Beyrut ve yakınındaki şehirler ve bu şehirlerin her birinde gezip görülecek çok yer var ama vaktiniz bizim gibi sınırlıysa anlatacağım üç yeri özellikle gezmenizi tavsiye ederim. Jeita Grotto, Harissa ve Byblos. Beyrutta tavsiye edilen iki önemli turizm şirketi var ve onlar size tüm bölgeleri çok profesyonelce gezdiriyorlar: Kurban ve Nakhal. Kurban’ın gezi günleri bize uymadığından biz Nakhal’i seçtik ve Cuma gününden Cumartesi turu için anlaştık. Cumartesi sabahı dedikleri saatte yani dakik bir şekilde bizi otelden aldılar ve çok konforlu bir şekilde yola koyulduk.
İlk durağımız bir doğa harikası olan Jeita Grotto mağaraları oldu. Beyrut’a yaklaşık 18 km. uzaklıkta olan mağaralara harika yemyeşil bir yoldan giderek ulaşıyorsunuz. Bu blgeyi 1800 lü yıllarda William Thompson adlı bir Amerikalı avlanmaya geldiği zaman keşfetmiş. İki mağaranın arasından geçen nehir zamanında kurtların yaşaması nedeniyle Wolf River olarak bilinse de bugün Dog River olarak biliniyor. Nehir aynı zamanda Beyrut’un içme suyunu da karşılıyor. Önce Upper Cave yani üst mağarayı ziyaret etmek için, otobüsten inip biletlerimizi alarak kırmızı bir teleferiğe bindik. Yemyeşil bir ormanın arasından akan nehrin üstünden geçerek mağara girişine vardık. Mağaraya girdiğimiz anda bir doğa harikası ile karşı karşıyaydık. Hayatımda ilk defa bir mağaraya giriyordum hem de Ortadoğu’nun en büyük mağarası. Üstelik bu mağara öylesine bir mağara değildi; 1,5 milyon yıl boyunca kireçtaşının oluşturduğu sarkıt ve dikitlerin bir tiyatro sahnesi gibi dizildiği olağanüstü bir mağara. İnsanın nefesi kesiliyor manzara karşısında. Üst mağarayı yürüyerek geziyorsunuz ve her bir sarkıt sizi alıp götürüyor geçmişe. O an bir tiyatro sahnesindesiniz rengarenk ışıkların süslediği. Lower Cave yani Alt Mağara ise tekneyle geziliyor. Romantizm, gizem, büyü, korku ne arasanız var bu gezi boyunca. Işık gölgeleri düşüyor suyun üzerine, daracık yollardan ustalıkla geçiyor tekne sürücüsü. Jeita Grotto hakikaten büyülüyor insanı, boşuna Dünyanın Yeni Yedi Harikası aday listesine girmemiş.
Jeita’dan yola çıkıp daha çok Beyrut’lu Hıristiyanların yaşadığı ve genelde yazlık evlerin bulunduğu Junieh’ e doğru yola koyulduk. Beyruttan 25 km. kadar uzaklıkta ve Beyrut’un sırtını dayadığı Harissa tepesine biz otobüsle çıktık. Genelde teleferikle çıkılan bu yolu biz araçla çıkıp teleferikle geri dönmeyi tercih ettik. Harissa, Meryem Ana Heykeli ve Maruni Kilisesinden ibaret ama bir manzara var ki, bizim Çamlıca Tepesi ayarında. Tüm Beyrut ayaklar altında. Zaten neredeyse yol boyunca her yerden koskoca hacıyla kiliseyi ve tepeyi görüyorsunuz. Hıristiyanlığın gücünü hissettirdiği bir tepe harissa.
Özellikle büyük teleferikle ilk etapta indiğiniz yerden görünen manzara bir harika. Bu noktaya kalabalık bir grupla ve büyük kırmızı teleferiklerle iniyorsunuz. Sonrasında dört kişilik teleferiklere binip sahile kadar inerken ki manzara inanılmaz, tabi teleferikler vızır vızır ve apartmanların arasından geçtiği için, Beyrut evlerinin içini, yaşam alanlarını da izleme şansınız oluyor. Şahsen bu apartman dairelerinde oturmak istemezdim, düşünsenize odanızın penceresinin önünden dakika başı bir araç ve insanlar geçiyor, mahrem alan diye bir şey yok. Bu arada yükseklik ve kapalı mekan korkusu olanlar için en iyi yol araçla çıkıp inmek Harissa’ya.
Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan, son durağımız Biblos’a doğru yola çıktığımızda içimi bambaşka bir heyecan sardı. Yaklaşık 8000 yıl önce kurulmuş bu şehir, dünyada görmek istediğim yerler listesinde bulunuyordu. Yaşım ilerledikçe hepsini sırasıyla görmeye başladım ve işte şimdi Biblos’taydım. Sebebi belki de yazının sonunda bahsedeceğim konudan dolayıdır kimbilir…
Biblos özellikle biz kitap sevenler için mutlaka görülmesi gereken bir yer, çünkü modern alfabe ilk kez burada bulunmuş. Harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği ve bugün okuduğumuz kitapların temeli işte burada atılmış. Eski çağlarda Fenikelilerin liman şehri olan Biblos, tarihi kalıntıları, Obelisk tapınağı, kalesi ile göz kamaştırmakla beraber, tarihi çarşısı, hediyelik eşya dükkanları, kafeleri, fosil müzesi ile buram buram tarih kokuyor. Beyrut’a 45 km. uzaklıktaki Byblos ya da Yunanlıların diliyle Jbeil’i görmeden Beyrut’u gördüm demek doğru olmaz.
Gelelim benim Biblos tutkuma, 13.yy. sonuna kadar Biblos, Banu Hamada adlı bir yerel ailenin yönetimindeymiş. Banu; hatun, sultan anlamına geliyor bunu biliyorum ama bu kadar da hakimiyet de pek göz ardı edilecek gibi değil doğrusu.
Dönüş yolunda sahil kıyısında Makhlouf Sur Mer adlı deniz ürünleri restoranında yediğimiz Lübnan mezelerinin ve balığın güzel tadıyla Beyrut’un tadı karıştı ve hoş bir duyguyla ertesi sabahın erken saatlerinde Beyrut’a veda edip güzel ülkemizin yolunu tuttuk.
İlk durağımız bir doğa harikası olan Jeita Grotto mağaraları oldu. Beyrut’a yaklaşık 18 km. uzaklıkta olan mağaralara harika yemyeşil bir yoldan giderek ulaşıyorsunuz. Bu blgeyi 1800 lü yıllarda William Thompson adlı bir Amerikalı avlanmaya geldiği zaman keşfetmiş. İki mağaranın arasından geçen nehir zamanında kurtların yaşaması nedeniyle Wolf River olarak bilinse de bugün Dog River olarak biliniyor. Nehir aynı zamanda Beyrut’un içme suyunu da karşılıyor. Önce Upper Cave yani üst mağarayı ziyaret etmek için, otobüsten inip biletlerimizi alarak kırmızı bir teleferiğe bindik. Yemyeşil bir ormanın arasından akan nehrin üstünden geçerek mağara girişine vardık. Mağaraya girdiğimiz anda bir doğa harikası ile karşı karşıyaydık. Hayatımda ilk defa bir mağaraya giriyordum hem de Ortadoğu’nun en büyük mağarası. Üstelik bu mağara öylesine bir mağara değildi; 1,5 milyon yıl boyunca kireçtaşının oluşturduğu sarkıt ve dikitlerin bir tiyatro sahnesi gibi dizildiği olağanüstü bir mağara. İnsanın nefesi kesiliyor manzara karşısında. Üst mağarayı yürüyerek geziyorsunuz ve her bir sarkıt sizi alıp götürüyor geçmişe. O an bir tiyatro sahnesindesiniz rengarenk ışıkların süslediği. Lower Cave yani Alt Mağara ise tekneyle geziliyor. Romantizm, gizem, büyü, korku ne arasanız var bu gezi boyunca. Işık gölgeleri düşüyor suyun üzerine, daracık yollardan ustalıkla geçiyor tekne sürücüsü. Jeita Grotto hakikaten büyülüyor insanı, boşuna Dünyanın Yeni Yedi Harikası aday listesine girmemiş.
Jeita’dan yola çıkıp daha çok Beyrut’lu Hıristiyanların yaşadığı ve genelde yazlık evlerin bulunduğu Junieh’ e doğru yola koyulduk. Beyruttan 25 km. kadar uzaklıkta ve Beyrut’un sırtını dayadığı Harissa tepesine biz otobüsle çıktık. Genelde teleferikle çıkılan bu yolu biz araçla çıkıp teleferikle geri dönmeyi tercih ettik. Harissa, Meryem Ana Heykeli ve Maruni Kilisesinden ibaret ama bir manzara var ki, bizim Çamlıca Tepesi ayarında. Tüm Beyrut ayaklar altında. Zaten neredeyse yol boyunca her yerden koskoca hacıyla kiliseyi ve tepeyi görüyorsunuz. Hıristiyanlığın gücünü hissettirdiği bir tepe harissa.
Özellikle büyük teleferikle ilk etapta indiğiniz yerden görünen manzara bir harika. Bu noktaya kalabalık bir grupla ve büyük kırmızı teleferiklerle iniyorsunuz. Sonrasında dört kişilik teleferiklere binip sahile kadar inerken ki manzara inanılmaz, tabi teleferikler vızır vızır ve apartmanların arasından geçtiği için, Beyrut evlerinin içini, yaşam alanlarını da izleme şansınız oluyor. Şahsen bu apartman dairelerinde oturmak istemezdim, düşünsenize odanızın penceresinin önünden dakika başı bir araç ve insanlar geçiyor, mahrem alan diye bir şey yok. Bu arada yükseklik ve kapalı mekan korkusu olanlar için en iyi yol araçla çıkıp inmek Harissa’ya.
Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan, son durağımız Biblos’a doğru yola çıktığımızda içimi bambaşka bir heyecan sardı. Yaklaşık 8000 yıl önce kurulmuş bu şehir, dünyada görmek istediğim yerler listesinde bulunuyordu. Yaşım ilerledikçe hepsini sırasıyla görmeye başladım ve işte şimdi Biblos’taydım. Sebebi belki de yazının sonunda bahsedeceğim konudan dolayıdır kimbilir…
Biblos özellikle biz kitap sevenler için mutlaka görülmesi gereken bir yer, çünkü modern alfabe ilk kez burada bulunmuş. Harflerin sembol yerine seslere tekabül ettiği ve bugün okuduğumuz kitapların temeli işte burada atılmış. Eski çağlarda Fenikelilerin liman şehri olan Biblos, tarihi kalıntıları, Obelisk tapınağı, kalesi ile göz kamaştırmakla beraber, tarihi çarşısı, hediyelik eşya dükkanları, kafeleri, fosil müzesi ile buram buram tarih kokuyor. Beyrut’a 45 km. uzaklıktaki Byblos ya da Yunanlıların diliyle Jbeil’i görmeden Beyrut’u gördüm demek doğru olmaz.
Gelelim benim Biblos tutkuma, 13.yy. sonuna kadar Biblos, Banu Hamada adlı bir yerel ailenin yönetimindeymiş. Banu; hatun, sultan anlamına geliyor bunu biliyorum ama bu kadar da hakimiyet de pek göz ardı edilecek gibi değil doğrusu.
Dönüş yolunda sahil kıyısında Makhlouf Sur Mer adlı deniz ürünleri restoranında yediğimiz Lübnan mezelerinin ve balığın güzel tadıyla Beyrut’un tadı karıştı ve hoş bir duyguyla ertesi sabahın erken saatlerinde Beyrut’a veda edip güzel ülkemizin yolunu tuttuk.
No comments:
Post a Comment