere.
Sıcacık yürekler, sıcacık bedenlerle buluşacak Van'da...Sevgiyle, içtenlikle, en samimi birlik beraberlik duygularıyla bir araya geldiğimiz bugün, bu ülkede hala güzel şeyler olduğunu gösterdi bana. Tüm blogger dostalarına, bu projeyi başlatanlara ve örgüleriyle destek olan tüm dostlarıma: İYİ Kİ VARSINIZ.

Wednesday, February 15, 2012

Petunia Pickle Buttom, Lala's Pequenos ve Onda Sole Mother&Baby

Yaratıcı annelere bayılıyorum hele söz konusu kişi bir de arkadaşımsa gurur duyuyorum. Benim zamanında sıkıntı çektiğim konularda, yokluğunu çok hissettiğim ama arayıp da bulamadığım ne varsa bulup yaratan, getiren, üreten anneler, girişimci kadınlar bahsettiklerim. Kızım bebekken yanımda o kadar çok eşya taşımam gerekiyordu ki, eh bir de ilk defa anne olunca daha 3 aylık bebek için dizlik bile taşıdığımı düşünürsek, çanta benim için en büyük sorundu. Bebeğimin altını değiştirmek için özel bir tasarımı olan, bakım çantası vazifesi gören ama aynı zamanda da şık, estetik olan bir çanta bulamadım tüm süreç boyunca. Evde ne kadar büyük, tek göz ama bavul gibi olan çanta varsa onlarla çıkmak zorunda kaldım hep. Yok muydu bebek çantaları, vardı da lacivert ve siyahtan başka rengi olmayan, daha ilk kullanımda kat yeri izi belli olan, aradığın hiçbirşeyi bulamadığın çantalardı. Ben de kullandığım çantalarda aradığımı bulamıyordum ama en azından estetikti, benimdi.
İşte size şimdi öyle bir çantadan ve bunu Türkiye'ye getiren anneden bahsedeceğim. 'Petunia Pickle Buttom'...Siz duydunuz mu gördünüz mü bilmiyorum ama bu çantaları görünce bir daha çocuk doğurasım geldi. Eşsiz desenleri, belirgin çizgileri, cesur renkleri ve tasarımcı detayları ile Petunia Pickle Bottom yeni bebekleri olan anneler için çok şık ve pratik. Hele onu Türkiye'ye getiren Onda Sole Mother&Baby yani Hanzade Acar, o çok daha cesur ve girişimci. Hem meslektaşım olması, hem anne olması, hem arkadaşım olması, hem sevgi dolu olması hem hem hem...o kadar çok karpuzu bir koltuğa sığdırıyor ki ona hayran olmamak imkansız.
Hanzade “Modern Parenting” konsepti kapsamında Petunia Pickle Bottom dışında bir de Lala's Pequenos adlı bir ürün getirmiş ki buna hayran olmamak imkansız. Yeni doğan bebeğinizi sarmak, ona banyodan sonra rahat ve keyifli bir ortam oluşturmak için Alessandra adlı bir annenin tasarımı olan bu ürün gerçekten de bir tasarım harikası. Kendisini 'lala' diye çağıran iki erkek çocuk annesi Alessandra'yı bu tasarımı için, Hanzade Acar'ı da bu harika ürünü Türk anneleriyle buluşturduğu için yürekten kutluyorum. Artık yeni doğum yapan arkadaşlarıma bir tane Lala's Pequenos alacağım.
Amerika'da pek çok ünlü annenin de tercihi olan bu şık ve pratik tasarımları olan Petunia Pickle Buttom ve Lala's Pequenos ürünlerini yakından tanımak, nerelerde bulacağınızı öğrenmek için www.ondasole.com.tr yi ziyaret edebilirsiniz.

Wednesday, February 08, 2012

HAVVA ANA

Bu yaz çok duydum adını, herkes Havva Ana’nın kahvaltısından bahsediyordu, özellikle de damak tadını bilen, yemekten anlayan, aşure koçum, avukat, anne, öğretmen Zennur deyince gitmek şart olmuştu da bir türlü fırsat bulamamıştım. Kara kış kıyamette iş için Bodrum’a gidip eh bir de vakit bol olup araba kiralayınca kendimi Yalıkavak yollarında buldum. Fonda hafif bir müzik, sağ tarafım deniz sol tarafım çam ormanı, sessizlik, özgürlük içinde araba kullanıyor ve yiyeceğim enfes kahvaltıyı düşlüyordum. Yalıkavak’ı geçip Gökçebel Köyü okundan sola dönüp öyle bir tepe tırmandım ki, bir köy meydanına gelince etrafta ne Havva Ana ne bir tabela vardı. Yağmur bardaktan boşalır gibi, sokakta tek allahın kulu yok. Mandalina toplamaya çıkmış bir amca görünce telaşla sordum Havva Ana’yı..sola dön sağa dön bayraklı ev dedi ama solda yol yok ya da o yolsa bu araba nasıl geçecek....bizim mutfak kapısının genişliği kadar bir yoldan sapıp daha da dar bir başka yola oradan bayraklı eve...Gece fırtınadan taş taş üstünde kalmamış, in cin top oynuyor. Çaldım kapıyı, içeriden nur yüzlü, topluca, hafif Ege şivesiyle çıktı Havva Ana. Kış be kızım kapalıyız demez mi...Büktüm boynumu, o kadar yolu boşuna mı gelmiştim, yol boyu kurduğum kahvaltı hayallerde mi kalacaktı, iş toplantıma daha çok vardı ne yapacaktım ben? Beden dilimi o kadar hızlı okudu ki, e madem geldin sen tanrı misafirisin buyur gir evim sana açık dedi. Hele bir de İstanbul’dan kocası doktor olan Zennur’un arkadaşıyım deyince baştacı yaptı beni. Yağmur suyuyla bir çay demledi bana, bu çayın tadı başka yerde yoktur dedi. O arada “bekle ben bir ineği sağam gelem, dağa götürecek kocam birazdan onları” dedi ve ortadan kayboldu. O sırada ben yazın dolup taşan, randevusuz asla misafir kabul etmeyen bahçeyi gezdim. Taş fırın, yaza hazırlanan bergamut kuruları, kırmızı biberler, zeytin çeşitleri...Aslında bir cennete düştüğümü, herkesin arayıp da bulmadığı kahvaltıyı paşa gibi hem de Havva Ana ile sohbet ederek yapacağımı düşündüm ve uçarak içeri girip sobanın başına kuruldum ve sohbet başladı.

Doğma büyüme Bodrumlu Havva Ana. İki kardeşi var ve annesi birgün diyor ki “benim hepinizi okutacak gücüm yok; gel sen okuma ben sana çeyiz yapıvereyim, onlara yapmam”..Havva Ana çeyizi kabul etmiyor, beni lise bitene kadar okut başka birşey istemem diyor ve 1972 yılında açılan Bodrum Lisesi’nin ilk mezunlarından oluyor. O zaman köyden kasabaya giden sadece bir dolmuş var, aynı dolmuş bir de akşam dönüyor o kadar. Yani Bodrum’un boş, ıssız zamanları. Çok güzeldi o zamanlar görecektin sen buraları diyor.

Havva Ana’nın o zamanlar çeyizde gözü olmadığı gibi şimdi de gösterişte, eşyada, lükste hiç hevesi yok. Tek derdi oğluna iyi bir eğitim aldırmak ve gelecek bırakmak. Bu işe, bu harika kahvaltı sofralarına da zaten bunun için başlamış, oğlunu okutabilmek tek derdi. Ondan süt, tereyağ, yoğurt almaya gelen İstanbullu yazlıkçılar, her geldiklerinde Havva Ana’nın ikram ettiği çöreği böreği yerken bir yandan da ona hep bu işi meslek haline getirmesini, çok iş yapacağını söylüyorlar. O sıralar oğlu İlyas lisede ve eğitimi için paraya ihtiyaç var. Bir Amerikalı ile tanışıyor Havva Ana köyde ve kendi deyimiyle “Amerikalı da doğalcı ben de”. Birbirlerini çok seviyorlar çok şey paylaşıyorlar çünkü ikisi de doğal ürünler yetiştiriyor, toprak seviyor. Dostlukları ilerliyor, Amerikalı arkadaş Havva Ana’nın yaptığı yemekleri internete koyuyor ve hakkında yazı yazıyor. 1 hafta sonra arayıp TV’den geleceklerini orada program yapacaklarını söylüyor. Tam sebze meyve zamanı, herşey doğal ve Havva Ana herşeyden herkesten daha doğal. İşte o andan itibaren Havva Ana için güzel günler başlıyor. Fatih Terim ve Acun Ilıcalı’nın ziyareti ile ünü daha da yayılıyor. Bu arada ünlenirken o hiç boş durmuyor ya da rehavete kapılmıyor, hep kendini geliştiriyor, mekanını güzelleştiriyor, yenilikler yaratıyor. İŞİNİ GÜZEL YAPACAKSIN diyor başka birşey demiyor.
Yaptıklarını satıyor Havva Ana, özellikle de mandalina ve bergamut reçelini gelenlerin çok sevdiğini şişe şişe alıp götürdüklerini söylüyor. Özellikle belirtmeden de geçmiyor, eğer kahvaltı için yedek varsa veririm yoksa asla satmam, benim için önce gelenlerin mutluğu, doyması önemli diyor. Bahçeler bitmeden sezonu da açmıyor, önce çiçek, renk önemli onun için.

Geçen yıl İtalya Torino’ya gitmiş ve orada bizi temsil etmiş. Türk bayrağını taşıdım diyor gururla. Türkiye’nin yemeklerini, doğal ürünlerini, kültürünü orada anlatmış ve bir sürü de insan tanımış. Havva Ana bu kadar ilgiye, rağbete rağmen asla büyümeyi, daha fazla masa eklemeyi düşünmüyor. İstanbullu sanatçılar bana kızıyor yer yok, burnu büyüdü filan diyorlar ama büyürsem her telefonsuz geleni alırsam hizmet kalitem düşer, yine onlar zarar görür diye de ekliyor.

E başarı bu kadar büyük olunca meyve veren ağaç taşlanır misali Havva Ana’yı da eleştiren çok. Komşuları, onlarla görüşmediği, gidip gelmediği için pek şikayetçilermiş. Valla isteyerek değil ama vaktim yok diyor. Maya at peynir yap, yaza sebze meyve hazırla, etrafı yıka pakla, süt sağ derken gün geçiyor,onlarla laf yapacak zamanım kalmıyor diyor. O kadar içten o kadar nur yüzlü bir insan ki, bilerek isteyerek insanlardan kaçması zaten mümkün değil.

Benim asıl ilgi alanım anneliğe gelince Havva Ana kendini çoooookkkkk fedakar bir anne olarak görüyor. Oğlu için yapamayacağı şey yok ve her annenin de fedakar olması gerektiğini, çocuğu için her tür zorluğa katlanması gerektiğini ama yeni nesil annelerin biraz rahatlarına düşkün olduğunu da ekliyor. “Peki ya sen?” deyince, o; çoktan kaderine razı:” ileride kadın tutar baktırırlar bize de, e ne yapsınlar işleri güçleri olacak tabi” diyecek kadar da hoşgörülü ve gururlu.

İşte Bodrum’dan Havva Ana izlenimlerim böyle. Ben kabak çiçeği dolmasını, elleriyle yaptığı ekmeğini ve daha çok şeyini tadamadım ama insanlığına, doğallığına, tereyağına, reçellerine bayıldım. Yolunuz düşerse mutlaka Havva Ana’da kahvaltı yapın derim. Öyle deniz manzarası, şık koltukları, tam takım çay bardakları yok, bunları beklerseniz hiç gitmeyin. Gitmişken köpeği Yıldız’a da benden de selam söyleyin. Ama asla telefon açmadan gitmeyin üzülürseniz sonra karışmayız. Şımarıklığa, ukalalığa hiç gelemiyor ha benden söylemesi. Sanatçı sanatçılığını, gazeteci gazeteciliğini, insan insanlığını bildikten sonra kapımız herkese açık diyor ve son sözü de ekliyor: “İŞİNİ GÜZEL YAPACAN,BEN BAŞKA ŞEY BİLMEM”.

Havva Ana (cep): 0532.684.79.66
Ev: 0252.386.33.06

Thursday, February 02, 2012

Yaz tatili kış tatili

Ne kadar sabırsızlıkla beklenir koskoca yaz tatili...Bir an önce gelse de yazlığa, köye, memlekete, deniz kenarına gidilse, şöyle hiçbir şey düşünmeden, tasasız gamsız günler geçse...Her çocuğun hayali hatta her yetişkinin tek motivasyon kaynağıdır o güzelim tatiller. Bir de kısacık sömestre tatili vardır canım ülkemde. Şubat tatili olarak adlandırılsa da artık pek şubatta değil ocakta çıkılan o kısacık tatil. Genelde şehir içinde, sinema tiyatro gösterileri, arkadaş toplantıları ve uzun sabah kahvaltıları ile geçen bu tatil bazen de kar ile birleşir ve kartopu, kardan adam, eve kapanma hikayeleri ile son bulur.

Biz iki yıldır kızımla sömestre tatilinin ilk haftası kayak tatili yapıyoruz. O da ben de iki senedir kayıyoruz ve kendimizi geliştirmek adına bu kısa tatili kaçırmıyoruz. Her yıl gittiğimiz yaz ve deniz tatilinden çok farklı ama bu tatil. Bazen çileden çıkacak kadar yorulduğum kış tatili ile yaz tatilinin farklarını benden duymak ister misiniz,

*Yazın valiziniz bir bilemediniz iki olur ve genelde ikisi de küçük boydur. Çünkü kıyafetler incedir. Mayo, bikini, güneş gözlüğü fazla yer tutmaz. Elbise, şort, pareo gibi giysiler tiril tiril olur ve hiç yer tutmaz. Kış tatilinde en büyük boy valizlerden üç tane gerekir. Kayak kıyafetleri, içlikler, atkı, bere, kask, eldiven, kar maskesi, kar gözlükleri...Tabi iki kişiyseniz hepsinden en az iki çift...kaybolma riski çok yüksek bu arada. Bunlar sadece kayak için..Ayrıca giyilecekler de ikiye ayrılır..Sıcak olan kış otellerinde içeride giymek için ince kıyafetler, dışarı çıkıp yürümek istediğinizde giyeceğiniz kazaklar, pantalonlar..E mutlaka akşam havuza girmek isteyen çocuğunuz için mayo, bone, gözlük, havlu...

*Sahile inerken yanınıza bir çanta alır içine yedek mayo, gözlük, kitap, su, havlu, güneş kremi alırsınız ve her daim yanınızda olur bunlar. Çocuğunuz için de ayrıca bir çanta hazırlar kova, kürek, barbie bebekler, kitap alırsınız. Kayağa çıkarken öyle mi? Önce odada montunuz, bereniz, atkınız hariç giyinirsiniz ve çocuğunuzu giydirirsiniz. Montlarınızı giyerseniz kurdeşen dökeceğinizden emin olun, çünkü burası bir kış oteli ve her daim hamam gibidir. Kayak odasına inip diğer tüm kıyafetlerinizi tam takım giyer, aykkabılarınızı çıkarır, önce kendi kayak botlarınızı giyer zorla parmaklarınız uyuşana kadar kilitler sonra çocuğunuzun kayak ayakkabılarını giydirir ve ter içinde kalırsınız. Çocuğunuzun kaskını giydirir bir köşeye oturtur kayak takımlarınızı alırsınız. 4 kayak, 2 baton (çocuğunuz size acır bari batonlarımı taşıyayım der) ile terden yapış yapış olarak ayağınızda kilonuzun yarısı kadar botlarla zar zor kapıyı açar ayaza çıkarsınız. Bu arada kayaklar, batonlar düşmediyse şanslısınız.

*Denize girmek için sıra beklemezsiniz, canınız istediği anda buz gibi sulara atlarsınız. Ama kayak için sıranızı beklemek zorundasınız: telesiyej sırası.

*Denize girerken kart okutmanız gerekmez, kayak yaparken ski-pass denilen kartınız yoksa koca bir hiçsiniz.

*Tuvalet ihtiyacınız olduğunda yaz tatilinde hemen en yakın wc kabinine gidersiniz, hatta tuvaleti gelen çocuğunuzsa....Ama kayak sırasında tuvaletiniz geldiyse vay halinize. O kayakları çıkarmak, emanete vermek, o devasa botlarla en yakın tuvalete çıkmak – ki her zaman üst katlardadır bu tuvaletler- salopetlerinizi indirmek, soğukta oturmak...

*Denize girdikten sonra duş alıp odanıza rahat rahat çıkarsınız, kayak bitince bu kadar kolay değil. Önce çocuğunuzun sonra kendinizin kayakları epey bir sıra bekledikten sonra emanete verilir. Kasaya kapattığınız botlarınız alınır, kayak botları yerine konur. Terlemiş olan ve anında soyunan çocuğunuzun kaskı, eldivenleri, montu bir elinizde, sizin kıyafetleriniz diğer elinizde yorgunluktan ölmüş bir şekilde odaya çıkarsınız. Amaaaa tüm bu zorluklara rağmen;
Bembeyaz karların arasından kuğular gibi süzülerek inmek, özgürlüğün alasını yaşayıp uçuyor hissine kapılmak, yeni yağan kara ilk adımı atmak, sessiz sedasız ilerleyen bir koltukta hafif bir müzik eşliğinde bembeyaz ağaçların kah üstünden kah yanından geçmek, zirvede bu koltuktan inip dev bir şöminenin önünde sahlep içmek , sabah uyanıp da camı açtığınızda uçsuz bucaksız bir pamuk tarlası görmek, lapa lapa yağan kar altında yürüyüş yapmak ve hiç üşümemek...


KIŞ TATİLİ HERŞEYE DEĞER...