Wednesday, May 25, 2011

Kalbiniz başka beden de atar mı hiç

Bir insanın kalbi nasıl başka bedende çarpar, nasıl başkasının heyecanını, kaygısını, neşesini, üzüntüsünü yaşayabilir kendi bedeninde. Ancak "anne" olunca yaşayabiliyor bu duyguları ve yaşı kaç olursa olsun çocuğunun annelik böyle devam ediyor. 60 yaşındaki babam için babaannem hala endişe duyuyor üşür mü diye...Hiç bitmiyor kalp çarpıntısı çocuk varsa.

Bugün kızım ilk kez tek başına sahneye çıktı piyano solosu için. Eni topu iki parça çalacak ama gelin görün benim heyecanımı. Akşamdan başladı heyecan, sabah onu okula gönderdim hazırlanıyorum, aklım hep onda. Provada heyecanlanacak mı, kendini tanıtacağı metni ezberleyecek mi, çalamazsa üzülürse utanırsa çok üzülür mü, bir sürü heyecan ama hepsi de onun yaşayacaklarını düşünüp duyulan kaygılar...

Okula gittik hep beraber, provadalardı. Sonra konser başladı, sırayla geliyor eserlerini çalıyorlar tek tek...Sıra bizimkine gelmiyor, perdenin arkasından arada görüyorum , çok heyecanlı belli. On kişi geçti yok hala, biliyorum sıkıldı beklemekten, heyecanı dorukta dokunsan ağlar şimdi. Ya ben? Oturduğum yer sırılsıklam terden, ellerim ve ayaklarım sanki yok, kalbim boğazımda atıyor...Babası her an sahneye fırlamaya hazır en önde oturduğumuzdan, kızımız nota defterini koymaya yetişemez ya da mikrofonu açamazsa kendini tanıtırken diye..ne saçma olası şey değil ama işte insan her türlü olasılığı düşünüyor.

İşte o an geldi, elinde defteriyle girdi sahneden..Selam verdi, kendini tanıttı, çalacağı parçaları

-9.Senfoni ve Yaşasın Okulumuz-anons etti ve çaldı. Çalarken yüzünden neler hissettiğini, hangi anda heyecanlandığını hangi anda rahatladığını hepsini okudum, çünkü kalbim ondaydı o an. Ben oydum. Onun eli, onun kolu, onun kulağıydım o an.

Anne olmak demek hakikaten kalbinin başka bir bedende atması demek, bunu tekrar anladım bugün.

Monday, May 23, 2011

Ben her bahar böyle mi olacağım



Ben her bahar böyle mi olacağım?

Her bahar bir heyecan, bir sıkıntı, bir kaygı,bir kalp çarpıntısı...Sebebi bazen belli değil bazen çok belli, bazen bir hastalık bazen bir belirsizlik...Ama her bahar bir hüzün, bir iç sıkıntısı, güneş geç gösterdi yüzünü ondan mı acaba? Ama güneşe göre mi belirlenecek ruh halimiz, öyle şey olur mu? Hava kötüyse biz de kötü, hava iyiyse biz de iyi. Yok canım daha neler...

Toparlanmak lazım, çok şükür etmek lazım, her uyandığımız sabaha, yastığa sağlıklı olarak koyduğumuz başa, aldığımız her nefese, özgürce yediğimiz herşeye binlerce kez şükretmek lazım. Biliyorum bilmesine de işte bazen depresif oluyorum ben. Özellikle de bahar aylarında.

Ben her bahar böyle mi olacağım?

Saturday, May 07, 2011

Beyrut ve çevresi

Beyrut ve yakınındaki şehirler ve bu şehirlerin her birinde gezip görülecek çok yer var ama vaktiniz bizim gibi sınırlıysa anlatacağım üç yeri özellikle gezmenizi tavsiye ederim. Jeita Grotto, Harissa ve Byblos. Beyrutta tavsiye edilen iki önemli turizm şirketi var ve onlar size tüm bölgeleri çok profesyonelce gezdiriyorlar: Kurban ve Nakhal. Kurban’ın gezi günleri bize uymadığından biz Nakhal’i seçtik ve Cuma gününden Cumartesi turu için anlaştık. Cumartesi sabahı dedikleri saatte yani dakik bir şekilde bizi otelden aldılar ve çok konforlu bir şekilde yola koyulduk.

İlk durağımız bir doğa harikası olan Jeita Grotto mağaraları oldu. Beyrut’a yaklaşık 18 km. uzaklıkta olan mağaralara harika yemyeşil bir yoldan giderek ulaşıyorsunuz. Bu blgeyi 1800 lü yıllarda William Thompson adlı bir Amerikalı avlanmaya geldiği zaman keşfetmiş. İki mağaranın arasından geçen nehir zamanında kurtların yaşaması nedeniyle Wolf River olarak bilinse de bugün Dog River olarak biliniyor. Nehir aynı zamanda Beyrut’un içme suyunu da karşılıyor. Önce Upper Cave yani üst mağarayı ziyaret etmek için, otobüsten inip biletlerimizi alarak kırmızı bir teleferiğe bindik. Yemyeşil bir ormanın arasından akan nehrin üstünden geçerek mağara girişine vardık. Mağaraya girdiğimiz anda bir doğa harikası ile karşı karşıyaydık. Hayatımda ilk defa bir mağaraya giriyordum hem de Ortadoğu’nun en büyük mağarası. Üstelik bu mağara öylesine bir mağara değildi; 1,5 milyon yıl boyunca kireçtaşının oluşturduğu sarkıt ve dikitlerin bir tiyatro sahnesi gibi dizildiği olağanüstü bir mağara. İnsanın nefesi kesiliyor manzara karşısında. Üst mağarayı yürüyerek geziyorsunuz ve her bir sarkıt sizi alıp götürüyor geçmişe. O an bir tiyatro sahnesindesiniz rengarenk ışıkların süslediği. Lower Cave yani Alt Mağara ise tekneyle geziliyor. Romantizm, gizem, büyü, korku ne arasanız var bu gezi boyunca. Işık gölgeleri düşüyor suyun üzerine, daracık yollardan ustalıkla geçiyor tekne sürücüsü. Jeita Grotto hakikaten büyülüyor insanı, boşuna Dünyanın Yeni Yedi Harikası aday listesine girmemiş.

Jeita’dan yola çıkıp daha çok Beyrut’lu Hıristiyanların yaşadığı ve genelde yazlık evlerin bulunduğu Junieh’ e doğru yola koyulduk. Beyruttan 25 km. kadar uzaklıkta ve Beyrut’un sırtını dayadığı Harissa tepesine biz otobüsle çıktık. Genelde teleferikle çıkılan bu yolu biz araçla çıkıp teleferikle geri dönmeyi tercih ettik. Harissa, Meryem Ana Heykeli ve Maruni Kilisesinden ibaret ama bir manzara var ki, bizim Çamlıca Tepesi ayarında. Tüm Beyrut ayaklar altında. Zaten neredeyse yol boyunca her yerden koskoca hacıyla kiliseyi ve tepeyi görüyorsunuz. Hıristiyanlığın gücünü hissettirdiği bir tepe harissa.

Özellikle büyük teleferikle ilk etapta indiğiniz yerden görünen manzara bir harika. Bu noktaya kalabalık bir grupla ve büyük kırmızı teleferiklerle iniyorsunuz. Sonrasında dört kişilik teleferiklere binip sahile kadar inerken ki manzara inanılmaz, tabi teleferikler vızır vızır ve apartmanların arasından geçtiği için, Beyrut evlerinin içini, yaşam alanlarını da izleme şansınız oluyor. Şahsen bu apartman dairelerinde oturmak istemezdim, düşünsenize odanızın penceresinin önünden dakika başı bir araç ve insanlar geçiyor, mahrem alan diye bir şey yok. Bu arada yükseklik ve kapalı mekan korkusu olanlar için en iyi yol araçla çıkıp inmek Harissa’ya.

Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan, son durağımız Biblos’a doğru yola çıktığımızda içimi bambaşka bir heyecan sardı. Yaklaşık 8000 yıl önce kurulmuş bu şehir, dünyada görmek istediğim yerler listesinde bulunuyordu. Yaşım ilerledikçe hepsini sırasıyla görmeye başladım ve işte şimdi Biblos’taydım. Sebebi belki de yazının sonunda bahsedeceğim konudan dolayıdır kimbilir…

Biblos özellikle biz kitap sevenler için mutlaka görülmesi gereken bir yer, çünkü modern alfabe ilk kez burada bulunmuş. Harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği ve bugün okuduğumuz kitapların temeli işte burada atılmış. Eski çağlarda Fenikelilerin liman şehri olan Biblos, tarihi kalıntıları, Obelisk tapınağı, kalesi ile göz kamaştırmakla beraber, tarihi çarşısı, hediyelik eşya dükkanları, kafeleri, fosil müzesi ile buram buram tarih kokuyor. Beyrut’a 45 km. uzaklıktaki Byblos ya da Yunanlıların diliyle Jbeil’i görmeden Beyrut’u gördüm demek doğru olmaz.

Gelelim benim Biblos tutkuma, 13.yy. sonuna kadar Biblos, Banu Hamada adlı bir yerel ailenin yönetimindeymiş. Banu; hatun, sultan anlamına geliyor bunu biliyorum ama bu kadar da hakimiyet de pek göz ardı edilecek gibi değil doğrusu.

Dönüş yolunda sahil kıyısında Makhlouf Sur Mer adlı deniz ürünleri restoranında yediğimiz Lübnan mezelerinin ve balığın güzel tadıyla Beyrut’un tadı karıştı ve hoş bir duyguyla ertesi sabahın erken saatlerinde Beyrut’a veda edip güzel ülkemizin yolunu tuttuk.

Tuesday, May 03, 2011

Beyrut'ta yaşam

Gitmeden önce Beyrut hakkında o kadar övgü dolu sözler duymuş o kadar çok yazı okumuştum ki, açıkçası merak ediyor ve pek de inanamıyordum Ortadoğu’nun Paris’i denen şehrin bu kadar muhteşem olabileceğine. Gece yarısı uçaktan inip de havalimanının açık alanına çıktığımızda sıra sıra dizilmiş taksilerin lüks ve son model hallerinden denildiği kadar olduğunu anlamıştık bile. Havaalanından otele kadar olan yol boyunca gördüğümüz binalar , son model arabalar, capcanlı gece hayatı, ışıl ışıl caddeler sanki bir Avrupa şehrindeyiz hissi verdi bize.

Otelimiz Beyrut’un kalbinin attığı Hamra caddesinin tam üstündeydi. İlk gece daha uçaktan iner inmez saatin çoktan bizim sınırlarımızı aştığını bilsek de bu canlı şehri kaçırmak istemedik ve gece yarısını çok çok geçmesine rağmen ünlü Beyrut Amerikan Üniversitesinin önünden yürüyerek Corniche adı verilen sahil boyuna geldik. Bizim aç olduğumuzu bilen ve güzel menüleriyle karşılayan Hard Rock cafe hemen Corniche’in başında. Girişindeki Beatles’a ait dev yazı da enteresan doğrusu; “The Time Will Come When You See We Are All One. Hepimizin bir olduğunu göreceğimiz o gün gelecek.

Madem gece hayatı dedik, Beyrut’un kalbi geceleri Monot Caddesinde atıyor. Gece kulüpleri, barlar ve restoranlar yaklaşık 1 km olan bu dar ve uzun sokakta. Beyrutta ikinci akşamımızda taksi bizi bıraktığında karanlık, ıssız bir sokakta bulduk kendimizi, hatta yanlış geldiğimizi bile düşündük fakat hafif hafif müzik seslerini takip ederek öyle bir ortama girdik ki her yer harika tasarımları olan barlarla doluydu. Lime Bar, tam lime limon renginde hoş bir ambiyansı olan bahçeli ılık Beyrut gecesi için harika bir seçim oldu. Tabi buralarda hayat 23:00 sonrası başladığından bizim için biraz geç bir vakitti ama yine de çocuksuz olunca ve yetişmek ya da sabah erken kalkma derdi olmadığından hakkını verdik diyebiliriz Monot caddesinin.

Gündüz güzelliği ve canlılığı kadar gece de hareketli olan Place de L’Etoile yani Özgürlük Meydanı Beyrut’un simgesi..Venedik için San Marco meydanı, Barcelona için Rampla Caddesi, İstanbul için Taksim Meydanı ne ise Beyrut için de Özgürlük Meydanı ve bu meydana çıkan tüm sokaklar aynı. Özellikle Lübnan Mutfağını tadabileceğiniz çok sayıda restoran bulunan caddede nargile içerek günü tamamlayabilir, dünyanın her yerinden gelen çeşit çeşit insanları izleyebilirsiniz bu meydanda oturarak. Beyrut denince aklımda kalan ilk ve en güzel şey meydandaki cafede oturup elma aromalı nargileyi tüttürmek oldu ne yalan söyleyim, sigara içmeyen biri olarak o kokuyu hiç unutamadım.

Beyrut’un merkezi olan ve downtown olarak adlandırılan bu bölge Beyrut’ta görülebilecek tüm tarihi bina ve eserlerin de toplandığı bir meydan. Savaş zamanında en sıcak çatışmaların olduğu ve yeşil hat olarak adlandırılan bu meydanda şehitler adına yapılmış Place Des Martyrs anıtını, Ömer Paşa Camisini, Parlamento binasını, Roma İmparatorluğu kalıntılarını, Public Parkı aynı anda gezebiliyorsunuz. Beyrutta gezerken binaların üzerinde bulunan savaş izlerini görüyorsunuz sürekli. Taranmış binalar, kurşun izleri, delik deşik duvarlar. Kimileri yeniden restore edilmiş, kimileri hala restorasyon halinde, kimileri de kurşun deliklerinin içini doldurup oturmaya devam ediyor. Dolayısıyla şehirde sürekli bir inşaat durumu söz konusu.

Yeşil hat denilen sınırın kuzeyinde Hıristiyanlar güney kısmında ise Müslümanlar oturuyor, tabi bu ayrım sadece hatta kalıyor yoksa dinlerin kardeşliğinin en güzel örneği Beyrut. Ezan sesi ile çan sesi aynı anda kulağa o kadar hoş geliyor ki.

Beyrut aslında hareketliliği, sürekli trafiği, insanların sabırsızlığı, korna sesleri ile İstanbul’a çok benziyor bu yüzden de maalesef kendimizi çok rahat hissettik Beyrut’ta. Genelde toplu taşıma aracına hiç rastlamadık, herkes ya taksilerle ya da kendi araçlarıyla gidiyorlar bir yerden bir yere. En ilginci de taksilerin pazarlığa açık olmaları öyle ki yarı yarıya iniyorlar pazarlıkla. Taksiye binmeden önce gideceğiniz adresi söylüyorsunuz o size 15 dediyse 5’e gidiyorsunuz.

Ortadoğu’nun Paris’i olur da Paris alışverişsiz olur mu hiç? Hamra caddesi ilk gece gezdiğimizde ünlü markaları barındırıyor gibi görünse de alışverişin merkezi Solidere Bölgesi bence. Hamra caddesi biraz İstiklal Caddesini andırıyor, arada yerel mağazalar, turistik eşya satan mağazalar oysa downtown denilen bölgede Beyrout Souk adı verilen açık hava alışveriş merkezi ve çevresindeki sokaklar, modanın merkezi şeklinde. İşte burada kendinizi hakikaten Paris’te hissediyorsunuz. Ayrıca Doğu Beyrut’taki ABC alışveriş merkezi de görülebilecek yerlerden. Fiyatlar inanılmaz yüksek, herşey çok parlak, taşlı cıngıl cıngıl ama görmeye değer doğrusu. Bu kadar hareketli bir yaşamın olduğu Beyrut’ta yemek başlı başına bir şölen. Lübnan mutfağının ününü zaten hepimiz biliriz mutfakla yemekle aramız biraz iyiyse. Tüm dünyada Çin Mutfağı, İtalyan Mutfağı kadar yeri vardır Lübnan Mutfağının da. Ama yerinde tatmak doğrusu bir başka. Bizim Antakya yöresinin tüm meze çeşitleri burada ve aynı isimle. Hommos – Humus, Kebap, Tabbouleh-Maydanoz, domates, roka salatası, Abbaganush- Abagannuş. Lübnan Mutfağını tadabileceğiniz en güzel yerlerden biri Karam Beirut. Dünyada birkaç ülkede şubesi bulunan Karam, bizim Bursa İskender ya da Develi Kebap gibi artık geleneksel olmuş. Downtownda bulunan bu mekanı tavsiye ederim. Ayrıca Monot caddesinin hemen paralelinde bulunan Abdel Wahap da bir diğer adres Lübnan Mutfağı için. Eğer Lübnan mutfağı ile sınırlı kalmak istemezseniz Fransız mutfağının güzel bir örneği le “Relais de l’Entrocote”. Bizim cafe de Paris diye yediğimiz et ve patates kızartması…Yalnız restoran sadece bu ikiliyi sunuyor başka bir yemek şansınız yok. Monot caddesinde ve Özgürlük Meydanında iki şubesi var ve hakikaten güzel. Bunun dışında İtalyan, Çin, Asya yemeklerini hemen hemen heryerde bulabilirsiniz.

Genç nüfusuyla, güzel alımlı bakımlı genç kızlarıyla kordon boyunu andıran Corniche ve güvercin kayalıklarıyla Beyrut pırıl pırıl parıldıyor. Arap müziğinin sokaklara yayılan kıvrak melodisi, saat başı çan sesi, her renk begonvilleri, sarı renkli taş binaları ve içinizi zaman zaman ürperten savaş kalıntılarıyla Beyrut savaşın izlerini çoktan silmeye başlamış.