Monday, January 10, 2011

BRUGGE

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde Brugge adlı bir şehir varmış, varmış da bugüne kadar sadece 2008 yapımı “In Bruges” filminden tanıdığım bu şehre ben niye bu zamana kadar hiç gitmemişim. Şehirde bulunduğumuz süre boyunca bu soru hep aklıma takıldı durdu: “Daha önce niye keşfetmedik burayı?”
Öncelikle gerilim-dram türü olan filmi izlerken gerek müzikleri gerek filmin geçtiği mekanların harika ötesi oluşu, binaların tarihi dokusu ve güzelliği ve de Colin Farrell’in oyunculuğunun etkisiyle filme hayran olmuştum ve o zamanlar bu şehri görmeyi kafama koymuştum. Tabi yılbaşında ve ailemle beraber gitmek apayrı bir güzellik oldu benim için.
Belçika’nın Ortaçağdan kalma en tarihi şehirlerinden biri olan Brugge –Fransızca yazılışıyla Bruges-aynı zamanda romantizmin de doruklarında bir şehir. Biz kış mevsiminde ve hayli soğuk bir havada gitsek de her haliyle bir başka güzeldi. Yılbaşı olması nedeniyle her yer ışıklandırılmış, süslenmiş, çikolata bisküvi karışımını andıran üçgen çatılı pastel renkli binalar bir ışık demeti olmuştu, gecesiyle gündüzüyle. Köprülerin suya yansıyan gölgeleri, gece ışıkları adeta bir avize görünümü yaratıyordu şıkır şıkır.
Brugge “köprüler” anlamına geliyor ve sayısız köprü var gerçekten de, Reine Nehrinin oluşturduğu kanalları birbirine bağlayan. Güzel havalarda “Canot” adı verilen teknelerle kanal gezileri yapılıyormuş. Biz kanalların buz tutması sebebiyle faytondan yana kullandık bu kez şansımızı ama baharda bir kez daha ziyaret edeceğiz bu gidişle Brugge’u. Kaldığımız otel de tam kanalın yanında küçük şirin Golden Tulip De Medici. Brüksel’den trenle bir saatte geldiğimiz Brugge’da gardan çıkınca hemen karşımızdaki otobüs duraklarında bekleyen 4 ya da 14 numaralı otobüse binince hemen otelin önündeki “Snaggurburd”durağında indik, ulaşımı son derece kolay. Gerçi şehir içinde ulaşımı sağlamak için otobüse hiç gerek olmuyor, her yere yürüyerek çok kolay ve zevkle gidiyorsunuz.
Brugge’da ilk günümüz aynı zamanda yılın da son günü olduğundan çok hareketli ve renkli saatler bizi bekliyordu bundan sonra. Otelden çıkıp merkeze doğru yürürken karşılaştığımız manzarayı anlatmak kelimelerle mümkün değil. Ne renkleri, ne manzarayı, ne havanın buğusunu ne de o kokuyu anlatabilirim sadece bir kartpostalın içine doğru yürüyorduk….Hem de küçükken sakladığım beni en mutlu eden pırıl pırıl rengarenk pullu yılbaşı kartpostalı…Pastel renkli binaları, ağaçların suya yansıyan gölgesini, taş köprüleri geçerek geldiğimiz Flaman Ressam Jan Van Eyck meydanı aynı zamanda şehrin en eski noktalarından biri. Şehrin bu bölgesi 1200’lü yıllardan kalma. The Toll House, şehrin en eski binalarından biri ve şu an eyalet kütüphanesi olarak kullanılıyor. Yanındaki kırmızı bina ise şehirde restore edilen ilk yapı. Şehrin merkezine doğru ilerlerken geçtiğimiz daracık sokaklar, parke kaldırımlı taşlar, rengarenk üçgen çatılı evler, bembeyaz dantel dükkanları tarihte yolculuk yapıyoruz hissi uyandırıyordu. 2010 yılını değil de 1900 lü yılları bitiriyorduk sanki.

Brugge’un kalbi, şehrin en büyük meydanı Grand Place (Markt).Meydanda bulunan 83 metre uzunluğundaki çan kulesi Beffroi’de bu meydanda. Günümüzde faal olarak 47 farklı çan sesinin duylabileceği bir yapı olan Beffroi aynı zamanda Avrupa’nın en meşhur çan melodisini çalan yapı olarak da biliniyor. Yine aynı meydanda bulunan Stadhuis yani Hükümet Binası da gotik mimarinin tüm ihtişamını gözler önüne seriyor. Holly Blood Kutsal Kan Bazilikası, Şehir Müzesi, bronz Coninck Heykeli hepsi bu meydanda. Yılbaşı olduğundan meydanda her türlü hediyelik eşyanın satıldığı, Belçikanın çikolata ve şekerlerinin ve de çok güzel waffle ve kreplerinin satıldığı pazar yeri kurulmuştu. Sıcak şarap eşiliğinde, buz pateni pistinde kayanları seyrederek şehir turu yapacağımız fayton sırasını epey bir bekledik ama değdi doğrusu. Ortaçağ mimarisi nedeniyle tarihi kent merkezi 2000 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası listesine alınan Brugge’u tıkır tıkır fayton eşliğinde ve harika bir faytoncunun bilgilendirmesiyle daha da keyifli gezdik. Brugge için “Kuzeyin Venediği” diyorlar ama bence Venedikten gerek temizliği gerek korunmuşluğu ve doğallığı gerekse de insanlarının güleryüzlü ve samimiyetiyle çok daha üstün bence. Faytonla yaptığımız gezi boyunca bir sonraki gün yürüyerek tek tek gezeceğimiz yerlerin de planı ortaya çıkıyor ve yerleri tespit ediliyordu. Faytonun mola verdiği öyle bir yer vardı ki, işte akıllardan çıkmayacak bir an daha. Yemyeşil bir park, yüzen ördekler, harika bir köprü, ağaçlık yol ve yol üstünde akordeon çalan müzisyen, su kenarında şato misalı binalar ve aşk gölü olarak da bilinen Minnewaterpark. Kuzey Denizine açılan yer Brugge’da. Dünyanın en romantik köşelerinden biri olarak tescil edilen bu mekandan insanın ayrılası gelmiyor. Minnewater’ın kıyısında yer alan Beguinage Manastırı da şehrin adeta sembolü. 12. yy da düşes marguerite de Constantinople tarafından yaptırılmış manastır, yıllarca yoksullara yardım eden, dantel örerek hayatlarını sürdüren kadınlara yuva olmuş.
Zaman su gibi akıp geçiyordu ve işte yılın son gününün son saatlerini de bitiriyorduk. 1929’dan beri hizmet veren Mailly Grand Cru restoran tam da masal gibi bir günün finaline yakışır masal gibi bir ortama sahipti. Ahşap merdivenleri yemyeşil çam ve kıpkırmızı süslerle bezenmiş, ortasında çıtır çıtır yanan şöminesi, ışıl ışıl lambaları ve harika yemekleriyle son akşam yemeğimizi daha da renkli hale getirdi. Unutulmayacak “an”lardan biriydi bu an hepimiz için. Yemek sonrası biraz şehrin dışı sayılan ama yine yürüyerek gidilen “t Zand” meydanına varıyoruz, belli ki harika bir kutlamayla girilecek yeni yıla bu meydanda. Brugge’un tarih kokan havası bir anda gitmiş modern bir şehirle karşı karşıya kalmıştık bu meydanda, herkes şarkı söyleyen gruba eşlik ediyor ve eğleniyordu. Bizim için ise artık uyku vaktiydi, Duru her şeye rağmen yorulmuş ve artık uyumak istiyordu. 2010 yılına Brugge’da bir kanal kenarında şirin ve güzel otelimizde veda ettik.
Tertemiz, sessiz ve huzur dolu uyandık 2011’e. Son günümüzü güzel geçirmeli ve görmediğimiz her noktayı görmeliydik Brugge’da. Kahvaltı sonrası dışarı çıktığımızda bizim gibi, şehri keşfe çıkan insanlarla karşılaştık yer yer. Sessizlik hakimdi, bu sessizliği güzel hale getiren çok hoş hafif bir müzik hakimdi tüm şehre. Evet evet her yere müzik sistemi kurulmuştu ve siz daracık sokaklarda bile gezerken fonda hafif bir müzik size eşlik ediyordu.
Brugge yüz bin civarı nüfusa sahip olmasına karşın, gezmeye başladığımızda karşılaştığımız müzeler bizi epey şaşırttı. Altıncı yüzyılda yapılmış Flaman asillerine ait tabloların bulunduğu Groeningen, on üçüncü ve on dokuzuncu yüzyıllarda Flamanlarca kullanılmış seramik, gümüş malzemeler, mobilyalar, silahlar ve müzik aletlerinin bulunduğu Gruuthuse, on ikinci yüzyılda hastalanan gezginlerin konaklaması ve tedavisi için kurulan St. Jonh Hastanesi-Hospitaal Museum bunlardan bazıları. Biz fırsat bulup gidemedik ama Belçikanın en ünlü yemeği olan patates kızartması için de bir müze var: Frietmuseum. Ayrıca Çikolata Müzesi de görülebilir, biz Brükselde böyle bir müze gezdiğimiz için burada girmedik. Tabi Brugge deyince çikolatadan bahsetmemek de olmaz. Tüm şehir çikolata kokar mı, burada kokuyordu çikolata ve kakao yağı. İnsanı baştan çıkaran bu tatları, harika çikolata mağazalarında denemek ise bir başka serüven. Çikolata kadar ünlü ve çeşitli olan bir başka şey de biraları. Binlerce çeşit biraya sahipler ve çoğunu da kendileri üretiyorlar. Zaten Brugge sokaklarında çikolata,bira ve dantel mağazalarından başka neredeyse başka bir şey görmüyorsunuz.
Dar köprüleri yolları geçerek tuğla yapıların en ihtişamlısı Notre Dame kilisesine ulaşıyoruz. 13. yy da yapılmış bu muhteşem eserin sipsivri kuleleri masmavi gökyüzünü deliyor sanki. Kilise içindeki “Meryem ve Çocuk” heykeli, Michalengo tarafından yapılmış ve kent için çok önemli. Burada çocuklar için ayrılan masada Duru boya kalemlerini görünce dayanamayıp oturuyor masaya ve oraya çocuklar boyasın diye bırakılan sayfalardan bir tanesini alıyor ve başlıyor boyamaya. Sonra da asıyor tüm çocukların astığı yere, Duru Tozluyurt from Turkey.

Yılda üç milyona yakın turisti ağırlayan ama bir o kadar da tertemiz sokakları, köprüleri, tarih kokan cadde ve binaları, sıcak, şık ve samimi kahveleri, yemekleri, doğası ve huzur veren kanalları ile Ortaçağ şehri Brugge aklımın kaldığı tek yer oldu. Kuzey Denizinin kıyısındaki bu güzel kenti ömrüm el verirse bir kez daha görmeyi çok arzu ederim.

1 comment:

Unknown said...

Brugge ancak bu kadar guzel anlatilabilir Banucum, canim cekti gidecegim soguga aldirmadan:)
Aylin.