Wednesday, November 23, 2011

Down Sendromlu Tan'dan dünyada bir ilk




Down sendromlu olarak doğuyor sene 1988, doktorlar beş yaş zekasını ve fiziğini geçemez diyorlar, aileye karamsar bir tablo çiziyorlar. Sene 2011, çocuk Türkiye’de değil dünyada bir ilki gerçekleştiriyor. İlk defa tiyatro sahnesinde down sendromlu bir çocuk normal bir çocuğu oynuyor. Evet sinemada çok örnekleri var, down sendromlu çocuklar yine kendilerini oynuyorlar ya da amatör tiyatro oyunları var, bu çocukların kendilerini oynadığı. Ama bu oyun ilk ve çok özel. Çünkü Tan bu oyunda normal bir insanın bile çok zorlanacağı rolü ustalıkla oynuyor hem de harika bir performansla. Oyunu, Tan’ın rolünü, ortamı anlatmadan önce biraz onu tanımak istersiniz belki.

Tan Aytıs, 1988 doğumlu yani 23 yaşında. O zamanlar bugünkü gibi teknoloji, modern yaklaşımlar, araştırma yok Türkiye’de; şimdi anne karnında her şey öğreniliyor(!) neredeyse, ama annesi Tan’a hamileyken bu testlerin, araştırmaların hiçbiri yok. Tan doğar doğmaz ailesine down sendromlu olduğu söyleniyor ama aile bunu kabul etmek istemiyor. Tabi o günleri çok zor
bir süreç olarak anlatıyor annesi. Bu hiç beklemediğimiz bir haberdi diye de ekliyor. Doktorlar gerek zeka olarak gerek fizik olarak 5 yaşındaki çocuğu geçemez diyorlar Tan için. Bugün Tan son
derece yapılı, sosyal, özgüveni yüksek, kendini ifade etmeyi bırakın tiyatro sahnesinde adeta bir dev. Tan’ın durumu Mozaik Down Sendromu denilen türde yani aşama olarak daha eğitilebilen, sosyalleşebilen bir seviye. Tabi bunun için anne babanın azmi, inancı, emeği ve umut dolu mücadeleleri yadsınamaz. Tan, iki yaşındayken bireysel eğitime başlıyorlar ve bu sırada kendileriyle benzer olan aileler ve DS çocuklarla tanışıyorlar, birbirleriyle paylaşımlarda bulunarak bir dernek kuruyorlar ve daha sonra iyice büyüyerek bir vakıf oluyorlar. İZEV, İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı. Burası Milli Eğitime bağlı bir vakıf ve ilköğretime eş değer diploma veriyor tabi özel eğitime tabi tutulan çocuklara sadece. Tan bugün ilköğretim diplomalı bir DS aynı zamanda. Tüm bunları gerçekleştirirken Tan ve ailesi hiçbir zaman sosyal ortamlardan uzaklaşmıyor, onu her yere götürüyorlar, hani saklama, gizleme olayı asla onlar için geçerli olmuyor.
Tan, İZEV’e devam ederken aynı zamanda tiyatro eleştirmeni olan hocası Yaşam Kaya ile çok fazla sayıda tiyatro oyununda arkadaşlarıyla oynamış hala da hafta sonları oynuyorlar. Ama sadece ailelere, yakın dostlara oynanan, çok basite indirgenmiş oyunlar bunlar. Tan’ın Yaşam Hoca’sının bu çalışmalar için danışmanlık aldığı Devlet Tiyatroları sanatçısı Öykü Başar ,ben Tan ile bir oyunda ikili oynamak istiyorum der. Aile çok heyecanlanır ama aynı zamanda da tedirgindir. Bu diğer oyunlara benzemez çünkü, normal bir çocuğu oynayacaktır Tan sahnede hem de bir Devlet Sanatçısıyla. Cihan Sağlam 2011 mart ayında oyunun yazımını tamamlar, Tan ve ailesinin karşısına çıkar. Önce anne metni okur ve çok zor bulur. Tan ise kendine güvenir ve şu cümleyi söyler: ‘BEN ALTINDAN GİRER, ÜSTÜNDEN ÇIKAR YAPARIM BU İŞİ ‘ der. 2011 Mayıs ayı başında NEVERLAND adlı oyun sergilenmeye başlamıştır. Anne ilk oyunda hiçbir şey izlememiştir heyecandan; kalbi Tan’ın kalbinde atmaktadır, o an yaşamamaktadır. İkinci oyun, üçüncü oyun derken bir sezon tamamlanmıştır bile. Tan sahnede adeta gürlemektedir.

‘Belirsiz bir zaman ve mekan. Toplum, damgalılar ve damgasızlar olmak üzere ikiye ayrılmış. Yönetim damgasızların elinde.Bir ev, anne ve baba. Hayalci bir kardeş ve büyümek isteyen sorunlu bir abla. İç savaş. Toplama kampları. Hareket halindeki içi asker dolu bir kamyon.Soykırım. Bir bodrum kat,anne çocukları oraya saklamış. Bodrum soğuk ve pis kokulu. Fareler ve ensenize damlayan su damlaları. ‘
Neverland hayal ile gerçek dünya arasında bir köprü kuruyor ve yalnızlaşmamıza, yozlaşmamıza, yok oluşumuza bir evin bodrumundan bakmamızı sağlıyor. Biraz şiddet içeriyor, fazlasıyla tedirgin oluyor, ürküyorsunuz oyun sırasında. Oyunun alışageldiğimiz sahne düzeninden farklı olarak sergilenmesi, oyuncularla yakın temas da sizi fazlasıyla içine çekiyor. Şiddet içermesi açısından çocukla gidilmesi çok doğru değil ama bir yetişkin olarak bunlarla yüz yüze gelerek, Tan’ ı izleyerek yaşadığınız 50 dakika sizi bambaşka bir yerlere götürüyor…

Zeka olarak 5 yaşını geçemez diye belki de bir hayatı karartan sözlerin yalan olduğunu görüyorsunuz, DS olan bir çocuğun oyun sırasındaki mimiklerini, kendinden emin ve güvenli duruşunu izlerken kendinizi, çevrenizi düşünüyorsunuz ve asıl başarının ne olduğunu ne olmadığını sorguluyorsunuz bir yandan. Her imkana sahip, her türlü sağlık engelini aşmış, maddi manevi her yönden tatmin olmuş biri olarak elde edilen başarı mıdır gerçek olan yoksa, her türlü engele , fiziksel olarak karşılaşılan sorunlara , umutsuz bakan gözlere rağmen elde edilen midir? Tan’ın annesine 23 yaşındaki oğlunuza baktığınızda ne hissediyorsunuz şu an içinizden ne geçiyor dediğimde gözleri ıslanarak şu yanıtı verdi bana: İYİ Kİ BÖYLE DOĞMUŞ, BİZİ ÇOK EĞİTTİ, YAŞAMA OLAYLARA BAKIŞ AÇIMIZI DEĞİŞTİRDİ. ONUNLA GURUR DUYUYORUM.

Tan tüm zihinsel engelli çocuklar, onların aileleri ve topluma örnek olmalı. Olmaz, yapamaz, imkansız,mümkün değil denilen her şeyin belki de yapılabilir olduğunu gösteren ve yapıldığını da bizzat sergileyen bir genç çünkü o. Pamuk gibi bir kalbi, ona sorduğum bir soruyu anlamayıp bana ne demek istediğimi soracak kadar özgüveni, oyuna gelen herkese güler yüz gösterecek kadar insanlığı, anne ve babasına duyduğu sevgiyi gösterebilen çocuk tarafı ile örnek bir insan. ‘Hayat karşılaştığınız fırtınalar ile değil, gemiyi limana getirip getirmediğiniz ile ilgilenir’. Tan ve ailesi fırtınayı yaşamış ama o fırtınanın yönünü çok güzel değiştirmiş bir aile. Fırtınayı yaşamadan kasırgalar yaratıp içinde kaybolan tüm ailelere ışık ve umut olsun AYTIS ailesi.

NEVERLAND, The Club adlı mekanda pazartesi günleri saat 21:00 de sergilenmektedir.
Asmalımescit mah. Yemenici Abdüllatif sok. Hoş Apt. K:1
Beyoğlu
0212.251.34.57
0537.461.79.75

Thursday, November 17, 2011

Anneeee lütfenn

Vallahi bugün bir kahvaltı davetindeydim, sohbet deseniz var, yemek deseniz var, manzara deseniz var, kültür deseniz var... Hele bu daveti organize eden ekibi ve sundukları hizmeti görünce ben de çocuk olsam da anneme 'Anne lütfen bana bunu al' diyecek bir şey mutlaka bulurdum. Onlar isimlerini seçerken hiç bunu düşünmemişler ama o kadar çok bebek, çocuk ve anneyi ilgilendiren şey var ki insan ister istemez böyle düşünüyor. Neden mi bahsediyorum, www.annelutfen.com adlı bebek çocuk alışveriş sitesinden. Oyuncaktan sağlığa, kıyafetten araba koltuğuna herşey var burada. Üstelik daha da olacak, hediyeler, çekilişler, kampanyalar...Artık Roys ve Selin benim arkadaşlarım. Ben kendilerini de, girişimciliklerini de, düşüncelerini de çok sevdim. Daha çok yeniler, bizlerin sizlerin herkesin dile getirdiği beklentileriyle çok daha büyüyecekler ve bizler onları ilk tanıyanlar olarak şanslı kişilerden olacağız. Ben kaçırmayacağım bu fırsatı, siz de kaçırmayın.

Sunday, November 13, 2011

BOSNA HERSEK / Mostar,Poçitel

Yine Hırvatistan sınırından çıktık ve bu kez istikamet Mostar. Sınırdan çıkıp mavi bir kapıdan girerek Bosna Hersek’e giriş yaptık fakat bu gezide sadece Hersek bölgesini gezdik gün boyunca. Neretva kanyonunda ve Hersek bölgesinde ilk durağımız Türklerin Bosna’da kurduğu ilk köy olan Poçitel. Poçitel zaten kelime anlamı olarak da ‘başlangıç’ demekmiş. Köyü ilk gördüğümüzde sanki Safranbolu’ya geldik zannettik. Evleri, arnavut kaldırımları dar sokakları, hamamı, kaleleri ile o kadar benziyordu ki, tüm gezimiz boyunca ilk camimizi de Poçitel’de gördük. Nar ağaçları, yeşili, Adem’in yerinde içtiğimiz tavşan kanı çay ve türk kahvesi, köy halkının küçük kese kağıtlarında sattığı kuru incir ve narların zihnimizde bıraktığı güzellik ile Poçitel’den ayrıldık.

Mostar’a doğru yol alırken manzara o kadar güzeldi ki, hiç sıkılmadık. Savaş yıllarından çok iyi hatırladığım, hep duyduğum Mostar. İşte geldik. Daha şehre girerken sağlı sollu gördüğümüz şehitliklerden içimizin bugün acı ve hüzünle kaplanacağını hissettim ve işte suçiçeği gibi binalar başladı; delik deşik…Her yerde kurşun izleri. Koprü geçiş ücreti anlamına gelen ‘Mostarina’ dan adını alan Mostar şehri Neretva nehrinin hemen kenarında kurulmuş. Mostar Köprüsü ise 1566’da Kanuni Sultan Süleyman zamanında mimar Hayrettin tarafından yapılmış. Bu şehir
ve köprü benim hep görmek istediğim yerlerden olmuştur. Mostar Köprüsüne doğru yürürken ilk olarak tabakhane, cami ve hamamı daha sonra da Mostar Köprüsünden daha eski ama pek bilinmeyen Kriva Cuprija Köprüsünü geçip Mostar Köprüsü’ne ulaştık. 1993 yılında yıkılan daha sonra tekrar yapılıp Prens Charles tarafından açılan bu köprü yıllarca Mostar'da yaşayan farklı etnik grupları bir araya getirmiş, insanları birbirine bağlamış, kültürel mozaikin sembolü olmuştur. Savaş boyunca Sırplar tarafından saldırılara uğrayan köprü Hırvatlar tarafından yıkılıp, Neretva Nehri'nin sularına gömülmüş. Yeni köprünün yapımında Türkiye’den gelen taş işçileri de çalışmış ve sulara gömülen eski köprü taşlarının bir kısmı çıkarılarak kullanılmış. Geleneklere göre şehrin erkekleri düğünden önce nişanlılarına cesaretlerini ispat etmek için 24 metre yükseklikteki bu köprüden atlıyormuş. Günümüzde ise 24 euro karşılığında gösteri amaçlı atlayan gençler var. Mostar Köprüsü’ne hemen girişte sol tarafta yerde bulunan taş üzerindeki şarapnel parçası ve " Don't Forget 93 " yazısı gerçekten insanı çok etkiliyor. Köprüyü geçince Müslüman mahallesine gelmiş bulunuyorsunuz ve yine bizim Safranbolu gibi incik boncuk, gümüş, kilim ve her türlü süs eşyasının bulunduğu dükkanların önünden geçip, Kuyumcular Çarşısına geliyorsunuz. Burası gerçekten bizim kültürümüzün aynısı. 1618 yılında yapılan Koski Mehmet Paşa Camisinin bahçesinden Mostar’a bir bakmanızı şiddetle tavsiye ederim yolunuz oralara düşerse. Büyüleyici bir sahne sizi bekliyor orada. Hırvat tarafındaki tepenin üstünde bulunan dev haç ve şehir meydanındaki dev kilise kulesi ise hala birilerinin güç gösterileri yapmaya devam ettiğini hissettirdi bana. Bosna deyince akla ilk Boşnak böreği geliyor ve tabi ki Cevapi yani Boşnak köftesi. İkisini de yeme şansı bulduk ve ikisinin de tadı damağımızda kaldı. Bal kabaklı ve kıymalı olarak tercih ettiğimiz börekleri sıcak sıcak paket yaptırıp nehir kıyısında
bir restoranda yediğimiz köfte kebabının yanına meze ettik. Bizim İnegöl köfteye çok benzeyen cevapi, pide arasında soğanla çok iyi gidiyor doğrusu.

Unesco koruması altında olan Mostar’a veda ederken aynı benim kalbim gibi hava da ağlıyordu. Sokakta gördüğüm gaziler, şarapnel, mermi yemiş evler, ağlayan analar babalar, çocuklar..Hüzün, acı, fakirliğin çok net hissedildiği Mostar anılarımda çok buruk kaldı.

Saturday, November 12, 2011

Karadağ/Montenegro

Eurovision şarkı yarışmasında adını çok sık duyduğum Montenegro’nun Karadağ olduğunu bu gezide öğrendim. Yıllar öncesinin bana göre marka olan ülkesi Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ortaya çıkan mini devletlerden biri olan Karadağ, son yıllarda Kotor ve Budva şehirleri ile dünya sosyetesinin gözde yerlerinden. Karadağ 2008 yılına kadar dünyanın en genç devletiymiş ama Kosova bu özelliğini ondan artık devralmış durumda. Gerek yaz gerek kış turizmine uygunluğu bakımından Karadağ, Balkanların İsviçre’si olma yolunda. Nüfusu 700 bin olmakla beraber yazın bu sayıyı kat be kat geçiyordur herhalde. Hırvatistan sınırını geçtikten sonra ilk geçtiğimiz şehir Igalo oldu. Kaplıcalarıyla ünlü bu şehir biraz bizim Yalova’yı andırıyor. Perast’a gideken gördüğümüz manzara, yeşilin tonları, denizin güzelliği, şirin köyler adeta büyüledi bizi. Balkanlar dağlık bir bölge olmasına rağmen Karadağ bol yeşili olan bir bölge. Perast şehrinde bizim en çok ilgimizi çeken insanların uzun boyu oldu. Her üç insandan biri öyle böyle uzun değil, 2 metre en azından. Sonra öğrendik ki, Balkanların en uzun boyluları Karadağlılarmış hara Avrupanın en uzun insanları Hollanda ve Karadağ’dan çıkarmış. Ee Hidayet Türkoğlu’ndan
belli değil mi? Bu küçük ülkenin uzun insanları hakikaten çok enteresandı. Perast’ta otobüsten inip karşımızdaki iki adadan -St.George ve Meryem Ana ikonunun bulunduğu ada- birine binmek üzere bir motora bindik. Adalardan St.George, doğal oluşmuş ada, çökelti sonucu. Biz buna gitmedik buraya ziyaret yok. Diğeri, sonradan yapılmış ada sanki bizim Kız Kulesi. İçinde Meryem Ana ikonusu bulunan adadan manzara da harika. Manzarası, havası, saat kulesi ile
bir kültür mirası olan Perast, Unesco tarafından koruma altına alınan şehirlerden biri. Perast’ı görmeden Karadağ’ı gördüm dememek gerek. Peras’tan Kotor’a doğru yola çıktık ve yol tam 25 dakika sürdü. Kotor körfezine geldiğinizde kendinizi bambaşka hissediyorsunuz. Dört koyun birleştiği yer olan Boka Kotorska yani Kotor Körfezi tam bir doğa harikası. St. Tropez, Çeşme karışımı olan şehir, bugüne kadar yurtiçi ve yurtdışından GÜZEL diye nitelendirdiğim şehirlerin ilk sırasında yer alacak gibi. ‘Kendimize ait olanı vermeyiz ama başkalarının olanda da gözümüz yok’ . Üzerinde eski Yugoslavya başkanı Tito’dan alıntının olduğu şehir kapısından içeri girdiğinizde kendinizi Venedik’te sanabilirsiniz, şaşırmayın. Tek fark burada kanallar yok. İlk girişte yer alan meydanda hemen sola dönüp başınızı kaldırdığınızda Balkanların en uzun balkonunu (35m.) görebilirsiniz. Meydanda kalabalık kafeler, taş evler, kiliseler bize buranın
her daim yaşadığı hissini verdi. Şehrin kale içinde dolaşırken kaybolmak çok zevkli, dar sokaklardan geçip geniş meydanlara çıkmak, kendinizi ayaklarınızın gittiği yere bırakmak hakikaten çok keyif veriyor. Bu arada şehirde aynı Dubrovnik gibi evlerin binaların panjurları hep yeşil ama gezi boyunca bunun sebebini hiç kimseden öğrenemedim maalesef. Yugoslavya döneminde ‘Ekim Meydanı’ denilen yer, saat kulesi,Katolik Kilisesi ve utanç abidesi en görülesi yerler bence Kotor’da. Yazın mutlaka çok daha başka oluyordur burası. Deniz, doğa, gece hayatı hepsi çok canlı yaşanıyor belli ki. Boşuna dünya jet sosyetesi burada tatil yapmıyor. Şehrin bu kadar güzel ve etkileyici olmasında bayan belediye başkanı ve yine bayan başkan yardımcısının payları büyük bence. Meydandaki kafelerden birine oturduk ve giren çıkan insanları resmen
seyre daldık. Ama daha önümüzde Budva vardı ve bu seyir çok uzun süremedi. Budva-Dubrovnik arası aslında 135 km. ama biz kademe kademe durarak gezdiğimiz için akşamüstü olmuştu Budva’ya girdiğimizde. Önce çok anlamadık, normal binalardan oluşan bir şehirde indik ve yürümeye başladık ki önce bir sahile geldik. Limanı, kumu, balıkçı restoranları ile sanki Antalya’daydık.
Biraz yürüyüp kale kapısından girip eski şehirde yürümeye başladık ki burası
tam bir antik şehir. Yaklaşık 10.000 nüfusu olan şehir bol miktardaki ‘sobe’ tabelalarından
anlaşıldığı üzere yazın çok turist çeken bir yer. Sobe bu arada kiralık oda
demekmiş. Madonna da geçen yıl burada konser vermiş ve sonrasında tatil yapmış.
Şehir 2500 yıllık geçmişiyle Adriyatik Denizi kıyısındaki en eski yerleşim
yerlerinden biri. Aynı Kotor’da olduğu gibi kale içinde dar sokaklarda gezerken
bir anda kendinizi kocaman bir meydanda bulabilirsiniz. Ortaçağ’dan günümüze
kadar gelmiş Stari Budva, Karadağ ve Balkanların en güzel tatil köşelerinden.

Dubrovnik’in kardeşleri denilen Perast, Kotor ve Budva için
Karadağ’a gitmeye değer mi? Kesinlikle değer….

Friday, November 11, 2011

Dubrovnik,HIRVATİSTAN

‘Yeryüzünde cenneti görmek isteyenler Dubrovnik’e gelsin’ demiş Bernard Shaw ve çok da doğru söylemiş.Hakikaten Adriyatik’in incisi denilen Dubrovnik, Hırvatistan Cumhuriyetinin en güzel şehirlerinden biri. Adriyatik Denizi’nin kıyısında yer alan güney bölgenin ismi Dalmaçya ve Dubrovnik de Dalmaçya sahillerinin en güzel şehirlerinden. Neden Dalmaçya peki? Evet biraz o köpek cinsiyle ilgisi var.Hırvatistanda 1187 ada yukarıdan bakıldığında benek benek görüldüğünden buhaliyle Dalmaçya köpeğine benzediğinden Dalmaçya sahili denmiş. Öyle ki, dünyaünlülerinin en son gözde tatil yerlerinden. Daha çok kısa bir süre öncesine kadar turist rotalarında yeri olmayan Hırvatistan,25 Haziran 1991 ‘de bağımsızlığını ilan ettikten üç ay sonra kendini yine bir savaşın içinde buluyor ve 1991-1995 yılları arasında şehir ciddi hasar görüyor.Kale içinde gezerken binaların kiremitlerinden bunu çok iyi görüyorsunuz. Hasar alan
binaların kiremitleri yeni ve pembe renkte. Savaş 1995’deki Dayton antlaşması ile sona ermiş ve Unesco 2005 yılında restorasyon çalışmalarını başlatarak şehrin eski görünümüne kavuşmasını sağlamıştır. Bu kadar savaş ve depreme rağmen şehrin bu kadar iyi korunması çok takdire şayan doğrusu.
Şehirde ilk durağımız eski şehir adı verilen Old Town oldu. Şehrin kalbi burada atıyor. Old Town’a girmek için iki kapı var: Pile ve Place. Biz hep ana kapı Pile’yi tercih ettik. Kapıdan
girince karşınıza ana cadde Stradun çıkıyor. Bu cadde denize kadar uzanıyor ve sonunda da eski liman var. Stradun üzerinde çok sayıda kafe restoran bulunsa da ara sokaklara girip buralarda dolaşmak ve yemek yemek çok daha keyifli. Mia Culpa mesela harika bir pizzacı. İtalyanların meşhur incecik odun fırınında pişen pizzalarını deneyebilirsiniz burada.
Pile kapısının hemen üstünde şehrin koruyucusu Aziz Vlaha’nın heykeli var. Aziz Vlaha bu arada Sivasta doğmuş ve hiç bu şehre gelmemiş. Kendisi şehrin Venedikliler tarafından kuşatıldığını rüyasında görüyor ve haber vererek şehrin kurtulmasını sağlıyor. Bu yüzden de 4yy.da Romalılar tarafından öldürülüyor. Kapodokya’da onun adına kilise varmış bu arada. Her yıl 4 şubatta onun adına şenlikler düzenleniyor ve anılıyor. Pile kapısından girdikten sonra sağ tarafta siyah renkte kocaman bir mekanizma var ve bu mekanizma orijinal haliyle aynen korunmuş. Şehir kapıları bu mekanizma sayesinde hava aydınlanınca açılıyor, hava kararınca kapanıyormuş. Pile kapısından girince hemen solda karşınıza Franciskan manastırı çıkıyor. İçinde dünyanın en eski üçüncü eczanesini bulunduran manastır şehrin en çok ilgi çeken yerlerinden. Manastır kapısının hemen karşısında şehrin en eski ve en bilinen yapılarından Onofrio Çeşmesi bulunuyor. Dubrovnikliler en zengin zamanları olan 1400 ve 1500’lerde veba gelecek korkusundan şehre her gelen kişinin bu çeşmede yıkanmasını şart koşmuşlar. Çeşme hala kullanılır durumda ve Duru kızım yıkanmadı ama her defasında kana kana su içti bu çeşmeden. Bu arada çeşmenin bulunduğu Stradun Caddesi o kadar temiz ki, taşları bizim evin taşlarından daha parlak ve temiz dersem çok abartmış olmam. Stradun’da dükkanların isim tabelaları yok, isimlerini önlerindeki sokak lambalarına ya da sokak başlarında bulunan bez afişlere asıyorlar. Sağlı sollu İtalyan tarzı çevrili
olan caddenin sonunda bulunan büyük meydanda Saat Kulesi ve hemen önünde Hırvatların özgürlüklerini temsil eden Fransız şövalyesi Orlando’nun Sütunu bulunuyor. Sütunun tam karşısında Sponza Sarayı ve arka tarafında ise Aziz Blaise Kilisesi var. Kilisenin hemen yanında Rektörün Sarayı bulunuyor. Aslında şehri en iyi anlamanın yolu bu caddeyi yürümek ve sonra da City Walls denilen surlarda yaklaşık 1,5 saat süren bir yürüyüş yapmak. Surlar 1200 yılında
yapılmış ama 1400 yılında güçlendirilmiş. Şehri o kadar güzel sarmalıyor ki, içeride kalan şehir tam koruma altında. Çıktığınız her merdivenin sonunda sizi ödül olarak harika manzaralar bekliyor. 10 Euro ödeyerek gezdiğiniz kale surlarında Adriyatik Denizinin ihtişamını karşısında verdiğiniz paraya değdiğini görüyorsunuz. Duru’nun yoruldum demeden gezdiği tek yerdi kale
surları. Demir parmaklıklar, kuleler, dar yollar onun için adeta bir macera tüneli gibiydi.
Dubrovnik’de yemek denince akla ilk taze, ucuz, bol çeşitli deniz ürünleri geliyor. İstiridyeden ıstakoza, midyeden kalamara hepsini bir arada bulunduran ve balık tabağı diye menülerde geçen seçim, kocaman bir tencere içinde geliyor.2 kişilik olan bu tencere içinde yok yok. Biz eski limanın hemen orada bulunan Lokanda Peskorya’yı tercih ettik hep.
Türkiye’den Dubrovnik’e gelmek çok kolay, uçuş var ve 1 saat 40 dakika sürüyor. Üstelik vize de yok. Dubrovnik ile Türkiye arasında 1 saat fark var. Dubrovnik 1 saat geride bizden. Para birimi Kuna ve 1 euro yaklaşık 7.19 Kuna. Restoranlarda, mağazalarda euro olarak da ödeme yapabiliyorsunuz ama üstünü kuna olarak verdiklerinden kur düşebiliyor. Bu nedenle giderken yanınıza euro alıp orada kunaya çevirmek en mantıklısı. Biz Babin Kuk adı verilen bir bölgede kaldık ve eski şehre otobüsle on beş dakikada gidiyorduk. Tam otelin önünden kalkan 6 numaralı otobüsle şehrin kalbi Old Town’a çok rahat gelebiliyorduk. Üstelik otel kalitesi Avrupa otellerine göre çok yüksek. Yazın gidilirse kaldığımız Argosy Otel ideal. Plajı, ağaçlık alanı, otelin büyüklüğü ve kolay ulaşımı açısından mükemmel. Ama yazın denize girmek avantajı olsa da bu kadar gezilir mi bilmem. Sıcak insanı yorabilir. Deniz tam bir akvaryum, pırıl pırıl Dubrovnik’te. Biz yurt dışına gittiğimizde denize girmeyi çok tercih etmediğimizden ayrıca Ege,Akdeniz sahilleri üstüne deniz tanımadığımızdan sonbaharda gidip rahat rahat terlemeden gezmeyi tercih ettik. Ama siz illaki deniz olsun derseniz Dubrovnik tam size göre. Hele bir de şehrin trafiğe kapalı bölgesi Lapad'ın gündüz plajından akşam da İstiklal Caddesini andıran ortamından faydalanırsanız işte siz yeryüzünde cennettesiniz demektir.